29 Aralık 2014 Pazartesi

Kısa kısa

Bugün cümlelerim aşk mektubu gibi; yazıp yazıp siliyorum...
Kısa kısa anlat o zaman hayatı.
Niye ki? Kelimelerim mi bitti?
Bitmez ki...

Hani hayat fazla gerçek ya bazen...
Hani sessiz bir ortamda yürürken topuk sesiniz rahatsız eder ya bazen...
Hani herşey kafada biter de niye bizimkinde bitmez ya bazen...
Hani rüzgar bazen bahar meltemi gibi yumuşacık eser, okşar, sarıp sarmalar; hiç ummadığınız yerden eserek hırpalayıcı bir kasırga da olabilir ya bazen...

Ne anlatacaktım ben? Haaa evet hatırladım.
Kek yaptım bu sabah. Bu seferki çok güzel oldu. Her seferinde birbirinden farklı oluyor. Çünkü basit bir tarife bile itaat edemiyorum. Hiçbir tarifin şundan bu kadar bundan bu kadar deyişine sadık kalamıyorum. Her seferinde kafama göre yorumluyorum.
Söylenenlere uymak bu kadar zor olmamalı.

Anneme dedim ki benim ayağım her yere basacak.
Budur dedim, başka ne olacak ki?

Başladık dünya haritasında gidip gördüğümüz yerleri işaretlemeye...

Konuyla alakası yok. Kopuk kopuk bugün cümleler.
Fark etmez...

Tek kural var zaten.
O da her koşulda eğleniyor, iyi vakit geçiriyor, yaşamaktan zevk alıyor olmak.
Hatta her durumda mutlu olmaya karar vermek. Evet evet mutlu olmak bir seçimdir.
Gerisi teferruat...




25 Aralık 2014 Perşembe

Noel 2014

Bir Noel daha geçti.
Bu Noel benim için daha özeldi, çünkü bu sene annem de vardı.
Noel ağacının altına yerleştirilen hediyeler, şömine önünde tokuşturulan kadehler, aile içi sohbetler, süslenmiş, döşenmiş, oturma planı iliştirilmiş bir masa, ev yapımı, patlayana kadar yenilecek yemekler... Noel aile demek, huzur, bereket, mutluluk, sevmek, sevilmek, kolay kolay hayatından çıkmayacak insanlarla çevrili olmak demek. Noel çocuğu değildim. Ama çok çabuk alışıverdim... Noel vardı sanki hep hayatımda, yılın bu zamanını iple çekerim. Yılbaşından bile daha çok severim.
Annem vardı bu sene ilk defa.
Benim kanıksadığım her ritüel yeni bir keşifti ona. Tepkilerini görmek çok güzeldi. Ağacın altında hediyeleri vardı. Şaşırdı. Hediyelerini açarken ellerini çırptı.
Noel bu. Herkesi mutlu etmek, şaşırtmak, sevindirmek demek.
Ömre ömür katan Noel...










22 Aralık 2014 Pazartesi

Noel Bresilien

Noel, biliyorsunuz aile konseptli bir kutlama.
Her sene 24 Aralık akşam yemeği ve gecesi ve 25 Aralık öğle yemeği için insanlar dünyanın neresinde olursa olsun ailelerine gitmek üzere yola çıkarlar.
Aile bir araya gelir. Sevgi yumağı olunur. 
Hediyeler seçilir, paketlenir.
Noel akşamının geçirileceği evde kurulmuş olan Noel ağacının altına özenle yerleştirilir.
Noel sofrasının vazgeçilmezleri şampanya, kaz ciğeri, somon fumé, kestaneli hindi, buche de Noel sofrada yerlerini alırlar. En güzel şaraplar açılır, her yiyeceğin ayrı bir şarabı vardır.

Gece yarısı oldu mu Noel baba geçer ve hediyeler dağıtılır. Bu ritüel asırlardır her sene yapılır. Senenin bu zamanı iple çekilir. Dört gözle beklenir.

Son yıllarda yükselen trendlerden biri de arkadaş arası Noel geceleri...
İki sene önce biz de evimizde yapmıştık. 25 kişi civarı idik.

Cumartesi akşamı çok sevdiğimiz bir arkadaşımızın ablasının evinde geleneksel Noel Bresilien gecesine gittik.
Kolumuza bir bant bağlandı. Üç kere dolandı. Her dolamada ayrı bir dilek tutacakmışız. Aynı dileği tuttum ben. Üç kere dilersem belki olur. Haydi bakalım...
Yine herkes bir hediyeyle geldi, gece boyunca şampanya çeşmesi aktı. Ve gece yarısı hediyeler dağıtıldı.
Bana düşen hediye ne dersiniz? Mini bir poker seti.

Şu tesadüf meselesi...




20 Aralık 2014 Cumartesi

Poker

Dün akşam çok enteresan bir Fransız yemeği keşfettim. İlk defa yedim. Aslında buna yemek demek ne kadar doğru olur bilemiyorum. Daha çok ritüeli olan bir yemek diyelim.
Fondu Bourguillon.
Ateşin üzerinde kızgın yağ getirilip masaya konuluyor. Sonra ufak ufak kesilmiş et parçacıkları herkesin önündeki uzun çatala geçrilip yağın içinde pişmeye bırakılıyor. Sonra da bilumum soslarla bandırılıp o güzelim etler yeniliyor. Protein sevenler için ziyafet. Ben bayıldım...




Arkasından da bir poker partisi...

Pokerle ilgili daha önce de çok yazmıştım.

Buraya tık tık (poker hayatın ta kendisi yazısı)

Bence poker bir karar alma pratiği, risk analizi ve özellikle elimizdekinin değerini ölçebilme, değerlendirebilme pratiği...
Dün akşam da nerde oyunu doğru değerlendirdiğimi, nerde hata yaptığımı çok iyi biliyorum. Yine de bazen kazanarak bazen kaybederek hep finale kalıyorum. Bire bir oyunlar çok zorluyor beni. İyi kartlarımı dahi atabiliyorum. Ama en büyük kazancımı da 9 ve 5 ile ettim. Normalde oynamaya değmeyecek kartlardı, ben de big blinddım. Kimse de yükseltmeyince flooptan sonra elim birden full oluverdi.
Hayat ta böyle olabiliyor. Beklemediğiniz olaylar ve kişiler bazen çok önemli yerlere gelebiliyor.




14 Aralık 2014 Pazar

Oyun oynayalım mı?

Kendimi bildim bileli oyuncu bir çocuktum, oyunları hep çok sevdim.
Tabi bunun sporcu kimliğimle de yakından ilgisi olduğunu düşünüyorum. Maça çıkılan her spor bir oyun sonuçta, kuralları, taktiği, stratejisi, kazanma-kaybetme sorunsalı, bir başı bir de sonu olan...
Bizim evde zaten oyun eksik olmazdı. Annem ve babam da oynardı bizimle. Herkese göre oyun mevcuttu, yoksa da kendimiz uydururduk. Biz kardeşimle en çok satranç ya da bilgisayar oyunları oynardık. Sonra ailecek Monopoly. Aslında şimdi düşünüyorum da şu anda piyasada üretilen bütün karmaşık ve stratejik oyunlara ilham veren efsanevi bir oyunmuş Monopoly. Neyse...

Oyun oynamayı çok sevdiğim için oyuncu insanları da çok seviyorum. Bana "oyun" de bitti. Kendimden geçiyorum. O anda ne yapmaktaysam hemen bırakıp geliyorum.
Birileri oyun mu seviyor, tamamdır, bu insanı her hafta görmek istiyorum. Hayır ne kadar kibirli ve çekilmez biri olduğu umrumda değil, oyun seviyorsa çekerim.

Oyun oynamayı seven bir sevgiliye denk geldiğim için ayrıca çok şanslıyım. 
Yoksa oyun sevmeyen bir adamla ömür mü geçerdi? Benimki geçmezdi...

Daha Paris'e adımımı attığım ilk sene daha sonra hayatımın en tepelerinde yerini alacak İzmir'li bir kızla tanıştım. Sonra o gitti kendine bir sevgili yaptı. Sevgilisi hangi sektörde çalışıyordu dersiniz? Oyun tasarımı. Bunlar bir grup genius tip oturup birbirinden karışık, kazanmak için puan toplamak zorunda olduğunuz birden fazla parametreyi düşünüp oluşturuyorlardı. Şimdi şu anda bu tiplerin beyninin bir labirent gibi olduğunu hayal ettim nedense. Neyse...
Paris'te geçirdiğimiz ilk yılbaşıydı, hep beraberdik, onlar ve onların oyuncu arkadaşları...
Şahane bir yılbaşı yemeğinin ardından, hediye faslı, birbiri ardına patlayan şampanyalar, şarkılar, danslar ve oyunlar... Sabahın ilk saatlerine kadar oyun oynamıştık..
Camelot ve Citadelle ne zevkliydi !!! Camelot'un mora döndüğünde oyunun ritminin nasıl birden hızlandığını, kendini tam kazanıyor sanarken rengin birden değişip tüm hesapların tepetaklak olduğunu, hele hele Citadelle'de kendine bir personnage seçtikten sonra oturup lütfen katilin öldürdüğü ben olmayayım diye düşündüğümüzü hatırlıyorum.
L'or du Dragon nasıldı? O çetin pazarlıklarda en iyi arkadaşını kaybedebilirdi insan. Öyle...
Kusursuz bir yılbaşının tarifini o geceyle yapabilirim. Ne kadar çok eğlenmiştik. Yılbaşı yaklaşırken aklıma geldi. (Atlayıp gelsene yılbaşında, elimizde şampanya kadehleri, sabaha kadar oyun oynayalım...)

Bazı hafta sonları oyun günüdür, gecesidir bizde...
Bir arkadaşımız var ; her hafta yeni oyunlar satın alıp bize geliyor. Önce kendisi kuralları öğreniyor, ya da başkalarıyla oynuyor, sonra bize gelip oyunu tanıtıyor. Valla böyle arkadaş her eve lazım, hem oyunu gidip alacak test edecek deneyecek enteresan mı değil mi bakacak, sonra bize gelip anlatacak.

Dün oyun günüydü bizim evde. 5 kişiydik. 4 erkek bir de ben...
Fark ettim de, bu İzmir'li arkadaşım hariç çevremde oyun seven kadın yok. Erkeklerin beyni zaten kesin oyunlara yatkın olmaya baştan configüre ediliyor. Arada bir pazar araştırması yaptığım oluyor, yeni kadın oyuncular için.. Bazen sever gibi gözüküyorlar ama uzun vadeli istekli olmuyorlar. Ben yine de umutluyum, motive yeni kadın oyuncular bulacağım.

Şimdiiii, oyun sektöründe fazla kadın olmadığı için, hele hele benim gibi teknolojiyi de modern bir babaanne edasıyla kullanıyorsanız oyun oynamaya ilk oturduğunuzda erkekler sizi önce fazla ciddiye almıyorlar. Onlar birbirlerini kendilerine rakip olarak görüyorlar. Başta bırakın öyle düşünsünler.
Oyuncu yerinizi kendiniz oluşturacaksınız, başka yolu yok.

Dün yeni bir oyun getirmiş Laune. Sankt PETERSBURG. Gayet stratejik çok güzel bir oyun.
Tarımdan para kazanma, kazanılan parayla şehir binaları ya da aristokrat kişilikler satın alıp puan kazanma, daha sonra satın almış olduğunuz kişiliklerin özelliklerini arttıran yeni kartlar satın alıp hem puan hem para kazanmaya dayanan bir oyun.
Hiçbir oyuna onu tam olarak anlayarak başladığımı söyleyemem. Zaten bu Laune da kesin bazı yerleri zor anlayalım diye es geçiyor, oyunun sonunda genelde hiç duymamış olduğum bir kural ya da özellik keşfetmiş oluyorum.
Yani aslında ben ilk partinin sonunda oyunu anca anlamış oluyorum.
Ancaaak....
İkinci partide herkes benden korksun !!!
Korkuyorlar zaten, valla....
Bu Petersbourg oyununun ikinci partisine fırtına gibi bir başladım ki, kazanma hırsıyla yanıp tutuşan Laune masadaki diğer erkekleri fazla kaale almayıp rakip olarak beni görmeye başladı. Her adımı benim az önce yapmış olduğum hamleye karşı bir savunma, ya da bir saldırı şeklinde oldu. Sırf bana yenilmemek için extra effort sarfettiğine yemin edebilirim.
Sonuç: Oyunu ikinci bitirdim. Ben çok eğlendim. Laune da rahat bir nefes aldı.

Ondan sonra daha önceden oynadığımız ABYSS oyununa geçtik.
Abyss, değişik özellikleri, güçleri ve puanları olan personnage biriktirme oyunu. Oyunculardan biri önüne 7. adamı diktiği anda oyun sona eriyor. Puanlar hesaplanıyor.
Gururla söylemeliyim ki; bu oyundaki rekor skor 92 puanla bende. Çizelgemiz de var evet.
Evet efendimmm, Abyss oyununda kimse kusura bakmasın bunları dağıttım...
Allahımm bazı erkekler ne kadar kötü bir kaybeden !!! Yani resmen kaybetmeyi bilmiyorlar.
Ben kazanınca Laune'da bir açıklamalar, bir açıklamalar...
Yok efendim o onu öyle yapmasaymış ben bunu böyle yapamazmışım, o kartı önce o alacakmış ama yeterince incisi yokmuş, ben tabi bir önceki turda çok inci kazanmışım ondan o kartı alabilmişim yoksa aramızda çok az fark varmış ta bilmem ne !...
Bu ne ya !!!
Bizim buna halk arasında halamın şeyi olsaydı amcam olurdu derler !!!
Alabilseydin kardeşim o zaman o 7. kartı ! Ben kazandım işte, ne konuşuyorsun hala?

O değil de, benim zeki, analitik, scientific sevgilim hiç kazanamıyor yaaa... Valla.
Hatta biraz mızıkçı da. Onun turu geçiyor, iki adam oynuyor sonra bu çıkıyor, bir dakka bir dakka ben hamlemi geri alıyorum öyle değil böyle yapıcaktım, yok şu kadar para vermem gerekiyordu fazla verdim banka geri ödesin bilmem ne diye...
Hoppalllaaaa... Geçti borun pazarı çocum, deyince de kızıyor illa yaptırıyor.
Offf yaw valla erkeğin de mızıkçısı, kötü kaybedeni de bir tuhaf oluyor.
Yemin ediyorum, en temiz, en hızlı, hiç bekletmeden ben oynuyorum.

Zaten onların yaptıklarını ben yapsam, işte kadınlar böyle oynar zaten diye kesin yaftayı yapıştırırlar.




12 Aralık 2014 Cuma

Aralık, Noel, hediyeler

Kış birden geldi Paris'e. Hazırlıksız yakalandık sanki. Daha bundan sadece 1.5 ay önce ekim sonunda minicik shortumu giyip Buttes de Chaumont parkına güneşlenmeye gittiğime inanamıyorum. Koluma da iki tane uğur böceği konmuştu o gün. Ama onun hikayesini başka bir gün anlatacağım.
Kış birden geldi. Oysa yazın yeni aldığım güneş gözlüklerimin sefasını süremedim daha. Başka bahara kaldı artık.
Pencereden bakıldığında çok soğukmuş izlenimi veren herşey var, gri bir gökyüzü, biraz rüzgar, kış uykusuna yatın sakın dışarı çıkmayın der gibi bir hava. Ama öyle değil. Hava soğuk değil aslında. Yani ben soğuk diye buna demem... Hakiki soğuğu bilir misiniz? Böyle ellerinizi keser, yüzünüzü keser hava. Dışarıda geçen her dakika ızdıraptır. Bu hava soğukmuş gibi yapıyor ama değil. Çık saatlerce yürü dışarda, kış kokuyor her taraf. Kışın bir kokusu vardır ya kendine has hani böyle biraz küflü, işte öyle. Ama böyle kokmalı aralık ayı. Aralık ayı soğuk olmalı, kışın karakterini yansıtmalı, yoksa ben o Noel'den birşey anlamıyorum...

Noel demişken... Noele 2 haftadan az kaldı. Yılın en şımarık ayı aralık ayı, herkeste özel bir haller var. Herkes ellerinde hediye paketleriyle koşturup duruyor oradan oraya. Düşünün bir kere, şu anda sizi mutlu etmeye çalışan insanlar var şehrin bir yerlerinde...
Şu hediye faslına bu sene daha pratik yaklaşıyorum. Material bir hediye yerine ailenin her ferdine benimle beraber bir konser, sirk, gösteri vs... bileti hediye ediyorum. Bence "hizmet" çok iyi bir hediye. Mesela biri de bana yüz ve vücut bakımı, bir masaj, bir Pekin sirki, hele hele bir de Paris Opera Garnier'de sadece 1. ve 2. kategoride kalmış yerlerden bir Opera hediye etse bir çantadan çok daha makbule geçer doğrusu. Pekin sirkine yer kalmamış ne yazık ki ! L'Empreur de Jade... Offff ne şahane olurdu! Bu Pekin sirkine üç kez gittim her sene gidebilirim, muhteşem.

Şehir yine bezenmiş, giyinmiş, süslenmiş... O tuvaletini çoktan giymiş, bizim sıramız da gelecek.
Bu arada fark ettim de, Avrupa'nın çeşitli şehirlerinde Christmas marketlara gittim. Paris'tekine hiç gitmemişim. İnsan sahip olduklarına körleşiyor. Sahiden öyle.
Annem gelsin, beraber gideriz.


10 Aralık 2014 Çarşamba

Yeni yerleştirilen çöp torbaları

ODTÜ'den eski bir arkadaşım geldi Paris'e. 10 yıl oldu nerdeyse görüşmeyeli.
"Hiç değişmemişsin." dedi bana. "Hiç değişmemişsin." dedim ona.
Ne tuhaf! Hem hep değişmek isteriz, hem de değişmeyen şeyler aslında ne güzeldir, ne kadar huzur verir ve nasıl sıcacık akar insanın içine...
Biz, biz olarak ta değişmemişiz. Araya yıllar, yollar girmiş, biz aynı biz, kaldığımız yerden devam. Kahkahalar, beyin fırtınaları, konuştuğumuz konunun 1 mil uzağında daldan dala atlayıp kaybolmalar...
Ve sessiz geçen dakikalar...
Bence bir insanın yanında sessiz vakit geçirmek insanı rahatsız etmiyorsa, "konuşacak birşeyimiz kalmadı" duygusu değil, "şu anda disconnected olma ve kendimle başbaşa kalma ihtiyacındayım, bir 10-15dk sonra sana ve dünyaya geri bağlanırım" duygusunu yaşamanıza izin veriyorsa, o kişi, hayatta sizi saran çemberin birinci dalga insanlarından biridir.

Pulp Fiction'daki "silence" ile ilgili bölümü hatırlıyor musunuz?
Öyle diyordu Uma Thurman :
"That's when you know you have found somebody really special, when you can just shut up for a minute and comfortably share the silence."
"Why do you feel it's necessary to talk about bullshit in order to feel comfortable?"

İşte öyle. Yanında sessizliği de paylaşabildiğiniz, bunun rahatsızlık vermediği kişi sizin en yakınlarınızdandır.

Sessizlikten bahsederken... Anlatacak ta ne çok şeyimiz birikmiş...
Konuş konuş bitmedi konular, aslında hiçbir konuyu bitiremedik ki, o konunun bağlı olduğu milyonlarca konuya atlamaktan, oradan oraya slalom yapmaktan...
Ama mottomuz neydi? Vardığımız durak değil, yolculuğun kendisi mühim olan. Hiçbir konuyu bir yere bağlayamadığımız için hayıflanmadık, o sohbetten bu sohbete geçerken biz çok keyif aldık.

"Bloğunu okuyorum, çok seviyorum, neden daha sık yazmıyorsun?" dedi bana.
Gezip gördüğünü de yaz, Paris'in gri, soğuk havasını, en sevdiğin kotunu ve bej botlarını, hediye gelip evinde uzun süre barınamayan çiçekleri, yemeklere tuz koymadığını, her seferinde yeni bir çöp torbası yerleştirirken ne kadar mutlu olduğunu yaz mesela...

Kime ne benim yeni yerleştirilen çöp torbalarına karşı beslediğim duygulardan...

Ama mesela dün ilk defa katıldığım yeni bir gym class'ı anlatayım. "Barre au Sol" ama bu barre'sız yapılanı. Fitness salonlarının yeni konseptlerindenmiş bu ders, bir gidip göreyim dedim, eksik kalmıyım. Classic bale hareketlerinin daha önce hiç bale yapmamış insanlara indirgenmiş, uyarlanmış hali. Hem esneklik kazandırıyor, hem posture hem de upuzun taş gibi bacaklar yapıyor. Yemin ediyorum ders boyunca bacak kaslarımı neredeyse bir saniye bile bırakamadım; böyle her an gergin ve havada. Hayır kendime balerin havası vermek için öyle ördek gibi yürüyemiyorum henüz; ama bacak boyum dünden bu yana 1 cm uzadı sanki...

Herşeyin mükemmel olmasını beklemek çok anlamsız, bak yaptığımız kek te kabarmadı ama tadı şahane.

Bir kız vardı, adı neydi bilmiyorum, bloğunda şöyle demişti bir gün:
Herşey her zaman istediğin gibi olmaz.
Biliyorum dedim, kabul ediyorum demedim...

Tamam. Bundan sonra daha sık yazmayı deneyeceğim.
Deneyecekmiş !
Deneyeceğim sözü bana hep Yoda'yi hatırlatır. Ne demişti?

Do or do not.

There is no try...

5 Aralık 2014 Cuma

Dansla dalga geçen bir dans gösterisi : TUTU

Dün akşam Paris'te çok enteresan bir dans gösterisine gittim.
Hani böyle bazı korku filmleri olur ya, diğer korku filmlerinin effectleri ve klişeleriyle dalga geçen, korku filmiymiş gibi yapıp aslında bizi güldüren...
İşte bu da dans dünyasıyla dalga geçen, muhteşem bir dans performansı ortaya koyarken aynı zamanda bizi gülmekten kırıp geçiren bir gösteri.

TUTU de Philippe LAFFEUİLLE

Her şekle giren, bebek te olabilen, kadın da olabilen 6 dansçı.
Özünde hepsinin bale kökenli olduğu çok belli.

Baleyle dalga geçen bir yaklaşımla başlıyor gösteri.
Özellikle balerinlerin parmak ucunda yürümesi öylesine ti'ye alınıyor ki balerinlerin kendilerini sahiden dev aynasında gördükleri sonucunu bile çıkartabiliriz. Sanki sessiz sessiz bir yere gitmek ister gibi yürüyor dansçılar parmak ucunda. Çok komikler.

Balerinlerin kariyer meselesi meşhur Kuğu Gölü balesi, TUTU'de oluyor Kaz Gölü balesi...

Sonra Dirty Dancing'in o herkesin hafızasına kazınan dans kareografileriyle dalga geçilip yeniden yorumlanıyor. Müthiş komik...

Sonra hepsinin upuzun elbiseler ve bellerine kadar peruk taktıkları bölüm, aman aman...
O nasıl dişilik öyle !

Tango adımlarıyla, gymnastik performanslarıyla dalga geçtikleri bölümler çok yaratıcı.
Bu arada topuklu ayakkabı en dişi olmayanı bile dişi yapabilir, yürüyüşünü ve endamını değiştirebilir.
Bir erkeği bile...
Topuklu ayakkabıları içinde sundukları Tango gösterisinde ince, uzun, düzgün, kaslı bacakları muhteşem ve son derece dişi görünüyordu...

Ben içlerinden özellikle Loic Consalvo ve Julien Mercier'yi inanılmaz yetenkli buldum.
Consalvo'nun her türlü yüz mimiği inanılmaz komik ve etkileyici. Mercier'de de nasıl vücut var aman allahım, bir bölüm sadece onun sırtının hareketlerinden oluşuyordu. Evet 5 dakika bir adamın sırtına bakarak sıkılmadık. (Gerçi en son bunu Nadal maçında da söylemiştim, sırt fantezim mi var nedir?)

TUTU

Paris'e gelirseniz, onlar sizin oralardan geçerse kaçırmayın derim.
Dans teknikleri tam not alacak seyivede ancak dans performansı sergilemekten ziyade güldürmek gibi bir amaçları var.
Ve bence amaçlarına da ulaşıyorlar.


STOMP: Kaçırırsanız çok şey kaçırırsınız...