Tak tak, biri bir diğerine bağlaniyor; sokaklar sizin gideceğiniz yeri biliyor; en kestirme yolu hesapliyor; bir yol çıkartıyor karşınıza dümdüz yürüyünce varacağiniz yerdesiniz.
Yürüyerek gezilebilen şehirleri seviyorum.
Sokaklarin, caddelerin bizi elleriyle birinden diğerine taşıdığı şehirleri...
Şehri açık hava müzeymis gibi romantik, nostaljik, melankolik bir halde bizzat yaşadığımız, hissettigimiz şehirleri seviyorum.
Metro, otobüs, araba girince isin içine, silah çikti mertlik bozuldu gibi geliyor bana...
Mecbur degilsek uzak duruyoruz; biz yollari yürüyerek aşindirmasini seviyoruz.
Napoli'ye gelmeden önce bu şehirle ilgili epey şey duydum ve okudum.
Iki klise var ki herkesin dilinde: Bir: Cok pis bir sehir. Iki: Tehlikeli
Klişeleri küçümsememek lazim, herkesin tecrübesiyle onayladığı bir dinamiği olmasa klişe olmazlardı.
"Bu kadar pis ve ürkütücü bir şehrin nasil bu kadar büyük, cömert ve sıcak bir ruhu olabilir?"
demiş Tahar Ben Jalloun
Pis ve döküntü olduğuna tamamen katiliyorum. Ancak Napolide'ki 2.5 günlük mini hafta sonu tatilimiz boyunca hiçbir tehlikeye maruz kalmadik, en ufak bir endise dahi hissetmedik.
Şahsim adina, en azindan turistik bölgeler için bunu onaylayamayacağim.
(Tabi yine de, yola çikarken eşeğimizi sağlam kaziğa bağlamiştik, o ayrı...)
Öğleden sonra, şehrin limana yakın kısmını keşfetmek üzere yola çıkıyoruz.
Sağli sollu mağazalarin bulunduğu, Napoli'ye dair alışılmışın dışında hayli geniş Toledo caddesinden iniyoruz.
Napoli limani, ziyaretçi akişi açisindan Avrupa'nin ve dünyanin en onemli limanlarindan biri, hatta Hong Kong'tan sonra ikinci oldugunu soyleyen veriler var. Tabi kasimin son gunu itibariyle bunu gormek bize nasil olmadi. Gemi turlarinin ugrak yerlerinden biri oldugunu bildigimden buraya bir de yazlik gozle bakmak lazim.
CASTEL NUOVO
Limanin hemen yanıbaşında tüm ihtişamıyla bir ortaçağ kalesi Castel Nuovo duruyor.
Kis günü hava erken karardığından 17 civarı ışıklandırmaya başlıyorlar kaleyi. Tam bir göz ziyafeti böyle baka baka doyamayacaginiz türden bir kale. Sahiden nefis.
Sehrin bu bölümünde gezilip görülecek çok fazla yer olduğundan Castel Nuovo'nun keyfini disaridan seyrederek sürüyoruz.
Benim çektiğim resimden daha güzelini buldugum bir resimle paylasiyorum.
1. Charles tahta geçtiginde Napoli Kralligi'nin baskenti Palerma.
Napoli baskent oldugunda Charles dusmanlardan korunmak uzere derhal bir kale yaptirilmisini ister.
1279 yilinda yapilan Barok tarzindaki bu kalenin yapimini iki Fransiz mimar gerçeklestirir.
Ne var ki 1. Charles'a, Sicilya savaslari yuzunden bu kalede oturmak nasip olmaz.
Ölümünün ardindan oğlu II. Charles, hem yerleşim hem de askeri baz olarak kullanılan, bugün dahi Napoli şehrinin en önemli mimari sembollerinden birisi olan Castel Nuovo'ya yerlesir.
Şehrin bu bölümü inanılmaz hareketli, hele bir cumartesi aksami çok şenlikli.
Hele Noel dönemi tadindan yenmez. Bu bölgede birbiriyle dipdibe görülecek bir sürü harika yer var. Bu güzelliklere bakmaktan başımız dönüyor.
En başta Teatro Di San Carlo var mesela.
Galeria Umberto 1° var.
Napoli'nin en önemli meydanı olan Plebiscito Meydanı var.
Ve içinde Palazzo Reale (Kraliyet Sarayi) ve Basilica di San Francesco di Paola var.
Ünlü Antik bar Gambrinus var, uğramadan giderseniz Napoli'ye gelmis sayilmazsiniz..
GALERIA UMBERTO 1°
1887 yilinda halki hem alisveris, hem eglence, hem de sosyallesme altinda toplamak amaciyla tamamen ticari bir amaçla yapilmis. Ve bugun dahi ayni amaca hizmet ederek ziyaret edenleri büyülüyor.
Içeri girer girmez yüksek tavaniyla dikkatimizi çekiyor. Her detayi etkileyici. Resmen boynumuz tutuluyor tepelere uzun uzun bakmaktan. Muhteşem. Son derece rafine.
Tarihin ve modernitenin bulustuğu ender yerlerden birisi. Bayildim.
PLEBISCITO MEYDANI:
Bu devasa ve gorkemli meydan her donem Napoli'nin en onemli meydani olma ozelligini korumus.
1860 yilina kadar, içinde barindirdigi Kraliyet Sarayi'ndan oturu adi "Kraliyet Meydani"ymis.
"Pleb" halk demek. "Plebiscito" ise halk oylamasi anlamina gelir.
Ekim 1860'taki iki Sicilya Kralliginin birlesmesi kapsaminda gerçeklesen halk oylamasinin ardindan meydan Plebiscito adini almis.
Meydanda dört önemli yapıt var. Ancak sanırım bunların en mühimi Basilica di San Franceso di Paola ve Kraliyet Sarayi.
PALAZZO REALE (Kraliyet Sarayi)
Cumartesi akşamüzeri biletlerimizi alıp anında dalıyoruz sarayın derinliklerine...
Neoclassic tarzda yapilmis Basilica Di San Francesca di Paola'nin tam karsisinda. Gezerken pencerelerden görüyoruz, şahane bir manzara, insanın pencerenin önünden çekilesi gelmiyor.
Gezerken kraliyet gösteri salonuna yolumuz düşüyor. Burasi hâlâ gösteriler için kullaniliyor. Ve hatta biz ordayken aksam gösteriye çıkacağını tahmin ettigimiz bir takim müzisyen ve dansçilar çalisiyorlar.
Saraylardaki büyük ve ihtisamli davet salonlari beni her zaman çok etkiler. Ama neden bu kadar büyük?
Sahiden içini doldurabiliyorlar mi? Ya da gösteriş için mi? Simdi nasıl insanlar hep birbirinden daha büyük evlerde oturmaya çalışıyorlar, benim salonum daha büyük, hayır benimki daha büyük, krallarinki de böyle bir yarış mı acaba? Benim davet salonum daha büyük yarışı...
BASILICO di SAN FRANCESCA di PAOLA
Plebiscito Meydani'na gelir gelmez, karşılıklı birbirine kim daha güzel diye meydan okur gibi bakan bu iki güzellik karşısında büyüleniyor insan.
Neoclassic tarzindaki San Francesca di Paola Basiligi ilk bakışta kenarlarındaki uzantısı itibariyle Vatican'ı andiriyor. Onun kadar görkemli olmasa da yine de görünce diliniz tutuluyor.
Içeri giriyoruz. Aaaaa bir düğün var, yani kilise düğünü, gelin damat diz çökmüşler, konuklar, din görevlisi... Ayyyy ne hos. Valla hiç utanmiyoruz, giriyoruz içeriye. Bizden baska disaridan insan yok. Biz de olmasak iyi ama, ama, ama ben izlemek istiyorum neler oluyor... Hem Italyan kadinlar düğün için nasil giyinmis, ayaklarinda nasil ayakkabilar var bakmayacak miyim yahu, kilisede geziyor bile olsak en nihayetinde kadinim...
Buradan çiktiktan sonra kendimizi Via Chiaia'ya bir vuruyoruz, yorulana, susayana kadar...
O isiltili, capcanli, Noel'in yaklasmasiyla dekorasyonuyla parlayan minik minik sokaklarda kayboluyoruz. Kayboluyoruz, zira buradan sonra geçtigim sokaklarin, gordugum meydanlarin adini hatirlamiyorum. Her ilgimizi çeken dukkanda birkaç dakika durup onu bunu kurcalayan çocuklar gibi dura kalka bayaa bir yol katediyoruz.
Haaa bir ara şehrin en pahali evlerinin olduğu Vomero tepesine doğru yol aldığımızı fark ediyoruz. Hadi tabana kuvvet biz buradan Sant'Elmo'ya kadar çikarız diyoruz ama...
Bir gün içinde şehrin hem kuzeyini, hem güneyini karış karış gezip, hayli yüklü bir gezi yapmadık mı?
Şimdi GAMBRINUS'ta şampanya zamanı. Oh yeah !!!
GAMBRINUS
Trieste Meydani'ndaki dillere destan bu antik bara ugramadan Napoli'den gitmeyin.
Antique... Mythique... Estethique... Fantastique...
Decoration harika.
Burada mutlaka Italyan kahvesi içmek ve patisserie'lerinden yemek gerekiyormus.
Ancak saat itibariyle ve 3 gun 3 gece kutlayacagimiz sevgilimin dogumgunu sebebiyle canimiz sampanya istiyor. Hadi tamam sampanya olmasin, Italyan usulu Prosecco olsun. Gambrinus'ta ne olsa gider...
Su andaki ruh halim ve yasama sevincim itibariyle bardagin ayaklari olsun yeter...
Aksam yemegimizden once bu aperitif molasi sahane geliyor.
Istikamet Italyan arkadasim Emilia'nin onerisi uzerine Bellini meydanindaki restaurant.
Sorbillo'da pizza yemedim, aksam yemegini kesin orada yemem lazim. Yemin ediyorum bu Emilia bana hesap soracak Paris'e donunce, elimde birseyler olmali. Italyan kadinin sakasi olmaz !
TEATRO di SAN CARLO bir sonraki yaziya...
Hiç hesapta yoktu. Yanimizda uygun kiyafetimiz bile yoktu.
Bayiliyorum hayatin spontane gelisen son dakika planlarina...
Bir de baktik, elimizde, ertesi aksam için, koskoca Teatro di San Carlo'da izlemek uzere AIDA operasinin biletleri duruyor.
Teatro Di San Carlo: Anlatacak hikayelerim var
NAPOLI: Italya'nin asi çocugu...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder