ODTÜ'de öğrenciyken, bölüm başkanı, çok saygıdeğer bir hocam vardı: Sencer AYATA. Bir derste şöyle demişti:
"Çocuklar, hoşunuza gitse de, gitmese de yılda en az 3 kere operaya gitmelisiniz. Bunun zamanla sizi ne kadar geliştirdiğini, hayattaki zevklerinizi nasıl yukarı çektiğini göreceksiniz."
Tabi o zamanlar toy zamanlarımız, gençlik başımızda duman...
Herkes bir iki gitmistir, denemistir de, laf ola beri gele. Sonradan "Bütün aksam bunları mı dinleyeceğim" deyip soluğu sabahlara kadar dans edebileceğimiz mekanlarda almıştır. Herhalde...
En azından benim için öyle olmuştu.
Ama ben bu sözü hiç unutmadım.
Bir gün, hayattaki alışkanlıklarım listesine bunu da ekleyeceğim, dedim kendime.
Bir yer düşünün: Siz operaya gitmiyorsunuz, opera size geliyor...
Geçen ay Paris'te olağanüstü bir restaurant keşfettim. BEL CANTO
Seine Nehri'nin kenarinda, tarihi binalara nazır, eski Paris'in tam göbeğinde...
Bize servis yapan, yemeklerimizi getiren, şarabımızı koyan servis görevlileri aslında birer opera sanatçısı. Yaşları 22 ila 30 arasında.
Konservatuardan mezun olup hemen herkesin çabucak Devlet Opera ve Balesi'nde ya da benzeri özel kurumlarda iş bulması kolay olmadığına göre, ve bu sanatçıların bir şekilde hayatlarını idame ettirmeleri gerektiğine göre, BEL CANTO'nun restaurant concepti bence üstün. Şahane...
Içeri girer girmez dekorasyondaki rafinelik dikkatimi çekiyor.
Bize rezerve edilen masamıza yerleşiyoruz.
Piyanoya çok yakınız. Bütün gece müzik her hücremize işleyecek, tek bir notayı dahi kaçırmamız imkansız.
Başlamak için birer kadeh şampanya söylüyoruz.
Şampanya, hayattan aldığım zevkin katlandığı ortamlara çok yakışıyor...
Siparişimizi veriyoruz.
Sadece opera temalı değil aynı zamanda gastronomik bir restaurant. Menüdeki her yemek sanatsal bir sunum ve lezzetle geliyor.
Şampanyalarımızı yudumlarken ve ikram edilen lezzetli kanapeleri tadarken, bir anda, yan masaya servisini henüz tamamlamis sarışın garson kızın sesiyle afallıyoruz.
Tam ortada durup başlıyor şarkı söylemeye...
Ben şarkı diyorum da, klasiklerden, Mozart, Beethoven, öyle...
Hani şu ağzını açıp, kapayıp dudaklarını büzüp, şekilden şekile sokup aynı ağızdan 50 çeşit ses çıkartan türden şarkılar...
Bu kızın söyledigi "Figaro'nun Düğünü"ymüs.
Kusura bakmayın, o kadar hakim değilim daha olaya. Anca...
Sadece mest olmuş bir şekilde dinliyorum. O kadar.
Salonda çıt çıkmıyor. Hiçbir şey hareket etmiyor. Hayat resmen duruyor.
O anda o bir sanatçı. Ve sahnede...
Şarkısını bitiriyor. Müthiş bir alkış kopuyor.
Ve restauranın isleyişi kaldığı yerden aynen devam ediyor.
Az once Cinderella'ydi, şimdi Külkedisi... Servis yapmaya kaldığı yerden devam ediyor.
Olayın gizemi de tamamen bu.
Aramızda dolaşan bu olağanüstü insanların hangisinin, ne zaman Cinderella'ya dönüşeceğinden tamamen habersiziz...
Entrée'lerimiz, bu minik konserin hemen ardından geliyor.
O anda hersey normal bir restaurant atmosferine giriyor.
Sohbet eden insanlar, çatal kaşık sesleri, tokuşturulan kadehler...
Ve tabi ki piyanistin mükemmel eşliğinde...
Herkes kendi aleminde keyifli bir yemek yerken, yine aynı şey oluyor.
Ellerindeki tabakları servis yaptıkları masaya bırakıp, "opera sanatçısı"na dönüşen bir kadın ve bir erkek var şimdi aramızda, şarkı söyleye söyleye, bizlere dokuna dokuna dolaşan...
Bir dakka bir dakka bu seferkini tanıyorum ben.
Carmen bu yahu!!! Valla bildiğimiz Carmen!
Carmen'i canlandiran esmer güzeli hatundan gözünü alamıyor insan, sesi ve sesini kullanışı zaten muhteşem...
Böyle kaptırıp gidiyoruz mavi gözlerine.
Carmen deyince insanın aklına yanan birşey geliyor değil mi?
Işte bu kız da öyle. Yakıyor...
Hele duet yaptıkları bölümler, çok etkileyici.
Herşey doğal, herşey kanlı canlı, herşey gerçek...
Bir ses çıkıyor bir bedenden, hiç bitmeyecekmiş gibi.
O nefes sonsuza dek sürecek ve binbir çeşit ses daha çıkartacakmış gibi.
Hakiki opera sanatçılarının ağzından Carmen'i canlı dinliyorum. Çok ta keyif alıyorum. Yoksa ortam bu kadar hoş diye mi?
Derken ana yemeklerimiz geliyor, ortam yine yemek ortamına dönüşüyor.
Ardından 4 kişinin canlandırdığı bölümler başlıyor.
Salonun içinde 4 kafadan birbiriyle muazzam uyumlu sesler çıkıyor.
İnanılmaz...
Içlerinden biri zenci. Ama kizin sesinin gücü aşmış...
Birşey söyleyim mi? Malesef bu camiada iş bulmada en zoru onun yolculuğu olacak. Kimsenin suçu degil. Bu klasikler asillerin gözünden... Ve zenci karakter yok onun canlandırabileceği.
Hatırlıyorum bir keresinde bir sahne koyucu Otello'yu zenci birine oynatmıştı. Belki bu kızın sesinin büyüsüne kapılıp risk alan biri çıkar. Kim bilir...
Carmen'in elinden zehir olsa içerim diyen var mı?
Ben şampanya içenlerdenim...
Tatlı servisiyle beraber sanatçi-garsonlar herkese birer kadeh şampanya ikram ediyor.
Bana servis yapan Carmen'in ta kendisi...
Onlar da ellerinde şampanya kadehleri, aramızda gezerek, bütün herkesin teker teker gözlerinin içine bakarak kadeh tokuşturuyorlar.
Ve bir yandan da şarkılarını söylüyorlar.
Duygu yoğunluğu, ambiansın güzelliği hat safhada...
Her güzel şeyin bir sonu oluyor. Geceyi, tavan yapan bu son bölümle muhteşem bir şekilde tamamlıyoruz.
Carmen'le aramızda bir sinerji mi oluştu ne...
Masamızdan kalkıyoruz. Çıkışa kadar bize o eşlik ediyor.
Ve hatta gidip mantolarımızı o getiriyor.
Gözlerimizin içine bakarak bizi uğurluyor.
Hayır bunu bahşiş için yapmıyor. Çünkü özel bir sistem var burada.
Ödediğimiz hesabın 45%'i kadarı daha hesaba ekleniyor.
Sanatçılar için...
BEL CANTO
Paris'te yaşayan, Paris'e gezmeye gelen, değişik bir deneyim yasamak isteyen herkese tavsiye ederim.
"Anlatilmaz yaşanır" derler ya...
Bunun içinden "anlatilabilir" olanlarini seçmeye çalıştım.
Benim anlatabildiklerim bu kadar.
Gerisi ruhuma isleyenler, üzerine giyecek söz bulamayanlar...
Paris'te class bir brunch: Mama Shelter
Paris'te Jazz-Brunch: Le Reservoir
Tokyo'da "hucre" temali restaurant: THE LOCK UP
Memleketimin sofralari bambaska
La Cigale / Izmir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder