Içeri adimimi atar atmaz gördüm seni...
Şaşkınlığım kanımı dondurdu. Nefesim kesildi.
Paris'te, öylesine bir barda, duvarın kenarında, yanında iki genç adamla oturuyordun.
Ama bu nasil mümkün olabilirdi?
Senin ne işin vardı burda?
Yıllar sonra Paris'te böyle alelade bir barda mı karşılaşacaktık seninle?
Bu bir tesadüfse, şanssa, ne akılalmaz bir şanstı bu böyle...
Sen bu şehirde, bu ülkede bile yaşamıyordun.
Hatta artık hayatının tamamını geçirdiğin ülkede bile yaşamıyordun.
Sen gittin... Başka bir ülkeye, başka bir şehre taşındın.
Belki de başka birisi oldun. Bütün sayfaları teker teker çevirdin.
Çevirmekle de kalmadın, hepten yırtıp attın...
Şimdi karmakarışığım, karşımda duruyorsun işte orda.
O sensin...
Gözlerimi çeviremiyorum, sana hamle yapamıyorum, kilitlenmis duruyorum, öylece sana bakıyorum.
Her zamanki gibi çok güzelsin. Hemencecik karşımdasın...
Evet karanlık, barın ışıkları aldatıcı olabilir, net görünmüyor hiçbirşey, ama eminim ben sensin o.
Bu kadar mi özlemisim seni?
Konser dinlemeye geldim ama hiçbir sey duymuyorum.
Dünya durdu sanki, ben sadece sana bakıyorum...
Gözgöze geldik bir an. Anlamlı anlamlı baktın yüzüme.
Ne çok sey söyledik birbirimize o anda. Neredesin bunca yıldır? Neden hayatımda değilsin? Neden çıktın gittin? Neden hiçbir sey hayal ettiğimiz gibi olmadı? Dedik...
Kaçırdın sonra gözlerini...
Aşağıya devrildi bakışların...
Tanıyorum bu ifadeyi. Ne zaman hayalkırıklığına uğrasan, birşeylere üzülsen böyle bakarsın sen yere.
Konser başladı. Oraya beraber geldiğim arkadaşlarım havaya girdi, eğlenmeye başladı. Bense sadece kilitlenmiş sana bakıyorum.
Senden önemli birsey yok su anda, anla istiyorum.
Tekrar bakiyorsun suratima. Biliyorum kırgınsın bana. Gittim, baska bir ülkeye taşındım.
Bazi seyler düşündüğümüz ya da hayal ettiğimiz gibi gelişmedi.
Annen vefat ettiğinde gelemedim...
2003 sonbaharıydı. Çok iyi hatırlıyorum o dönemi. Yeni ayak basmıştım bu ülkeye, tutunmaya çalışıyordum. Bürokrasi, ülkeye giriş-çikisimi bağlıyordu. Herşeye yabancıydım. Zaten yabancıydım. Şaşkındım...
Annen vefat ettiğinde gelemedim. Ve bunun için kendimi hiç affetmedim.
Düşündükçe hâlâ gözlerim dolar. Yanında olamadım. Suçluyum.
Ve çok üzgünüm...
Koptun sonra sen. Herkesten, herşeyden koptun.
Ne kadar yakındık biz oysa. Kardes gibi derler ya, ben hiçkimse için demedim bunu ama öyleydik biz... Aileydik. Ankara'daki öğrenci evimizde, sohbetin derinliğinden yorulur, kendi odamıza gitmeye üşenir, sardunya balıkları gibi beraber uyurduk bazen.
Pazarlari aksamüstü 5'lere kadar kahvaltı yapardık.
Hafta sonu bazi akşamlar pijamalarimizi giymiş yatmaya hazırlanırken, aniden gecenin 12'sinde dışarı çikmaya karar verirdik, buna rağmen hazırlığımızdan ödün vermezdik 1'de çıkardık dişarı.
Birimizi üzen birsey olduğunda diğerimiz onun üzüntüsünü yüreğinde hisseder o da ağlardı.
Ne kadar yakındık biz..
Ne oldu bize?
En son Ankara'da bir tren garında birbirimize sarılıp ağladık.
O sefer, ayrılıyoruz diye değil, hiç kavuşamadık diye ağlamıştık.
Hatırlar misin? Zira ben hiç unutmadım...
Bir gün blogumu biri aramış internetten. Anahtar kelimeler yazmis: Paris pebbles blog. Pebbles... Benim pebbles olduğumu kaç kişi biliyor ki?
Ankara'da öğrenciyken saçlarimi tepeden toplardım, palmiye gibi dağılırdı yanlara. Sen bana "çakılım" derdin.
Çakmaktaş ailesindeki çakıl.
Pebbles... Çakıl... Bu ismi bana senin verdiğini kaç kişi biliyor?
Anahtar kelimelerle biri blogumu aramış.
Ama belli ki bu kişi blogu degil beni aramış. Bunu gördüğüm anda yüzüme büyük bir tebessüm yayıldı. Aramızda yeniden bir bağ vardı.
Paris'te barda gördüğüm kadın sen değildin...
Bunu ışıklar yandığında anladım...
Ancak bugun, yasadığın ülkeden, o şehirden beni okuyan sensin...
Bunu bilmek beni mutlu ediyor...
Hayatı pervasızca yasadığımız o günlere geri dönmek belki mümkün değil.
Bil ki..
Kalbimdeki yerin hiç değişmedi.
Değişmez...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder