"Dilara hareketlense de yazılar geri gelse artık" dedi, blogdan geçen ayak izini görmezsem yazının eksik kalacağı, "kimse okumazsa o okur" dediğim çok sevdiğim arkadaşım...
Hareketlenme maşallah dolu dizgin, olmasına ama...
"hiç vaktim yok" palavrasının arkasına da yatacak değilim.
Rahmetli Aydın Boysan'ın dediği gibi
"Sahip olduğumuz zaman az değil, çoook. Az olan zaman, ondan yararlandığımız zaman."
Yani vakti olmadığını söyleyen kişi, hangi zamandan gerçekten yararlanacağını pek bilmeden, bütün zamanını ondan fayda sağlayabilme olasılığı uğruna debelenip, neticede büyük bir çoğunu boşa harcayan kişi gibi geliyor bana.
Yani işin sırrı, hangi zaman aralığından istediğimiz sonuçları elde edebileceğimizi analiz edebilme becerisine sahip olmak sanırım.
"Hiç vaktim yok" diyene soyle bakmak lazim, hayır vaktin tabi ki var, ya onu kullanma becerisine sahip değilsin ya da ben onceliklerin arasinda degilim.
Benim neden aylardır yazmadığıma gelince...
Kelimeleri bir araya getiremedim sanırım. Sihirli cümleler kuramadım.
Koca bir yazı yazarsınız, iki cümle kalır ya okuyanın aklında, öyle bir cümlem yoktu cebimde.
Sonra dedim ki kendi kendime; yaz öylesine, neler yaptın bu aralar, elinin pası gitsin..
Size de olur mu? Bir yerde karşılaştığınız bir cümle, bir fikir çok yakın bir zamanda başka bir yerde yeniden çıkar karşınıza.
Bir arkadaşımın bir yazısını okudum birkaç ay önce. Şöyle bir ibare vardı:
"Tam iki yıl oldu, bu ülkeye yerleşeli, tam iki yıl oldu ismimdeki noktalardan vazgeçeli..."
15 yıldır yurt dışında yaşayan biri olarak hiç aklıma gelmemiş, hiç dikkatimi çekmemiş bu.
Yakın bir zamanda Elif Şafak'ın Araf'ını okumaya başladım. (Henüz bitirmedim)
Şöyle diyor kitabında:
"İnsan memleketini geride bıraktı mı kendinden en az bir parçayı feda etmeye hazır olmalıdır. Eğer hal böyleyse Ömer Özsipahioğlu neyi feda ettiğini biliyordu : isminin noktalarını."
"Yabancı, işte ilk bu fireyi vermeyi öğrenir. Yabancı bir ülkede yaşamanın birinci icabı, insanın en aşina olduğu şeye, ismine yabancılaşmasıdır. Yabancı, isminin bir ya da birçok bölümü gölgede kalan insandır."
Fire..
Burdaki sihirli kelime fireydi benim için.
Düşündüm. Ben memleketimi geride bırakarak hangi fireleri verdim? Neleri feda ettim? Fazla bir şey gelmedi aklıma. Tek bir şeyden başka...
Ben en sevdiğimi fire verdim. En sevdiğimin her daim bilfiil yanında olmamayı feda ettim.
Buna değdi mi sorusunu soramıyorum kendime; zira tartının bir ucu çok ağır.
Diğer ucunu doldurmaya çalışmak, verdiğim fireye paha biçmek gibi geliyor, ki o uç "paha"sız.
Her şey bir arada olmuyor. Mutluyum yine de. Şükrediyorum.
Annem Singapur'da. Bol bol geziyoruz.
İnsanın yaşadığı yeri turist olarak görmesi için deniz aşırı birilerinin gelmesi gerekiyor. Singapur malum bir Paris bir Londra değil şöyle karış karış arşınlayasın, tarihi içine çekesin, her metrekarede insanı büyüleyecek birşeyler bulabilesin. Burada varsa yoksa devasa gökdelenler, Amazon ormanları misali parklar, Sentosa'nın plajları, yoğun ağaç dolu yerlerde asma yollar...
Bunlardan Mc Ritchie en sevdiğim. Ve Mount Faber üzerindeki Souther Ridges, Handerson Waves ve 9 km'lik havadaki yürüme parkuru. Çek içine bol oxygeni, havada asılı, bir ayağın yerde biri gökte yürü yürüyebildiğin kadar... Hele bir de yanında iyi muhabbet varsa yeme de yürü.
Ya da benim en sevdiğim; rooftop barlar, ladies night'la