ODTÜ'den eski bir arkadaşım geldi Paris'e. 10 yıl oldu nerdeyse görüşmeyeli.
"Hiç değişmemişsin." dedi bana. "Hiç değişmemişsin." dedim ona.
Ne tuhaf! Hem hep değişmek isteriz, hem de değişmeyen şeyler aslında ne güzeldir, ne kadar huzur verir ve nasıl sıcacık akar insanın içine...
Biz, biz olarak ta değişmemişiz. Araya yıllar, yollar girmiş, biz aynı biz, kaldığımız yerden devam. Kahkahalar, beyin fırtınaları, konuştuğumuz konunun 1 mil uzağında daldan dala atlayıp kaybolmalar...
Ve sessiz geçen dakikalar...
Bence bir insanın yanında sessiz vakit geçirmek insanı rahatsız etmiyorsa, "konuşacak birşeyimiz kalmadı" duygusu değil, "şu anda disconnected olma ve kendimle başbaşa kalma ihtiyacındayım, bir 10-15dk sonra sana ve dünyaya geri bağlanırım" duygusunu yaşamanıza izin veriyorsa, o kişi, hayatta sizi saran çemberin birinci dalga insanlarından biridir.
Pulp Fiction'daki "silence" ile ilgili bölümü hatırlıyor musunuz?
Öyle diyordu Uma Thurman :
"That's when you know you have found somebody really special, when you can just shut up for a minute and comfortably share the silence."
"Why do you feel it's necessary to talk about bullshit in order to feel comfortable?"
İşte öyle. Yanında sessizliği de paylaşabildiğiniz, bunun rahatsızlık vermediği kişi sizin en yakınlarınızdandır.
Sessizlikten bahsederken... Anlatacak ta ne çok şeyimiz birikmiş...
Konuş konuş bitmedi konular, aslında hiçbir konuyu bitiremedik ki, o konunun bağlı olduğu milyonlarca konuya atlamaktan, oradan oraya slalom yapmaktan...
Ama mottomuz neydi? Vardığımız durak değil, yolculuğun kendisi mühim olan. Hiçbir konuyu bir yere bağlayamadığımız için hayıflanmadık, o sohbetten bu sohbete geçerken biz çok keyif aldık.
"Bloğunu okuyorum, çok seviyorum, neden daha sık yazmıyorsun?" dedi bana.
Gezip gördüğünü de yaz, Paris'in gri, soğuk havasını, en sevdiğin kotunu ve bej botlarını, hediye gelip evinde uzun süre barınamayan çiçekleri, yemeklere tuz koymadığını, her seferinde yeni bir çöp torbası yerleştirirken ne kadar mutlu olduğunu yaz mesela...
Kime ne benim yeni yerleştirilen çöp torbalarına karşı beslediğim duygulardan...
Ama mesela dün ilk defa katıldığım yeni bir gym class'ı anlatayım. "Barre au Sol" ama bu barre'sız yapılanı. Fitness salonlarının yeni konseptlerindenmiş bu ders, bir gidip göreyim dedim, eksik kalmıyım. Classic bale hareketlerinin daha önce hiç bale yapmamış insanlara indirgenmiş, uyarlanmış hali. Hem esneklik kazandırıyor, hem posture hem de upuzun taş gibi bacaklar yapıyor. Yemin ediyorum ders boyunca bacak kaslarımı neredeyse bir saniye bile bırakamadım; böyle her an gergin ve havada. Hayır kendime balerin havası vermek için öyle ördek gibi yürüyemiyorum henüz; ama bacak boyum dünden bu yana 1 cm uzadı sanki...
Herşeyin mükemmel olmasını beklemek çok anlamsız, bak yaptığımız kek te kabarmadı ama tadı şahane.
Bir kız vardı, adı neydi bilmiyorum, bloğunda şöyle demişti bir gün:
Herşey her zaman istediğin gibi olmaz.
Biliyorum dedim, kabul ediyorum demedim...
Tamam. Bundan sonra daha sık yazmayı deneyeceğim.
Deneyecekmiş !
Deneyeceğim sözü bana hep Yoda'yi hatırlatır. Ne demişti?
Do or do not.
There is no try...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder