29 Ekim 2014 Çarşamba

Sözcükler

Yazmak dediğin nedir ki?
Herkes yazar, herkes yazabilir.
Bu dilin, dillerin tapusu sende, bende, onda mı ki?
Sözcükler sana, bana zimmetli değil ki...

Hadi fikirler desen, anlatılacak hikayeler...
Gözümüze çarpanlar, gözümüzden kaçanlar, içimizde bir yere dokunanlar, değmeden teğet geçenler, herkesin bam yeri aynı yerde değil ki...
Oysa ki; birbirinden farklı da olsa yaşananlar, deneyimler; bıraktığı duygular sende, bende, onda ne kadar farklı olabilir ki?

Sözcükler havada uçuşur bazen.
"Beni al", "beni seç", "beni kullan" diye yarışırlar birbiriyle.
Kafanı kaldırır bakarsın, sözcükler takla atıyordur karşında...
Bir duygu vardır aklında tanımlamak istediğin, ya da, henüz başına gelmiş birşey vardır, yeni yaşadığın veya hatırladığın birşey vardır, bir hayalin vardır, seni beslemiş bir düşünce, ya da öylesine birisi vardır aklında, dünden bugüne yerinden oynamış bir taş vardır...

Sözcükler havada uçuşur bazen, birbiriyle yarışır.
Biz sözcüklerin peşinde perişan, onlar bizim etrafımızda pervane.
Sözcükler güçlüdür...

Havada uçuşan sözcüklerden hangilerini seçtiğinizdir farkı yaratan.
Sözdizimidir.
Hangi sözcükleri birbiriyle yanyana getirdiğinizdir.
O sözcüklerin, yanındakini sevip sevmeyeceğidir, sözcüklerin kimyasıdır.
Konuşurken de bu böyle yazarken de; doğru bir sözdizimi kadar çok az şey bu kadar etkilidir.
Tılsımlı sözcükler her diyarın kapısını açar.

Başka hiçbir şey doğru bir söz dizimi kadar bir kadının başını döndüremez mesela.
Bir kadının kalbine giden bir yol varsa, en basitinden doğru bir söz diziminden geçer.

Kafanızın içindekiler, üzerlerine sözcükleri giyinip açığa çıkmak isterken, havada uçuşup duran sözcüklerden oluşturacağınız sözdizimleridir yazının ruhunu, kimliğini, akıbetini belirleyen.
Yoksa, o sözcükleri teker teker herkes biliyor.
Başka başka yerlerde herkes kullanıyor.
Ama sözdizimleri ? Onlar bizim...

Sözcükler bu kadar güçlü mü?

Evet güçlüdür.

27 Ekim 2014 Pazartesi

Bir film izledim : The Lunchbox

Hafta sonu bir film izledim. Bir Hint filmi.
Dolmuş, gündelik hayatın dışından gelebilecek herhangi bir hamleyle taşmaya hazır duygular fırtınasında izleyiciyi sürükleyen bir film...


İla, kocası tarafından ilgi ve sevgi görmeyen genç, güzel ve mutsuz bir ev kadınıdır.
Kocasının dikkatini çekmek, kalbini yeniden fethetmek ve kendisine iltifat etmesini sağlamak için kolları sıvar ve mutfağa girer. Kocası için özene bezene enfes öğle yemekleri hazırlar.
Ve Hindistan'da çok gelişmiş olan "evden şirketlere öğle yemeği paketi teslimatı" için evine gelen "dabbawala" ya hazırladıklarını verir.
Kocasını özel tariflerle ve özel baharatlarla hazırladığı yemekleriyle memnun ettiğinden emindir. Ne var ki; kocası akşam eve geldiğinde yemeklerden hiç söz etmez, İla ile ilgilenmez. Her zamanki gibi karnıbahar yapmış olduğunu söyler ve İla, lunchbox'ların karıştığını ve yaptığı o özel yemeklerin başka birine gittiğini anlar.

Saajan, bir devlet dairesinin muhasebesinden sorumlu, karısını kaybetmiş, yalnız ve kısa bir süre sonra emekli olacak olan, orta yaşlı bir adamdır.
İla'nın özene bezene hazırladığı nefis yemeklerin yanlışlıkla gittiği adres odur. Kendisi de bu lezzetteki yemeklerle karşılaşınca son derece şaşırır. Ve hatta öğle yemeği için lunchbox siparişi verdiği yemek şirketini tebrik eder.

İla durumu anlar. Ertesi gün yeniden aynı lezzette ve yaratıcılıkta yemekler hazırlar. Bu sefer, lunchboxın içine bir de not yazıp koyar... Ve bu şekilde lunchboxların içinde gidip gelen yazılı bir iletişim başlar.

Başta, temel konu yemekler ve paketin adres karışıklığı olsa da, aralarındaki paylaşım derinleşir.
Birbirlerine iç dünyalarını açmaya başlarlar...

Film, her insanın dinlenilmeye, anlaşılmaya, söylediklerinin ve yaptıklarının karşısındaki kişide bir tepki uyandırmasına, kısaca hayatta tutunacak bir insana duyduğu ihtiyaca vurgu yapıyor.
Son derece beklenmedik şekilde kurulan bu ilişkiyle birbirine tutunuyor İla ve Saajan ve bir amaç var ediyorlar kendi kendilerine...

Filmin belki de en can alıcı meselesi, lunchboxların karışmasıyla oluşan bu arkadaşlığın nereye doğru gittiği...

The wrong train can get you to the right station? 
























Senarist ve yönetmen Batra Ritesh'in esas olarak Hindistan toplum dinamiklerini anlatmak gibi bir kaygısı olmasa da filmde toplumun sosyolojik ve ekonomik yapısı hakkında birçok dokuyla karşılaşıyoruz : Geçim mücadelesi, ekonomik yetersizlik, yalnızlık, yollardaki alt yapı yetersizliği, ağzına kadar dolu toplu taşım araçlarına mecbur insanlar...

Filmde benim dikkatimi çeken bir diğer mesele bu lunchbox'ların dağıtım sistemi.

Okuduklarıma göre, Hindistan'da oldukça gelişmiş olan bir sistem bu.

Yani birileri (dabbawala) her gün öğle saatlerine doğu evinize geliyor, kutu kutu üstüste dizerek hazırladığınız çıkınları koyduğunuz çantayı alıyor ve tüm Mumbai'yi, bisikletle, otobüsle, kamyonetle vs... ile şirket şirket gezerek çalışanların eşlerinin verdiği öğle yemeğini dağıtıyor.
Öğleden sonra lunchboxlar toplanıyor ve geldikleri evlere geri gönderiliyor.

Hem de hatasız bir şekilde !!!

Temel olarak, alınan adres ve teslim edilen adrese dair kutuların üzerinde renkli kodlama şeklinde çalışıyor sistem.

Öğle yemeğini restaurant'larda yemeyi tercih etmeyen ofis çalışanlarına her gün yemek hazırlıyor ev hanımları. Bu da, pazarda değişim değeri olmayan, ancak "domestic labour force" çatısı altında global bütçeye katkı sağlayan ev kadnının da rolünü görmemizi sağlıyor film.

Kayda alınmayacak kadar düşük hata payıyla çalışan bu sistem modern teknolojik sistemleri alt ediyor.

2010 yılında, Harward Business School, The Dabbawala System: On-Time Delivery, Every Time, adında bir çalışma yürütmüş, tamamen insan iş gücüne dayalı bu çok yüksek kalitedeki hizmetin püf noktalarını araştırmis.

Başı belli, sonu belli, mutlaka mutluluk ve çıkış vaadeden filmlere alternatif bir film izlemek istiyorsanız LUNCHBOX ı kesinlikle tavsiye ederim.


26 Ekim 2014 Pazar

Ve o gün deniz kıpkırmızıydı : D-Day Normandiya Çıkartması

Bir yer vardı yıllardır gitmek istediğim...

Gözünün alabildiğine yeşillik... Üzerinde dolaşan, otlanan, bırak yolu, arabayı, dünya umrunda değil, neredeyse otoyola atlayacak inekler, meşhur Fransız peynirleri, buram buram burnuna gelen toprak kokusu, masmavi pırıl pırıl bir gökyüzü, birbirinin içine geçmiş irili ufaklı sevimli sevimli köyler, kasabalar, şehirler...
Ciğerlerine son gücüne kadar çektiğin enfes bir oxygen.
Oxygen'in enfesi olur mu? Olur.

NORMANDİYA'DA...

Ve uçsuz bucaksız plajlar...
Plajlar evet, plajları görmeye geldim ben.

Ama bu sefer öyle kumlarına uzanmaya, denizin ve güneşin sefasını sürmeye değil.
Bu kumlar, bu deniz... bir gün kıpkırmızıydı. Ve günlerce öyle kaldı...
Bu kanlı plajları hissetmeye, Avrupa'nın tarihini değiştiren bir günü hayal etmeye geldim.

6 Haziran 1944 gününü, tarihin en kanlı savaşlarından Normandiya çıkartmasını yaşamaya geldim...

Özgürlüğün bedeli her zaman ne kadar ağır değil mi?





























Gözlerim dola dola tarihi içime çektim o hafta sonu.
6-8 Haziran 1944'te ne oldu ? Her anını biliyorum.

Bazı yazılar zordur. Çok zor...

Nereden başlayacağınızı bilemezsiniz, bilseniz bile nasıl aktaracağınızı bilemezsiniz, bilseniz bile okuyucuyu sıkmadan, tarihin derinliklerine fazla daldırmadan, bilgiye boğmadan hele hele detaylarda hiç boğulmadan nasıl yazacağınızı bilemezseniz...

Halbuki Normandiya çıkartmasının her anı dallı budaklı, bir diğer adımın olmazsa olmazı, bir sonraki etabın kayıtsızı şartsızı, Normandiya çıkartmasının her anı askeri zeka ürünü bir detay...

Sadece 6 Haziran günü 10.500 asker kendi kanında boğulmuş, biz biraz detaylarda boğulsak çok mu?

Arkadaşlar !

Bu yazıyı sonuna kadar okuyun olur mu?

Bu öyle bir operasyon ki; her dakikası en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş, he dakikası bir ömür değerinde, her dakikası bir sonraki saatin, günün, bölgenin kaderinin belirleyicisi...

Çıkarma fikri hazırlıkları

Avrupa'nın neredeyse tamamı, Hitler yönetimindeki Alman işgali altındaydı.

1940'ta Fransa'yı da işgal ettikten sonra Alman askeri yönetimi yüzünü ve askeri güçlerinin neredeyse tamamını Doğu cephesine yani Rusya'a çevirdi.

İngiltere'ye karşı sahil cephesine, savaş donanmalarıyla bir Atlantik Duvarı kurdular.

Büyük Britanya, Hitler rejimine karşı dayanan son cephe kalmıştı.

Ağustos 1942'de olası bir çıkartma operasyonu fikriyle, Alman'ların savaş reflexi ve defans gücünü test etmek amacıyla bir çıkartma gerçekleştirdiler. Ve sonuç facia oldu.
Zira 4000'e yakın asker çıkartmanın başladığı ilk birkaç saatte anında katledildi.

Anlaşıldı ki; Almanlar'a karşı gerçekleşecek bu operasyon çok daha detaylı bir şekilde incelenecek, hazırlanılacak, operasyonun her adımı ince ince örülecekti.

O günün ardından İngiltere bir askeri üs olarak kullanıldı. Ve Amerika'dan binlerce asker, binlerce savaş malzemesi geldi ve İngiltere'ye konuşlandı.

1943 yılında, Québec'te ve Tahran'da gerçekleşen bir konferansta, 1944 baharında, Avrupa'da büyük bir çıkartma operasyonunun gerçekleşeceği kararı alındı.

Ve aralık General EISENHOWER bu büyük ve çok gizli operasyonun başına geçirildi.

NEDEN NORMANDİYA ?

Avrupa'nın geleceği için büyük tehdit içeren Fransa'nın Normandiya bölgesi Alman işgali altındaydı.

Buna karşılık, Büyük Britanya toprakları üzerinde Almanlara karşı askeri bir güç toplanıyor, burada eğitiliyor ve sadece birkaç kişinin bildiği bir çıkartma operasyonuna hazırlanıyordu.

Alman birlikleri bu çıkartma operasyonunu bekliyordu.
Gününü, tarihini, ne zaman, nereden, nasıl olacağını bilmiyorlardı ancak Büyük Britanya üzerinden gelecek bir saldırıyı her zaman bekliyorlardı.

Bunun için de en mantıklı seçimin, Fransa'nın Büyük Britanya'ya en yakın olduğu kuzey kıyısı "Pas de Calais" olacağını düşünüyorlardı. Bu mantık yürütmeyle, askeri güçlerinin büyük bir bölümünü Pas de Calais bölgesinde yoğunlaştırmışlardı.

İşte tam da bu nedenle, Alman birliklerini hazırlıksız yakalamak ve "sürpriz"in gücünden yararlanmak amacıyla Büyük Britanya'ya daha uzak ve daha teferruatlı bir hazırlanma gerektiren başka bir bölgeyi tercih ettiler: Normandiya



NEDEN 6 HAZİRAN ?

Bu operasyonu gerçekleştirmek için birbirine bağlı parametreler zincirleri vardı.

Gece yarısı, Normandiya'ya ilk ayak basacak olan paraşütçüler ve planörler Alman askerlerinin dikkatini çekmeden, onları uyandırmadan son derece stratejik Pegasus Bridge'in kontrolünü ele geçirecekti.
Bu misyon gece karanlığında gerçekleşeceği için ay ışığından yararlanmak için bir dolunay olması lazımdı.

Bu aydınlık gecenin sabahında, çıkartmadan 45 dakika önce Alman savunmasını bombalayacak olan
havacıların da hedeflerini doğru vurabilmeleri için aydınlık bir tana ihtiyaçları vardı.

Ve, Manş Denizi üzerinden gelen ve içinde binlerce asker, savaş malzemesi, tanklar, suni limanlar taşıyan binlerce savaş gemisinin, en sağlam şekilde yükünü boşaltabilmesi için denizin gelgit olayları hesaplandı.
Denizin yüksek olduğu noktada, Almanlar'ın kurduğu tuzaklarla denizin dibine yerleştirilen kazıklar dolayısıyla gemilerin batacağı ve denizin çekildiği noktada hareket edemeyeceği hesaplandı. Dolayısıyla askerlerin kıyıya kadar savunmasız bir halde daha fazla yol katetmesi ve yüksek kayıp riski göze alındı, gemilerin batma riski göze alınmadı.

Verilen karar; denizin, gelgit olaylarından sonra, denizin çekildiği zaman Normandiya çıkartmasının başlayacağıydı.

Bu nedenle askerler bu mesafeyi gemilerin içinde korunarak değil açık alanda, karşılarından sıkılan mermilere doğru ilerleyerek geçmek zorunda kaldılar. Her askerin, üzerinde 40 kiloluk erzak-malzeme-yiyecek-su çantası olduğunu da unutmayalım.

Aslında mantık şu olmalı: Alman askerleri aynı anda bütün askerleri vuramayağına, herkesi aynı anda öldüremeyeceğine göre, birim zamanda birileri ölürken, Alman'ların vuramadığı diğer Amerikan, İngiliz, Kanadalı askerlerin ilerleyebilmesi. Yani birileri ölecek ki birileri ilerleyebilsin...

İşte, her ay içinde bu dolunay ve gelgit olayları parametrelerini beraber karşılayabilecek sadece birkaç gün bulunduğundan, Eisenhower "Overlord" kod adlı Normandiya çıkartmasının tarihini 5 Haziran olarak belirler. 5 Hazirandaki hava şartlarının elverişsizliğinden dolayı 6 Hazirana kaydırılır.

Ve böylece 6 haziran 1944 tarihe geçer...

Normandiya çıkartması "top confidential" bir operasyondur. Bu operasyonun detaylarından, gününden, saatinden sadece birkaç generalin haberi vardır. Ve bilgi sızdırma riskine karşı, askerler son gün gemilere bindirilmiş ve operasyon bir gün ertelense dahi bilgilerin güvenliği açısından gemiden indirilmemiştir.

Çıkartma 5 ana plajda gerçekleşecektir:

UTAH ve OMAHA (Amerikan askerleri)
GOLD ve SWORD (İngiliz askerleri ve 177 Fransız askeri)
JUNO (Kanadalı askerler)

Savaşta en değerli şey "gerçek" tir.

Winston Churcill şöyle der:

"Bir savaşta en değerli şey; gerçek bilgidir.  Ve bu gerçeği korumak için yalanlardan bir dağ oluşturmanız gerekir."

Almanlar, çıkartmanın, İngiltere'den en yakın kıyı üzerinden Pas-de-Calais'den olacağını sanıyordu.
Zira, hazırlıklar boyunca Amerikalı generaller çıkartmanın buradan olacağına dair sahte bilgiler dağıtmışlardı.

Ve hatta...
Pas-de-Calais bölgesi üzerinde kontrol amaçlı uçan Alman uçaklarını yanıltmak amacıyla bu bölgeye balondan, şişme toplar, tanklar yaparlar, denizin üzerine maketten gemiler yerleştirirler. 
Ve burada sahiden bir savaş hazırlığı olduğu fikrini güçlendirirler. Ne kadar dahice...

Askerler gemilere bindirildiğinde, birkaç üst düzey general hariç kimse çıkartmanın Normandiya üzerinden yapılacağını bilmiyordu. 5 haziranda çıkartmanın gerçekleşeceği bilgisi verildikten sonra bu tarih 6 hazirana kaydırılsa dahi hiç kimsenin gemiyi terk etmesine izin verilmez.

Normandiya bölgesindeki Fransız direnişçiler

Bölgedeki Fransız direnişçilerin de önemli görevleri vardı.
Almanlar arasında espiyonaj yapıyorlar ve aldıkları bilgileri iletiyorlardı.

Her gün radyoları dinliyorlar ve radyodan gelecek kodlu mesajları bekliyorlardı. Buna göre, Almanlar arasındaki iletişimi kesebilecekler, erzak ve lojistik yardımların gelmesini engelleyebileceklerdi.

Ve Verlain'in çıkartmanın başladığını haber veren o şiiri "Chanson d'automne"...

Her gün radyolardan kodlu mesajlar dağıtılıyordu. Ve Verlain'in bu şiirinin ilk dizesinin söyleyip bırakıyorlardı.
Zira şiirin iki satırının tamamı söylendiğinde, Fransa'daki direnişçiler, Normandiya çıkartmasının 48 saat içinde başlayacağını anlayacaklardı. Ve görevlerinin gerçekleştireceklerdi. Böyle kodlu bir haberleşme söz konusuydu direnişçiler ve Büyük Britanya'dan yönetilen operasyon arasında.

Les sanglots longs des violons de l'automne
Blessent mon coeur d'une langueur monotone.

CAPA'nın o eşsiz fotoğrafları

Robert CAPA ünlü Macar savaş fotoğrafçısı. Normandiya çıkartmasının kilit fotoğraflarını çekmiştir.

Hem de Kanlı Omaha plajında, hem de neredeyse hepsinin bile bile ölüme gittiği ikinci dalga birliklerle beraber saat 7h15 civarında CAPA ordaydı. Tam da savaş esnasında 106 fotoğraf çekti.

Fotoğrafların filmlerini yayınlanması için Londra'daki bir dergiye gönderdi.
Ancak...
Bu eşi benzeri bulunmayacak savaşın kalbinden gönderilen bu fotoğraflar, işe yeni başlayan bir gence emanet edildi. Ve o gencin ellerinde film laboratuvarında fotoğraflar kayboldu, sadece 10 tanesi sağlam kaldı..

Bu fotoğrafları çekebilmek için Omaha Beach'te hayatını ortaya koyan CAPA'ya bu durumu nasıl açıklayabildiler acaba?





D-DAY : Dakika dakika Normandiya çıkartması

5 Haziran 1944 gece yarısına 45 dakika kala:

Direnişçilere Normandiya çıkartmasının sonunda başladığı mesajının verildiği Paul Verlain'in şiirinin her iki dizesinin de radyolardan duyurulur.

6 Haziran 00.05:
Dolunayın ışığından yararlanıp, Alman savunma ve saldırı sahalarındaki yüksek menzilli topların bombalanır.

Operasyondan evvel stratejik noktaları ele geçirmekle yükümlü planörler ve paraşütçüler adım adım önceden belli misyonlarını gerçekleştirmek üzere uçağa binmeden evvel saatlerinin ayarlarken:


6 Haziran 00.07

İngiliz ve Amerikalı planörlerin sessizce Fransız topraklarına ilk ayak basan askerlerdir.
Alman askerlerini hazırlıksız yakalayan bu operasyonun temel amacı, stratejik yolların ve köprülerin ele geçirilmesi. Bunların başında PEGASUS BRİDGE gelir. Köprünün açılık ve kapanır olması açısından da bu köprünün kontrölü her iki taraf için de önemlidir. Öyle önemlidir ki Alman askerleri, bu köprünün kaybedilmesi olasılığına karşın köprünün altına dinamitler yerleştirmiştir. Ancak bu İngiliz ve Amerikalı askerlerin de öngördüğü birşeydir.

Pegasus Bridge muazzam bir başarıyla Alman askerlerin uyuduğu bir sırada 15 dakikada ele geçirilir. Bu köprü operason için çok önemlidir. Zira Caen kanalı üzerinde kurulmuştur ve saat 06.30'da plajlara yapılacak Normandiya çıkartmasına Alman'ların yardım ve destek gönderememesi açısından köprünün kontrolünü ele geçirmek son derece önemlidir.


6 Haziran 00. 50 - 02. 30

Binlerce İngiliz ve Amerikalı paraşütçü stratejik noktalara sessizce ve dolunayın ışığından yararlanarak iniş yaparlar. Uçaktan atlamayı bekleyen Amerikalı paraşütçüler:



Paraşütçülerin inmesi muhtemel yerlerine döşenen mayınlar ve yapay bataklıklara önlem olarak, ya da paraşütçüler havadayken, olası bir Alman taramasına karşı alınan bir önlem olarak gönderilen asker sayısı kadar "fake", süngerden veya maketten paraşütçü bırakılmış.


01.00

Normadiya sahillerinden sorumlu Alman Mareşel Rommel'in komuta odası, geceyarısı başlayan ataklara karşı uyarılır. Ancak, çapı büyük bir çıkartma olduğunu sanmadıklarını, ufak bir saldırı olduğunu düşündüklerini söylerler. Rommel karısının doğumgünü için Almanya'ya gitmiştir, o sırada uyumaktadır. Ve çıkartmadan ancak ertesi sabah 10'da, Hitler'le beraber haberi olur.

02.00 - 03.00

Sabah karşı yapılan bombalama harekatında Alman radarlarının çoğu tahrip olmuştur ve Alman askerleri sınırlı radarla denizlerde düşman savaş gemilerinin belirdiğini ilk gez görürler.


7000 savaş gemisi yoldadır, Utah Beach'e 18 km uzakta Büyük Britanya'dan kendi getirdikleri limanlara demir alır.

03.15
İngiliz planörlerin hemen hemen tamamının stratejik noktalara iniş yapar.

04.05
Omaha Beach'e inecek ilk askerler kayıklara biner.

05.00
Hitler yatağında uyur. Ve çevresi onu uyandırmayı gerektirecek acil bir durum görmez.
Hitler yatmadan evvel çevresine "Bu akşam deliksiz uyumak istiyorum. Beni sakın uyandırmayın." der.

05.58
Gün doğmaya başlar. Deniz geri çekilir. Amerikan askerleri Utah ve Omaha Beach'e, İngiliz, Kanadalı askerler Gold, Sword ve Juno Beach'e inecek şekilde yaklaşır.


06.30
VE NORMANDİYA ÇIKARTMASI BAŞLAR

06.35
Berlin Radyosu beklenen saldırının bugün başladığını ilk kez anons eder.

06.45

KANLI OMAHA : Sert falezlerle çevrili Omaha plajı o gün tarihe kanlı Omaha olarak geçer.
Bir deniz düşünün ki o gün kana bulanmış... Ve günlerce öyle kalmış, öyle bir deniz, öyle bir plaj...

Deniz o gün buz gibi soğuktur ve fazla hareketli, dalgalıdır. Askerlerin bir kısmı plaja dahi çıkamayarak kendi taşıdığı ağırlıkla denizde boğularak ölür. Veya kolayca mermilere hedef olur.
O gün 34 000 Amerikan askeri çıkartma yapar ve 2500 ü bu 6 km.'lik plajda ölür.

Omaha Beach: Altında binlerce kişinin kanının akmış olduğu bu plaj...



07.10 

Point du Hoc'a tırmanacak olacak en iyi eğitilmiş, en yetenekli 225 Rangers gelir. Omaha ve Utah plajlarının ortasında bulunan falezlere tırmanacak ve görüş menzili Normandiya çıkartmasının yapılacağı 5 plajı birden vurma kapasitesine sahip topları etkisiz kılacaklardı.

Ne var ki; Manş üzerindeki bir navigasyon hatası nedeniyle diğer tüm gemiler gibi 6.30'da varması gereken bu Rangers'ların bulunduğu gemi 40 dakika gecikir. Bu da, Alman savunmasını hazırlıksız, sürpriz bir şekilde yakalama avantajlarını ellerinden alır. Gemiler daha sahile yanaşmadan ateşleme başlar. Bu aksiliğin yanında bir de yukarıya atacakları iplerin yarısı zarar görmüş ve kopmuştur.

225 Rangers'tan sadece 90 tanesi sağlam kalır ve operasyonel olarak görevlerini tamamlarlar.


07.30
Britanik güçler Sword ve Gold Beach'e inerler.
07.45
23000 asker Utah Beach'e iner.

10.00
Hitler neyse ki; sonunda uyanır. Gece olup bitenleri öğrenir. Gece boyunca harekete geçmek isteyen, bir takım stratejik silahların yerini değiştirmek isteyen Alman komutanların hiçbirinin insiyatifi olmadığından Hitler'den talimat beklerler. Ancak Hitler çok geç harekete geçer.

10h46
İlk iyi haberler Omaha'dan gelir ve Londra'da ilk basın açıklamasıyla çıkartmanın çok başarılı başladığı açıklanır.

Bilonço: O gün 156.000 asker gönderilir. Ve 10.500'ü  kaybedilir. Bu kayıp beklenenin altındadır.


ARROMANCHES YAPAY LİMANI

Bu askeri harekatın, bu operasyonun her detayı dahice. Her detayı çok etkileyici...

Normandiya'da her bölgedeki müzeye girdim, bu konuda tonlarca şey okudum, bir sürü belgesel film izledim. Hepsi aynı şeyi anlatmasına rağmen her seferinde yine bir başka büyüleniyor, bir başka hayranlıkla tepki veriyorum. Muazzam...

Çapı bu kadar büyük bir operasyon sadece askeri ve beşeri güce dayanamaz. Tabi ki; lojistik, erzak ve özellikle savaş donanmasına ihtiyaç duyulacak. Tanklar, toplar, yüksek menzilli silahlar, mermiler, bombalar olacak, sahadaki askerleri her açıdan besleyecek arkadan gelen bir destek olacak.

Bu tanklar, toplar gemilerle İngiltere'den yola çıkar. Ancak bunlar nereye boşaltılacak?
Sele, rüzgara, kasırgaya, ağırlığa, bombalamaya, saldırıya dayanıklı bir liman lazım.

2 sene önce gerçekleşen test çıkartmadan anlaşıldığı gibi limanlar Alman askerler tarafından çok sert savunuluyordu. Böyle bir operasyona uygun, derin sulardaki iki büyük liman Le Havre et Cherbourg idi. Ve bu iki liman da Normandiya çıkartmasının yapılacağı sahillere uzaktı.

O halde İngiliz ve Amerikan askeri yönetimi çareyi kendi limanlarını kendileri getirip kurmakta buldurlar.

Bu bağlamda binlerce beton kasa gemilere bağlanmış olarak İngiltere'den Normandiya'ya getirildi. Arromanche sahilinin karşısına, içleri deniz suyu doldurulup dibe oturması sağlanacak şekilde bir yapay liman kuruldu. Ve bu liman, doğal afet ya da Alman saldırısına karşı beklenmedik şekilde dayanıklı çıkarak çok uzun bir süre boyunca operasyonun malzemelerinin boşaltıldığı merkez liman oldu.

Bugün hala, 70 yıl sonra, Normandiya Arromanches sahilinde bu betonları görmek mümkün.






 
ARROMANCHES
limanı müzesini gezmenizi ve arkasından 360 sinemasına girmenizi şiddetle tavsiye ederim.
Normandiya çıkartmasının ilk 100 gününü hakiki resimler, videolar, konuşmalar, hazırlıklarla anlatan ve yuvarlak bir şekilde etrafımızı çeviren ekranlardan oluşan harika bir sinema.
Resmen çıkartmanın içinde yer aldığınızı sanıyorsunuz...
























Toplamda 2.5 milyon askerin katildigi Normandiya çıkartması Avrupa'ya özgürlüğünü getirir ve ikinci dünya savaşının kaderini belirler. Ağustos 1944'te, Paris işgalcilerin elinden kurtulur.

Bu davanın uğruna hayatlarını feda eden askerlerin yattığı American Cimetery hiç şüphesiz görülmeye değer. Ve her daim akın akın Amerikalı vatandaşların ziyaret akınına uğrayan bir yer.
Harika bir de müzesi ve belgesel film arşivi var. 



























Özgürlüğün bedeli çok ağır. Her zaman, her dönemde ağır. Bazı dönemlerde belki daha fazla...
Huzur içinde yatın..

Biz, bugün, Normandiya'da, bu plajlarda gülüp eğleniyorsak sizin sayenizde...

Son olarak: Bu çıkartmayı en iyi anlatan filmlerden 1962 yapımı "The Longest Day" i tavsiye ederim.
































11 Ekim 2014 Cumartesi

Eski dostlarla Paris geceleri : Les Trois Mailletz

Eski dostlarla yeni şeyler yaşamak kadar az şey böyle keyif verir insana...

Bir yandan eskinin gücü, güveni, istikrarı; diğer yandan yeninin bilinmezliği, spontaneliği, sihirli değneği...
Eskinin değişmeyecek olanlara olan hakimiyeti, yeninin mevcut olanları başka başka şeylere dönüştürebilme mucizesi...

Eski dostlar, yeni hikayeler...
Anıları biriktirmeye, üzerine koymaya devam etmek ve hayatın en güzel anlarını cımbızla çekip o anları fotoğraflayıp ölümsüz kılmak...

Bizi beklemeden akıp giden zamanin bir anını seçmek, ve "dur bu an akmasın, hep bizimle kalsın, gün gelip biz değişsek bile bu an hiç değişmesin" diye belgelemek...
Bazen görüntülerin yanından geçip gideriz ama ne fark eder...
O gün, o gece, o hafta, hafta sonu unutulmaz. Derimizin içindedir artık. Bir yere gitmez.

Yazmadığım zaman yaşadığım, yaşamadığım zaman yazdığım hayatıma eski dostlarımdan biri gelirse yaşanacaklar da yazılacaklar da peşinden kovalar insanı. Bir yere kaçamazsın...

Kaçan kim?
Böyle bodozlama dalarız işte.

Bir yer vardı, çok yıllar önce gitmiştim. Yıllar önce de inanılmaz eğlenmiştim. Hatta Paris'te buna eşdeğer bir yer de o günden beri bulamamıştım ama yolum bir daha düşmemiş işte...

Ne zamandır aklımdaydı, Türkiye'den biri gelse de felekten bir gece çalmak istediğimiz bir akşam gitsek diye. O gün bugünmüş işte.

LES TROİS MAILLETZ

Paris kabareleri meşhurdur, bilen bilir. Bilen de Lido'yu falan bilir işte anca...

Halbuki bir yer var; öyle bir yer ki, herkes bilmesin, görmesin, herkes gelmesin diye yerin altına yapmışlar.
İçeri giriyorsunuz öylesine alelade bir piyano bar. Aç kalmasın gelenler diye yiyecek te vermişler sanki, dışarıdan gören giriple girmemek arasında gider gelir, sonunda başka bir yere gider. Öyle silik bir yer.

Oysa ki yerin altında bambaşka bir dünyaya inen gizli, gizemli, olağanüstü bir gece sözü veren bir merdiven var kenarda. Müthiş bir Paris cabaresine sahne olacak bir mahzene inen...

İsterseniz yemekle başlayın, isterseniz sadece kabareye gelin, ama illa ki yerinizi ayırtın, hele hele hafta sonu geliyorsanız.
Az yer var, yerler kıymetli, bakmayın bilinmez olduğuna, hakiki Parisienler öyle bir biliyor ki...

Kabare akşam 23.00'da başlıyor. Ve sabah 5'te bitiyor.

Yerimizi ayırtıyoruz, diyoruz ki, biraz geç başlıyor ama n'apalım, gidelim, bir iki birşey içeriz, olmadi son metroyla döneriz.

Tabi tabi...
Eminim öyle olur.
Kepenkleri kapatıp çıkmadığımıza dua edelim.

23.00 gibi varıyoruz.
Kalabalıktan ve karamboldan faydalanıp, biraz da aptala yatıp ortada tam sahnenin önündeki uzun büyük masanın ortasında bir yerlere kuruluyoruz.
Hatta zeka küpü bu arkadaşım şahane aptal sarışın olduğunu söylüyor gerektiğinde...




























Sokaktan geçiyordum, buraya öyle bir şarkı söylemeye geldim havasinda bir sürü olağanüstü sesle dolu bir grup genç insan ilgimizi, neşemizi, ve tavan yapmış enerjimizi sabaha kadar bağlıyor.

Ama nasıl sesler... Ve nasıl sahne performansları; muazzam, şahane, olağanüstü.

Bir de inanilmaz çeşitli ve renkli... Inanilmaz genis bir yelpaze, geniş bir repertuar hayran kalıyor insan.
Hani bizim büyüdüğümüz her sahnede çalınan şarkılar var ya, eş değeri Fransızca ve Ingilizce şarkılar, hem geçmişten hem günümüzden en ünlü ve popüler şarkılar, Afrika ezgileri ve o gözümüzü ve kulağımızı alamadığımız Brezilyalı kızdan en ünlü Portekizce şarkılar ve Brezilya ezgileri...

Tüm bunlar, hem hepsi beraber sahneden, hem herkes sırasıyla solo geçit veya düet halinde...
Hem dans ediyor, hem şarkı söylüyorlar.

Ancak şekli şemali ne olursa olsun durmayan bütün gece bizi sarmalayan bir enerji ağına kendimizi bırakmış, bilir bilmez şarkılara eşlik ediyor ve dans ediyoruz...





























Ben zaten bütün gece yerimde oturmuyorum. Bir dans bir dans...

Ve hatta sabahın 3'ünde artık yorgun ve evine gitmek isteyen insanlar bile bir de bakiyorlar ben full enerji dans ediyorum, enerjimden nemalanıp geceye tam hız devam ediyorlar.


Bir ara ben kendi kendime masamizin yaninda dans ediyordum ki; o anda şarkı söyleyen genç, sahneden yanıma gelip beni elimden tutup sahneye götürüyor. Brezilyalı kızla dans ediyoruz.

Şarkı biter bitmez tüyüyorum tabi sahneden...



O gece diğer müşterilerin yanıma gelip söylediği sözleri buraya yazmayacağım.
Zaten egom tavan yapmış durumda, şimdi inişe geçme ve ayaklarımı yere basma zamanı...

Yani anlayacağınız benim gibi müşteri her patron başına. Üzerine bir de para veren iş geliştirici...

Durumu fark etmiş ve mest olmuş olacak ki; yanımıza servis ekibinden olmayan biri gelerek;
"Ne içersiniz, patronumuz size bir ikramda bulunmak istiyor." diyor.

Ne içelim? Böyle bir geceye ancak şampanya yakışır.

Hepinizin şerefine a dostlar !




7 Ekim 2014 Salı

Düğün Dernek Tatil İzmir

Ne vakittir aklımdaydı..
Eylül ayı düğün havasına girip bir ara dönüp tekrar izledim "Düğün Dernek" filmini.
Filmin düğün dernek bölümünden ziyade gencin ailesinin yanına, eskiden yaşadığı topraklara geri döndüğünde söylediği sözler yakaladı beni.

"Birinin, sırf sizi gördü diye sevinmesi tarifsiz bir his.
Ne oldu be anne ? Yalnızca ben geldim işte! Ne var bunda bu kadar sevinecek?
Hiç kimsenin seni sevemeyeceği kadar çok seven insanlar var burda, biliyorsun.
Toprağı değil, o toprağın üzerine basanları seviyorsun...
En güzel yemekler yapılıyor, en güzel yerlerde ağırlanıyorsun.
Ve hep bir telaş var etrafta. Sen kendini iyi hissedesin diye bir telaş...
Çok sevdiğim bu insanların adı, o şehrin adı oluyor..."

İzmir'e dair hissettiklerim tam anlamıyla budur. Her cümlesini içime çektim.

Birinin, sırf sizi gördü diye sevinmesi tarifsiz bir his, aynen öyle.
Ve sizi hiç kimsenin sevemeyeceği kadar çok seven insanlar var bu şehirde...
Kimse onların yerini tutmuyor.
Dünyayı da dolaşsan, kimsenin gitmediği yerlere de gitsen, yolu üniversite sınavından, bayram telaşından geçmemiş insanlar, başka kültürlere karışıp çoğalsan da aynı tadı vermiyor...
İzmir'e gelip şöyle bir yürümeden, attığın her adımda sanki ayağın toprağa kök salacakmış hissi yaşamadan olmuyor.

Kentler mi kendi başlarında güzeldir? Yoksa anılar mı güzelleştirir kentleri?
Anılar ve her seferinde yenisi yazılan taptaze hikayeler...

Bir zamanda durmak ve başka bir zamanın kapısını açmak mümkün bu şehirde...

Ve eski dostlar...
Eski dostlar gibisi yok.
Yalnız resimlerde kalmayan, şimdi nerede ne yaptığını bilmediğiniz değil; kanlı canlı, doludizgin hikayeleri bugün dahi peşpeşe dizdiğiniz, birer anı olup sizi bir an gülümseten ama elinizi uzattığınızda silinip gidenler değil, şimdiki zamanın içinde sizinle beraber gelmiş, ilk hallerinizi de son hallerinizi de bilen ve bilecek olan eski dostlar...

Bazen durup düşünüyorum, İzmir'i mi bu kadar çok seviyorum, yoksa o toprağa ayak basan insanlardan dolayı mı bu topraklar bu kadar özel...











Sağlıklı yaşam, spor, beslenme yazıları pek yakında...

1 Ekim 2014 Çarşamba

Şahidim...

Bir yerli, bir grup turisti yürüyerek gezdirirken birden oturmuş ve beklemeye başlamış.
"Neyi bekliyorsun?" diye sormuşlar.
"Ruhumu" demiş.
"Çünkü ruh arkadan gelir..."

Türkiye'ye gittim, alışageldik ve gelmedik nice farklı şey yaşadım, döndüm.

Ruhum daha dönmedi...

İzmir'e her geldiğimde, bir zaman makinesinin içinde, geçmişten geleceğe, şimdiki zamanın barındırdığı çoklu şıkların birinden diğerine, ve işin tuhafı bunların hepsine aynı anda yolculuk yaptığımı hissederim.

Yaşandığı sırada hiçbir önemi olmayan, ama sonra, bir şekilde hayatımı belirlediğini ancak şimdi anladığım sıradan sayısız anlar bir bir gözümün önünden geçer. İzmir'de...

Ve çocukluğum...

Bize o zamanlar, bir gün hatırlamaya çalıştığımızda ne kadar uzakta olacağını, onu çabucak yitireceğimizi ve yerine onun kadar saf, onun kadar güzel, onun kadar mutlu, onun kadar güven dolu hiçbir şey koyamayacağımızı söylemediler ki...

Söyleselerdi o eşsiz ve kıymetli çocukluk anlarını sindire sindire yaşamak yerine, böyle bir an önce büyüme çabası içine girer miydik hiç?

Bir kitap okudum. Bir yerinde şöyle diyordu:  
"Gökyüzü gibi birşey bu çocukluk. Hiçbir yere gitmiyor."

Sahiden de hiçbir yere gitmiyor çocukluk...
Elimizden tutmuş gibi her yere bizimle geliyor...

Vücuduma bakıyorum. Vücudumdaki izler çocukluğumun şahidi, aynası...
Çocukluğumdan kalan yara bere izlerinin hepsini çok seviyorum.
Şu, hem de doğumgünümde, kırık camların üstüne, kafa üstü bodozlama düştüğüm ve acilen hastaneye dikiş atılmaya götürüldüğüm gün. Hâlâ oradan saç çıkmaz...
Şu, havuzda kaygan zeminde koşturup dururken ayağım kayıp düştüğüm, çenemi yarıp, ama kırmaktan kıl payı dönüp yine acilen dikişe götürüldüğüm gün...
Şu bisiklete binmeyi öğrenirken hızımı alamayıp düştüğüm, dizimi parçalayıp acilen dikişe götürüldüğüm gün...

Bence bir insanın çocukluğunu yansıtan, bizzat kendisi bu eşsiz anların ayrılmaz bir parçası olan sadece bir kişi vardır:

Kardeşi...

İnsanın belleği ancak 4 yaşından itibaren yaşananları kaydetmeye başlarmış.
Kendi hayatıma dair hatırladığım ilk şey her akşam anaokulundan dönerken babama sorduğum soru:

"Kardeşim büyüdü mü? Ne zaman büyücek? Ne zaman benimle oynayabilecek?"

Ben şahidim; ilk adımına, ilk çekildiğin fotoğrafa, ilk oyuncağına, ilk el yazına...
Şahidim
Dalgalardan korkup denize giremeyişine, her hastalığının hemen sonrasında 1 kilo baklava yiyişine, Kunta Kinte lakabına, 23 sayısına, sırtımda kırdığın sopaya...

Şahidim
Yemek yemeyişine, sırf sen yemek yiyesin diye annem, babam, ben sofrada oynamak üzere uydurduğumuz bilumum şehir, bölge, plaka oyunlarına...

Şahidim
Elele tutuşup çocuk oyunlarını izlemek uzere Karşıyaka Devlet Tiyatrosu'na gidişlerimize...
Pelerinli prens oluşuna, çok sonra bir tiyatro oyununda sahne alışına, Notre Dame'ın kamburu müzikalinde ağzından üfleyerek çikardigin atese, kep törenine...

Şahidim
Hafta sonu sabahları "Abla hadi kalk, satranç oynayalım" diye beni uyandırışına...
Bilgisayarı yenebileceğimizi düşündüğümüz, aslında edindiğimiz skorlarla birbirimize karşı yarıştığımız sayısız bilgisayar oyununa...

Şahidim
Kendi kendine "kötü bir alışkanlık" olduğuna karar verip, bir gün bütün meşelerini balkondan karşıdaki tarlaya fırlatışına...

Şahidim
İlkokul 1. sınıfı okumadan atlayarak direk 2'den başlayacak kadar zeki, bilgili, yetenekli oluşuna...
Ve her daim asil, adaletli, düzgün duruşuna...

Şahidim
Dikenli tellere girip her tarafını yardığın gün 2 litreye yakın kan kaybedişine, bizi endişeden öldürüşüne...
Ölüm demişken; annemim ölümünden, babamın ölümünden dönüşümüze, kendimizi bir an yapayalnız hissedip birbirimizin varlığından aldığımız güce, ne olursa olsun kardeşim var deyip birbirimize kayıtsız şartsız güvenişimize şahidim...

Şahidim
"It's the final countdown" ı tekrar tekrar başa sarıp kendi kendine dans edişine...
Örümcek Adam, Kızıl Maske, bütün çizgi romanların yeni sayısının çıktığı gün peşine düşüşüne...
Sinema kültürü dünyada bile henüz yaygın değilken öngörüne, gerçek bir sinema seyircisi olup her filme gitmek istemene. Vizyonuna...

Şahidim
Bitmez, tükenmez, anlaşılmaz, ifade edilemez, o derya deniz tutkulu basketbol aşkına...
Sabahın 4'ünde kalkıp izlediğin NBA maçlarına...
Ah o basketbol aşkı yok mu ahhh... Elim gitmiyor bak yazamıyorum bile, ağlıyorum...
Sohbetlerimize, yüreğimi dağlayan sözlerine, bir dönemin hayatımızı mühürleyişine...

Gülüşünün rengini, kahkahanın tadını herkes bilir de; gözyaşlarının melodisine ben şahidim...

Gün geldi, ben başka bir şeye şahit oldum.

Her halini bildiğiniz bir insanın büyüdüğünü görmek meğer ne kadar zormuş...
Birbirimizin her halini gördük, her haline şahit olduk, beraber büyümek bu mu?
Buymuş...

Kılına dokunanın başına dünyayı yıkabileceğim benim bebek kardeşim evlenmiş te dünya evine girmiş...

Muazzam düşünce zincirine, konuşma akışına, spontane deyişlerine, fikirlerine, kendine has yaklaşımlarına şahidim...
















Nikah şahidin olmamı istediğin için teşekkür ederim.

Çünkü sen de benim hayatımın gerçek şahidisin...


Bir tane kardeş...