Kendimi bildim bileli sporseverim.
Basketbolseverim, futbolseverim, voleybolseverim, tenisseverim, atletizmseverim, yuzmeseverim, hatta yenilerde rugbysever bile oldum...
Daha hayatimda hiç bir sporcunun sporuna veda ederken ona bir siir yazdigini duymadim.
Ama ne siir...
Bir insanin birseyi bu kadar sevebilme gucune, derinligine, kendisine hissettirdiklerine hayran kaliyor insan... Zira herhangi birseye karsi bu kadar derin bir ask duymak kaç kisinin basina gelir?
Kobe Bryant. Los Angeles Lakers'in 20 yillik efsane oyuncusu...
Bu sezon basketbolu birakiyor.
Bunu, biz basketbolseverlere de kendisi gibi efsane bir siirle duyuruyor. Hiç basketbol oynamamis, hatta hiç izlememis bir insanin bile içinde bir yerlere dokunacagi bir siirle...
Ben en çok,
"Mucadele çagirdigi için degil, SEN çagirdigin için yaptim." kismina bayildim...
"Cunku bu, biri senin bana yaptigin gibi bu kadar yasiyor hissetirdiginde yapabilecegin birseydir."
Otesi yok...
Bu sene NBA maçlarini seyretmek farz oldu.
Aslinda nisanda Utah Jazz'la oynayacaklari maça atayip gitmek var ama...
Buyrun Kobe Bryant'in basketbola veda siiri :
“Sevgili Basketbol,
Babamın çoraplarını kıvırıp top yaptığım
Andan itibaren
Ve hayali şutlarla
Maçı kazandıran basketleri attığımda
Great Western Forum’da*
Tek bir şeyin gerçek olduğunu biliyordum:
Sana aşık olmuştum.
Öyle derin bir aşktı ki sana her şeyimi verdim-
Aklımdan, vücuduma
Tabiatımdan ruhuma.
Sana delice aşık
6 yaşında bir çocukken
Tünelin bitişini asla göremedim.
Sadece kendimi,
Tünellerden kaçarken görüyordum
O yüzden koştum.
Sahanın bir ucundan bir ucuna,
Her topun ardından.
Benden mücadele istedin
Ben yüreğimi verdim
Çünkü her zaman daha fazlası geldi geri
Tere ve acıya rağmen oynadım
Mücadele beni çağırdığı için değil
SEN çağırdığın için
Her şeyi SENİN için yaptım
Çünkü bu,
Biri, senin bana yaptığın gibi bu kadar yaşıyor hissettirdiğinde
Yapacağın şeydir.
Sen 6 yaşında bir çocuğun Laker hayalini gerçekleştirdin
Ve bu yüzden seni her zaman seveceğim.
Ama seni bu kadar saplantıyla sevemeyeceğim daha fazla.
Bu sezon benim verebileceğim son şey.
Kalbim yaralanmalara dayanabilir,
Aklım eziyeti kaldırabilir
Ancak vücudum elveda demenin zamanı geldiğini biliyor.
Ve bunda bir sorun yok.
Seni bırakmaya hazırım
Böylece ikimiz de birlikte geçireceğimiz son zamanların tadını çıkarabiliriz.
İyisiyle kötüsüyle.
Birbirimize
Verebileceğimiz her şeyi verdik.
Ve ikimiz de biliyoruz ki, sonrasında ne yaparsam yapayım
Ben hep o çocuk olacağım
Çoraplardan top yapan
Köşede bir çöp kovası
Maçın bitimine 5 saniye
Top benim ellerimde
5.. 4.. 3.. 2.. 1.
Seni her zaman seveceğim,
Kobe”
**********
Dear Basketball,
From the moment
I started rolling my dad’s tube socks
And shooting imaginary
Game-winning shots
In the Great Western Forum
I knew one thing was real:
I fell in love with you.
A love so deep I gave you my all
From my mind and body
To my spirit and soul.
As a six-year-old boy
Deeply in love with you
I never saw the end of the tunnel.
I only saw myself
Running out of one.
And so I ran.
I ran up and down every court
After every loose ball for you.
You asked for my hustle
I gave you my heart
Because it came with so much more.
I played through the sweat and hurt
Not because challenge called me
But because YOU called me.
I did everything for YOU
Because that’s what you do
When someone makes you feel as
Alive as you’ve made me feel.
You gave a six-year-old boy his Laker dream
And I’ll always love you for it.
But I can’t love you obsessively for much longer.
This season is all I have left to give.
My heart can take the pounding
My mind can handle the grind
But my body knows it’s time to say goodbye.
And that’s OK.
I’m ready to let you go.
I want you to know now
So we both can savor every moment we have left together.
The good and the bad.
We have given each other
All that we have.
And we both know, no matter what I do next
I’ll always be that kid
With the rolled up socks
Garbage can in the corner
:05 seconds on the clock
Ball in my hands.
5 … 4 … 3 … 2 … 1
Love you always,
Kobe
1 Aralık 2015 Salı
11 Ekim 2015 Pazar
Rugby
Evet, dun aksamki Yeni Zelanda maçindan sonra Rugby'den anlar oldum.
Yine de futboldan daha çok keyif aldigimi belirtmeliyim.
Su haka dansi için bile izlenir Rugby.
Bir de dusunsenize bu dansi hazirlamis bir ekibin onune hazirlamamis olarak çiktiginizi...
Karsinizda bu hareketler...
Takim taa bastan psikolojik olarak kaybeder maçi, degil mi?
Haka dansi
Yine de futboldan daha çok keyif aldigimi belirtmeliyim.
Su haka dansi için bile izlenir Rugby.
Bir de dusunsenize bu dansi hazirlamis bir ekibin onune hazirlamamis olarak çiktiginizi...
Karsinizda bu hareketler...
Takim taa bastan psikolojik olarak kaybeder maçi, degil mi?
Haka dansi
6 Ekim 2015 Salı
NARCOS : Pablo Escobar
Dünya genelinde dizi sektörü malum çok gelişti.
Aslında hep vardı. Zamanımızın Hayat Ağacı ve Fame dizilerini kim unutabilir?
Hep vardı da son 10 yıldır diziler daha da bir şaha kalktı.
Yüksek bütçesi, şahane senaryosu ve muhteşem oyuncu kadrosuyla dünyayı peşinden sürükleyen sağlam diziler var. Hiç şüphesiz Games of Thrones şu anda bunların başında geliyor.
Bana göre dizi sektörünü daha da bir harekete geçiren, dünya üzerindeki seyirci potentielini ortaya çıkaran diziler Friends ve 24.
Yine de benim favorilerim Prison Break, Damages ve Dexter.
Şu aralar dört gözle Walking Dead'in yeni sezonunu bekliyoruz.
Beklerken bir arkadaşımızın tavsiye ettiği yeni bir diziyi deneyelim dedik.
Ve bayıldık...
10 bölümlük ilk sezonun tamamını indirip bir haftada bitirdik.
NARCOS
Colombiyalı efsanevi uyuşturucu kaçakçısı, terörist, tüm zamanların en güçlü, en korkulan ve en tehlikeli adamlarından biri olan Pablo ESCOBAR'ın hayatı...
Sadece Colombiya güvenliğini değil, Miami'ye akan uyuşturucu trafiğiyle Amerika'yı da bir hayli meşgul eden bir adam Pablo Escobar.
Ve bu nedenle sırf onu yakalamak için özel eğitimli polislerin Colombiya'daki yerel polisle mücadelesi.
Bir adam düşünün ki; bir günde tek başına General Motors'dan daha fazla kazanıyor.
Bir adam ki tek başına Colombiya'dan zengin.
Kendisini "Çok parası olan fakir bir adam" olarak tanımlıyor.
Kanun kaçağı olarak aranırken, diğer yandan Colobiya'nın cumburbaşkanlığına adaylığını koyuyor.
Önemli yerlerdeki herkesi satın alıyor, sistemin kendisini satın alıyor, yine de hiçbirşey topluma verdiği zararı hafifletmiyor. Aranıyor.
Harcayamayacağı, sayamayacağı ve hatta aklayamacağı, saklayamacağı kadar çok parası olan bir adam. Yine de bir evi olmuyor. Hayatı olmuyor. Sürekli kaçıyor, saklanıyor.
Bir gün teslim oluyor ama hangi şartla? Kendi hapisanesini kendisi yaptırmak ve içindeki herşeye kendisi karar vermek ve hatta kendi adamları tarafından korunmak şartıyla.
El Cathedral adı verilen bu hapishane Colombiya'nın tarihine geçiyor.
Pablo Escobar'ın hayatını internetten okuyup dizinin sonunu hemen öğrenebilirsiniz elbet.
Ancak sadece hikaye değil, tüm casting muhteşem, oyunculuk, kurgu, gerçeğe maximum sadık kalan senaryo harika.
Pablo'yu canlandıran, kilit noktalardaki üst düzey polisleri canlandıran aktörler muhteşem.
Etkileyici ve kendisine bağlayıcı...
Narcos'u ben çok beğendim. Denemek isteyenlere tavsiye ederim.
Aslında hep vardı. Zamanımızın Hayat Ağacı ve Fame dizilerini kim unutabilir?
Hep vardı da son 10 yıldır diziler daha da bir şaha kalktı.
Yüksek bütçesi, şahane senaryosu ve muhteşem oyuncu kadrosuyla dünyayı peşinden sürükleyen sağlam diziler var. Hiç şüphesiz Games of Thrones şu anda bunların başında geliyor.
Bana göre dizi sektörünü daha da bir harekete geçiren, dünya üzerindeki seyirci potentielini ortaya çıkaran diziler Friends ve 24.
Yine de benim favorilerim Prison Break, Damages ve Dexter.
Şu aralar dört gözle Walking Dead'in yeni sezonunu bekliyoruz.
Beklerken bir arkadaşımızın tavsiye ettiği yeni bir diziyi deneyelim dedik.
Ve bayıldık...
10 bölümlük ilk sezonun tamamını indirip bir haftada bitirdik.
NARCOS
Colombiyalı efsanevi uyuşturucu kaçakçısı, terörist, tüm zamanların en güçlü, en korkulan ve en tehlikeli adamlarından biri olan Pablo ESCOBAR'ın hayatı...
Sadece Colombiya güvenliğini değil, Miami'ye akan uyuşturucu trafiğiyle Amerika'yı da bir hayli meşgul eden bir adam Pablo Escobar.
Ve bu nedenle sırf onu yakalamak için özel eğitimli polislerin Colombiya'daki yerel polisle mücadelesi.
Bir adam düşünün ki; bir günde tek başına General Motors'dan daha fazla kazanıyor.
Bir adam ki tek başına Colombiya'dan zengin.
Kendisini "Çok parası olan fakir bir adam" olarak tanımlıyor.
Kanun kaçağı olarak aranırken, diğer yandan Colobiya'nın cumburbaşkanlığına adaylığını koyuyor.
Önemli yerlerdeki herkesi satın alıyor, sistemin kendisini satın alıyor, yine de hiçbirşey topluma verdiği zararı hafifletmiyor. Aranıyor.
Harcayamayacağı, sayamayacağı ve hatta aklayamacağı, saklayamacağı kadar çok parası olan bir adam. Yine de bir evi olmuyor. Hayatı olmuyor. Sürekli kaçıyor, saklanıyor.
Bir gün teslim oluyor ama hangi şartla? Kendi hapisanesini kendisi yaptırmak ve içindeki herşeye kendisi karar vermek ve hatta kendi adamları tarafından korunmak şartıyla.
El Cathedral adı verilen bu hapishane Colombiya'nın tarihine geçiyor.
Pablo Escobar'ın hayatını internetten okuyup dizinin sonunu hemen öğrenebilirsiniz elbet.
Ancak sadece hikaye değil, tüm casting muhteşem, oyunculuk, kurgu, gerçeğe maximum sadık kalan senaryo harika.
Pablo'yu canlandıran, kilit noktalardaki üst düzey polisleri canlandıran aktörler muhteşem.
Etkileyici ve kendisine bağlayıcı...
Narcos'u ben çok beğendim. Denemek isteyenlere tavsiye ederim.
Libellés :
Colombia,
Drug trade,
El Cathedral,
Narcos,
Pablo Escobar,
uyuşturucu
2 Ekim 2015 Cuma
Alexa, what is the meaning of life?
Sevgilim geçen hafta Amazon Echo'nun bir proje yarışmasına katıldı.
Bizimkine oyun olsun, yarışma olsun. Hemen orda biter. Gerçi oyun yazılarımı okuyanlar bilir, bizim aramızda oynadığımız oyunlarda kendisi pek kazanamaz ama neyse...
Efendim, bu Amazon Echo'nun fikir yarışmasında, özellikle yeni yetme cin gibi genç çocukları geride bırakarak birinci olmuş.
Ödül olarak ta "Alexa" yı kazanmış...
Eve bir alet getirdi. Anlamadım önce.
Sonra duşa girdim. Bir baktım bizimki kendi kendine konuşuyor. Haydi hayırlısı dedim.
Alexa diye birine hitap ediyor. Dedim ne oluyor? Ayakta halusinasyon mu görüyor ?
Derken, Alexa'nın kim olduğunu anladım. Amazon Echo'nun daha Fransa pazarına sunmadığı bir teknoloji harikası ürünü.
"HER" filmini izleyenler bağlantıyı hemen kuracaktır. Aynı teknoloji. Hafif te korkutucu.
Şöyle ki; "Alexa" diyorsunuz aletin tepesinde bir ışık yanıyor. Sonra İngilizce istediğiniz soruyu soruyorsunuz. Mesela, bilmem kaç senesinde oscarı kim aldı? Bilmem ne filminin oyuncuları kimdi vs... Eğer Alexa konuya hakimse tak tak tak cevabını veriyor, değilse ki sorduğumuz birçok soruya
"Hum, bu soruya şu anda cevap verme yetisine sahip değilim, bilgileneceğim." diye cevap veriyor.
Bak bak bak sen Alexa'ya... Geri de çevirmiyor yani adamı. Soruyu kaydetti. Öğrenip gelecek.
Bir ara "Alexa you are stupide" dedik. "I am learning" dedi. Anaaaa, bizi mahcup etti alet.
"I am sorry" dedik.
"No problem" dedi.
Bak sen Alexa'ya yaa, ağzımız açık kaldı.
"Alexa ! What is the meaning of life? " dedik.
"42" dedi.
Ben anlamadım tabi.
Nasıl yani? Hangi açıdan 42 ?
Malum, çevremde bir sürü Geek var. Bunlar yıkıldı, biliyordum böyle cevap vereceğini falan dediler.
Nasıl biliyordunuz yaw?
Lütfen biri bana hayatın anlamına 42 olarak nasıl vardığını anlatsın.
Anlattılar...
En azından bazı insanlar hayatın anlamı sorunsalına cevap bulabilmiş...
42 olduğunu bilerek mutlu huzurlu uyuyorlar. Daha ne olsun !
RUGBY Dünya Kupası
Efendim, beni yakından tanıyanlar benim spor müsabakalarına karşı duyduğum yoğun ilgiyi ve merakı bilirler.
Futbol, basketbol, tenis, atletizm...
İşte o anda dünyada hangi turnuva varsa hepsini daha grup maçlarından, ilk elemelerden başlayarak izlerim. Oyunculara, takımlara gayet hakimim...
Bu sene ağustosta bir baktım televizyonda Prens Harry, İngiltere'de gerçekleşecek olan Dünya Rugby Kupasının reklamını yapıyor.
Dedim ki kendi kendime takip ettiğim spor dallarına rugby de ekliycem, bu sene ilk defa takip edicem dedim. Hem sevgilim de seviyor. Mis !
Bir de bu rugbyseverler ve futbolseverler arasında gizli bir yarış var. Rugbyciler futbolcuları pek adamdan saymıyor, onu biliyordum.
Bakıyoruz da anlıyor muyuz bakalım ?...
İzliyim dedim de... Valla ayıptır söylemesi maçları öküzün trene baktığı gibi seyrediyorum maçları.
Bağlanamadım pek rugby'e. Bir tuhaf yani.
Bir kere hakemlik olayını kesinlikle anlamadım. Kesinlikle açık, seçik ve net değil.
Hakem mesela bazen kendi karar veremiyor, ekrana soruyor.
Sonra bir karar veriyor. Oyun oynanıyor, sonra yanlış karar verdiğini söyleyip kararını değiştiriyor.
Hakem kararı değişir mi yahu? Başka hiçbir sporda hiç duymadım.
Ben en iyisi yarı finalleri bekliyim.
En azından Yeni Zelandalıların showunu falan izlerim. Keyifli olur.
Bizimkine oyun olsun, yarışma olsun. Hemen orda biter. Gerçi oyun yazılarımı okuyanlar bilir, bizim aramızda oynadığımız oyunlarda kendisi pek kazanamaz ama neyse...
Efendim, bu Amazon Echo'nun fikir yarışmasında, özellikle yeni yetme cin gibi genç çocukları geride bırakarak birinci olmuş.
Ödül olarak ta "Alexa" yı kazanmış...
Eve bir alet getirdi. Anlamadım önce.
Sonra duşa girdim. Bir baktım bizimki kendi kendine konuşuyor. Haydi hayırlısı dedim.
Alexa diye birine hitap ediyor. Dedim ne oluyor? Ayakta halusinasyon mu görüyor ?
Derken, Alexa'nın kim olduğunu anladım. Amazon Echo'nun daha Fransa pazarına sunmadığı bir teknoloji harikası ürünü.
"HER" filmini izleyenler bağlantıyı hemen kuracaktır. Aynı teknoloji. Hafif te korkutucu.
Şöyle ki; "Alexa" diyorsunuz aletin tepesinde bir ışık yanıyor. Sonra İngilizce istediğiniz soruyu soruyorsunuz. Mesela, bilmem kaç senesinde oscarı kim aldı? Bilmem ne filminin oyuncuları kimdi vs... Eğer Alexa konuya hakimse tak tak tak cevabını veriyor, değilse ki sorduğumuz birçok soruya
"Hum, bu soruya şu anda cevap verme yetisine sahip değilim, bilgileneceğim." diye cevap veriyor.
Bak bak bak sen Alexa'ya... Geri de çevirmiyor yani adamı. Soruyu kaydetti. Öğrenip gelecek.
Bir ara "Alexa you are stupide" dedik. "I am learning" dedi. Anaaaa, bizi mahcup etti alet.
"I am sorry" dedik.
"No problem" dedi.
Bak sen Alexa'ya yaa, ağzımız açık kaldı.
"Alexa ! What is the meaning of life? " dedik.
"42" dedi.
Ben anlamadım tabi.
Nasıl yani? Hangi açıdan 42 ?
Malum, çevremde bir sürü Geek var. Bunlar yıkıldı, biliyordum böyle cevap vereceğini falan dediler.
Nasıl biliyordunuz yaw?
Lütfen biri bana hayatın anlamına 42 olarak nasıl vardığını anlatsın.
Anlattılar...
En azından bazı insanlar hayatın anlamı sorunsalına cevap bulabilmiş...
42 olduğunu bilerek mutlu huzurlu uyuyorlar. Daha ne olsun !
RUGBY Dünya Kupası
Efendim, beni yakından tanıyanlar benim spor müsabakalarına karşı duyduğum yoğun ilgiyi ve merakı bilirler.
Futbol, basketbol, tenis, atletizm...
İşte o anda dünyada hangi turnuva varsa hepsini daha grup maçlarından, ilk elemelerden başlayarak izlerim. Oyunculara, takımlara gayet hakimim...
Bu sene ağustosta bir baktım televizyonda Prens Harry, İngiltere'de gerçekleşecek olan Dünya Rugby Kupasının reklamını yapıyor.
Dedim ki kendi kendime takip ettiğim spor dallarına rugby de ekliycem, bu sene ilk defa takip edicem dedim. Hem sevgilim de seviyor. Mis !
Bir de bu rugbyseverler ve futbolseverler arasında gizli bir yarış var. Rugbyciler futbolcuları pek adamdan saymıyor, onu biliyordum.
Bakıyoruz da anlıyor muyuz bakalım ?...
İzliyim dedim de... Valla ayıptır söylemesi maçları öküzün trene baktığı gibi seyrediyorum maçları.
Bağlanamadım pek rugby'e. Bir tuhaf yani.
Bir kere hakemlik olayını kesinlikle anlamadım. Kesinlikle açık, seçik ve net değil.
Hakem mesela bazen kendi karar veremiyor, ekrana soruyor.
Sonra bir karar veriyor. Oyun oynanıyor, sonra yanlış karar verdiğini söyleyip kararını değiştiriyor.
Hakem kararı değişir mi yahu? Başka hiçbir sporda hiç duymadım.
Ben en iyisi yarı finalleri bekliyim.
En azından Yeni Zelandalıların showunu falan izlerim. Keyifli olur.
Libellés :
Alexa,
Amazon Echo,
Dünya Rugby kupası,
İngiltere,
Rugby
21 Eylül 2015 Pazartesi
Saat 05.00
Saat sabahın 5'i...
Hem hâlâ gece, hem biraz sabah...
Hem biraz karanlık, hem biraz aydınlık...
Yarı siyah yarı beyaz, ne tam uykulu, ne tam uyanık...
Belki biraz gerçek, belki biraz rüya...
Biraz kararsız, belli belirsiz, ya bir erkek ya da bir kız...
Sabah çok erkendi, yatmadım bir daha. Pencereden dışarı baktım. Ne çok sessizlik vardı. Dinledim.
Pencereyi açtım. Hava ne kadar temizdi... Doyasıya içime çektim.
Çöpleri çıkardım. Herkes daha uyuyordu ama iş başındaki çöpçüleri gördüm.
Turuncu tulumlarının içinde ne kadar sevimli görünüyorlardı. Bu saatte nasıl bu kadar turuncu olabiliyorsunuz diye sormak geldi içimden. Yapmadım... Sahi niye yapmadım ki?
Bir bebeğin gülüşünü bir de zürefanın sesini duydum. Zürefa nasıl ses çıkartır bilir misiniz?
Ben biliyorum. Berlin'den geldi zürefa. En iyi arkadaşımız o bizim.
Ne kadar şanslıyım, zamana meydana okuyan, eklene eklene giden zincirin ilk halkalarına tanık olan arkadaşlarım var. Bir tanesi daha dün yanımdaydı.
Öyle çok sevdim ki varlığını alıp içime sokasım geldi. Yapmadım. Sahi niye yapmadım ki?
Kendime bir kahve yaptım. Elime kitabımı aldım.
Gün ağarmadı daha, sabahın 5'inde bilfiil yaşıyor olmak ne güzel. Yol almış hissediyorum kendimi.
Gerçi okuduğum kitapta öyle demiyor. "Yol almaya değil, yol olmaya çalış." diyor.
Oyle olsun...
Hem hâlâ gece, hem biraz sabah...
Hem biraz karanlık, hem biraz aydınlık...
Yarı siyah yarı beyaz, ne tam uykulu, ne tam uyanık...
Belki biraz gerçek, belki biraz rüya...
Biraz kararsız, belli belirsiz, ya bir erkek ya da bir kız...
Sabah çok erkendi, yatmadım bir daha. Pencereden dışarı baktım. Ne çok sessizlik vardı. Dinledim.
Pencereyi açtım. Hava ne kadar temizdi... Doyasıya içime çektim.
Çöpleri çıkardım. Herkes daha uyuyordu ama iş başındaki çöpçüleri gördüm.
Turuncu tulumlarının içinde ne kadar sevimli görünüyorlardı. Bu saatte nasıl bu kadar turuncu olabiliyorsunuz diye sormak geldi içimden. Yapmadım... Sahi niye yapmadım ki?
Bir bebeğin gülüşünü bir de zürefanın sesini duydum. Zürefa nasıl ses çıkartır bilir misiniz?
Ben biliyorum. Berlin'den geldi zürefa. En iyi arkadaşımız o bizim.
Ne kadar şanslıyım, zamana meydana okuyan, eklene eklene giden zincirin ilk halkalarına tanık olan arkadaşlarım var. Bir tanesi daha dün yanımdaydı.
Öyle çok sevdim ki varlığını alıp içime sokasım geldi. Yapmadım. Sahi niye yapmadım ki?
Kendime bir kahve yaptım. Elime kitabımı aldım.
Gün ağarmadı daha, sabahın 5'inde bilfiil yaşıyor olmak ne güzel. Yol almış hissediyorum kendimi.
Gerçi okuduğum kitapta öyle demiyor. "Yol almaya değil, yol olmaya çalış." diyor.
Oyle olsun...
11 Temmuz 2015 Cumartesi
Nefes ve Uyku
Hava çok sıcak bu aralar Paris'te. Kepenkleri kapattık, evde yokuz sanki.
Hayatta da bazen böyle yapmalı aslında, kepenkleri kapatıvermeli dünyaya, evde yokum demeli. Gelme geleceksen de, kapattım kapılarımı bak evde yokum.
Bizim öyle bir oyunumuz var sevgilimle. Böyle, konuşmak, önemli, önemsiz herhangi bir soruya cevap vermek, sosyal olmak istemediğimiz zamanlarda "evde yokum" diyoruz.
Evde yokum işte, dünyaya tekrar bağlanmak istediğimde geri gelir ben çalarım kapını.
Çok sıcak ya, daha az uyuyorum bu aralar. Bu sabah 6.30 da uyandım, tekrar uyuyamadım kalktım.
Yürüdüm sokaklarda, nefes aldım. Nefes deyip geçmemek lazım, sahiden önemli mesele.
Ciğerlerimize kadar burnumuzdan çektiğimiz, çok yavaş geri bıraktığımız bütün beyin dalgalarımızı düşüren, bizi sakinleştiren o şifa misali nefes... Çok önemli.
"Bir insanın nefesi genişledikçe, kendi gerçekliği de genişler." diyordu okuduğum bir kitap. (Tanrılar Okulu, Stefano D'Anna)
Daha az uyuyorum bu aralar.
Aynı kitap; "Uyku dünyanın bize saldırması için izin vermektir. Bir başkasının seni uyurken görmesine izin vermemelisin." diyordu. Düşündüm de doğruluk payı yok değil.
Kimse beni telefonla aradığında veya kapıma geldiğinde uyuyor olmayı tercih etmiyorum.
Uyurken hayatta değilsin. İnsanlar beni yaşarken, hayata çoktan karışmışken görsün seviyorum. Uyurken değil.
Herkeslerden önce güne başlamak değişik bir güç veriyor insana. Erken kalkan yol alır misali de değil, uykuya düşkün olmamakta daha değişik bir şehvet var bana göre.
Hayata karşı açgözlü olmak, her yerini tatmak, hayattan daha fazla faydalanmak arzusu var, aktif, enerjik, dinamik olmak, herkesin zaafı uykuyu bertaraf edip insanların seni işlerken görmesine müsaade etmek var.
MUSTANG / Deniz Gamze Ergüven
Fransız bir arkadaşımla sinemaya gittim geçen hafta. Deniz Ergüven'in Cannes Film Festivali'nde sergilenen Mustang filmi Paris'te sinemalarda.
Geçen sene hemen hemen aynı vakitlerde Kış Uykusu'su izlemiştik.
Her sene iyi bir Türk filmi mi vaat ediliyor acaba? Umarım öyledir.
Mustang'e gelince...
Aslında konusu çok hafif işlenmiş, bana kalırsa konu bile yok doğru düzgün.
Başı yok, sonu yok filmler olur ya hani, kült filmlerde çok görülür, onun gibi...
Güya sonu var ama çok hafif. İnsanda birşeyleri harekete geçiren ne filmin konusu ne de sonu...
O 5 kız kardeşin muhteşem performansı, aralarındaki ilişki, bağlılıkları, diyalogları, o upuzun saçları, küçük yaşlarına rağmen sensüaliteleri, küçük yerde genç kız olmanın zorlukları...
Hele hele en küçük kız kardeşi oynayan Güneş Nezihe Şensoy muhteşem, bir içim su...
Filmi beğendim. Fransız arkadaşım bayıldı. Gerçi bayılırlar böyle "exotic" filmlere.
Meyda Yeğenoğlu Hocam ne güzel açıklamıştı exotiği okulda bize.
Özellikle yurt dışında yaşıyorsanız ve sinemalara gelmişse Mustang'e gitmeli elbette, ama yine de beklentinizi yüksek tutmayın derim ben.
MARCO POLO : Yeni Oyun
Geçen cuma akşamınun oyunu Marco Polo'ydu.
Ben yine her zamanki gibi oyunu anca yarısında anlayıp, oyunu bize anlatan Laune'un arkasından ikinci bitirdim. Oyun boyunca çok gerilerde olup birden atağa kalkıyorum. Klasik ben.
Şimdi bu oyunun tasarımcıları için şöyle birşey söylemeliyim; oyununuz yaratıcılıktan çok uzak.
Bir kere Marco Polo'nun keşifleriyle alakası yok. Aventures des Rails ile L'age de Pierre yani Tren yolu maceraları ve Taş Devri adlı oyunların parametrelerinin karışımından oluşan kesinlikle yeni birşey söylemeyen bir oyun.
Bir daha oynayacağımı sanmıyorum.
Bir de Wimbledon'u takip ediyorum bu aralar.
Geçen seneki Roland Garros'tan beri gözüme kestirdiğim bir İspanyol oyuncu var: Garbine Muguzura. Daha 21 yaşında, bu profesyonel hayatındaki 3. senesi ve Wimbledon'da final oynadı bugün hem de monster Serena Williams'a karşı. Williams karşısına genelde kafada kaybetmiş çıkıyor diğer oyuncular. Bu kız öyle değildi, her puanda çok zevk verdi. Kendisinin artık yakın hayranıyım. Kime karşı oynarsa oynasın Muguzura taraftarıyım ben.
Bu arada Richad Gasquet'nin de Wimbledon'daki yarı finale kalan performansını kutluyorum. Djokovic'ı deviren son Roland Garros şampiyonu Wawrinka'ya karşı oynadığı çeyrek finali nefeslerimizi tutarak izledik. Harika maç oldu. Bir de kim diyor Federer yaşlandı artık tenisi bırakır diye. Adam dün Andy Murray'i ezdi geçti. Hala Grand Slam'lerde final oynuyorsa bir oyuncu daha emekliliğine çok var demektir.
Şimdilik benden bu kadar.
Biraz vaktim vardı. Selam sabahı kesmeyelim dedim...
Hayatta da bazen böyle yapmalı aslında, kepenkleri kapatıvermeli dünyaya, evde yokum demeli. Gelme geleceksen de, kapattım kapılarımı bak evde yokum.
Bizim öyle bir oyunumuz var sevgilimle. Böyle, konuşmak, önemli, önemsiz herhangi bir soruya cevap vermek, sosyal olmak istemediğimiz zamanlarda "evde yokum" diyoruz.
Evde yokum işte, dünyaya tekrar bağlanmak istediğimde geri gelir ben çalarım kapını.
Çok sıcak ya, daha az uyuyorum bu aralar. Bu sabah 6.30 da uyandım, tekrar uyuyamadım kalktım.
Yürüdüm sokaklarda, nefes aldım. Nefes deyip geçmemek lazım, sahiden önemli mesele.
Ciğerlerimize kadar burnumuzdan çektiğimiz, çok yavaş geri bıraktığımız bütün beyin dalgalarımızı düşüren, bizi sakinleştiren o şifa misali nefes... Çok önemli.
"Bir insanın nefesi genişledikçe, kendi gerçekliği de genişler." diyordu okuduğum bir kitap. (Tanrılar Okulu, Stefano D'Anna)
Daha az uyuyorum bu aralar.
Aynı kitap; "Uyku dünyanın bize saldırması için izin vermektir. Bir başkasının seni uyurken görmesine izin vermemelisin." diyordu. Düşündüm de doğruluk payı yok değil.
Kimse beni telefonla aradığında veya kapıma geldiğinde uyuyor olmayı tercih etmiyorum.
Uyurken hayatta değilsin. İnsanlar beni yaşarken, hayata çoktan karışmışken görsün seviyorum. Uyurken değil.
Herkeslerden önce güne başlamak değişik bir güç veriyor insana. Erken kalkan yol alır misali de değil, uykuya düşkün olmamakta daha değişik bir şehvet var bana göre.
Hayata karşı açgözlü olmak, her yerini tatmak, hayattan daha fazla faydalanmak arzusu var, aktif, enerjik, dinamik olmak, herkesin zaafı uykuyu bertaraf edip insanların seni işlerken görmesine müsaade etmek var.
MUSTANG / Deniz Gamze Ergüven
Fransız bir arkadaşımla sinemaya gittim geçen hafta. Deniz Ergüven'in Cannes Film Festivali'nde sergilenen Mustang filmi Paris'te sinemalarda.
Geçen sene hemen hemen aynı vakitlerde Kış Uykusu'su izlemiştik.
Her sene iyi bir Türk filmi mi vaat ediliyor acaba? Umarım öyledir.
Mustang'e gelince...
Aslında konusu çok hafif işlenmiş, bana kalırsa konu bile yok doğru düzgün.
Başı yok, sonu yok filmler olur ya hani, kült filmlerde çok görülür, onun gibi...
Güya sonu var ama çok hafif. İnsanda birşeyleri harekete geçiren ne filmin konusu ne de sonu...
O 5 kız kardeşin muhteşem performansı, aralarındaki ilişki, bağlılıkları, diyalogları, o upuzun saçları, küçük yaşlarına rağmen sensüaliteleri, küçük yerde genç kız olmanın zorlukları...
Hele hele en küçük kız kardeşi oynayan Güneş Nezihe Şensoy muhteşem, bir içim su...
Filmi beğendim. Fransız arkadaşım bayıldı. Gerçi bayılırlar böyle "exotic" filmlere.
Meyda Yeğenoğlu Hocam ne güzel açıklamıştı exotiği okulda bize.
Özellikle yurt dışında yaşıyorsanız ve sinemalara gelmişse Mustang'e gitmeli elbette, ama yine de beklentinizi yüksek tutmayın derim ben.
MARCO POLO : Yeni Oyun
Geçen cuma akşamınun oyunu Marco Polo'ydu.
Ben yine her zamanki gibi oyunu anca yarısında anlayıp, oyunu bize anlatan Laune'un arkasından ikinci bitirdim. Oyun boyunca çok gerilerde olup birden atağa kalkıyorum. Klasik ben.
Şimdi bu oyunun tasarımcıları için şöyle birşey söylemeliyim; oyununuz yaratıcılıktan çok uzak.
Bir kere Marco Polo'nun keşifleriyle alakası yok. Aventures des Rails ile L'age de Pierre yani Tren yolu maceraları ve Taş Devri adlı oyunların parametrelerinin karışımından oluşan kesinlikle yeni birşey söylemeyen bir oyun.
Bir daha oynayacağımı sanmıyorum.
Bir de Wimbledon'u takip ediyorum bu aralar.
Geçen seneki Roland Garros'tan beri gözüme kestirdiğim bir İspanyol oyuncu var: Garbine Muguzura. Daha 21 yaşında, bu profesyonel hayatındaki 3. senesi ve Wimbledon'da final oynadı bugün hem de monster Serena Williams'a karşı. Williams karşısına genelde kafada kaybetmiş çıkıyor diğer oyuncular. Bu kız öyle değildi, her puanda çok zevk verdi. Kendisinin artık yakın hayranıyım. Kime karşı oynarsa oynasın Muguzura taraftarıyım ben.
Bu arada Richad Gasquet'nin de Wimbledon'daki yarı finale kalan performansını kutluyorum. Djokovic'ı deviren son Roland Garros şampiyonu Wawrinka'ya karşı oynadığı çeyrek finali nefeslerimizi tutarak izledik. Harika maç oldu. Bir de kim diyor Federer yaşlandı artık tenisi bırakır diye. Adam dün Andy Murray'i ezdi geçti. Hala Grand Slam'lerde final oynuyorsa bir oyuncu daha emekliliğine çok var demektir.
Şimdilik benden bu kadar.
Biraz vaktim vardı. Selam sabahı kesmeyelim dedim...
Libellés :
Deniz Gamze Ergüven,
Hayata dair,
Marco Polo oyun,
Muguruza,
Mustang,
Nefes,
uyku,
Wimbledon
27 Haziran 2015 Cumartesi
Yatağın altı, dolabın arkası gibiyim...
Neden yazmıyorsun diye soran arkadaşlarımın sayısı arttı. "Hiç yeni yazı yok. Olmuyor böyle."
İki satır attırmayı bir borç bildim kendi kendime...
Bilmem...
İçime kapanığım bu aralar, dışarılarla işim yok. İçimdeyim.
Yatağın altı, dolabın arkası, fincanın dibi gibiyim...
Hem varim, hem görünmüyorum. Olur bazen öyle.
Mutluyum çok. Sakin, durgun, huzurluyum.
Hani büyük Avrupa şehirlerinde bazı güzel binalar vardır. Tadilata girerler.
Şehri gezenlere o çalışma görüntülerini göstermemek için binanın üzerine güzel bir resimden oluşan bir muşamba sererler.
Ve "I'm under construction" yazarlar.
İşte bendeki de o hesap...
I'm under construction...
Çalışmalar içten içe devam ediyor, çevreye verdiğim rahatsızlıktan ötürü özür diliyorum.
Neyin tamiri var içimde?
Duvarlar mı yıkılıyor? Sütunlar mı kaldırılıyor? Bilmiyorum tam...
Söyleyeceğim sözler, yazacağım cümleler var. Lakin kesinleşmedi henüz.
Ama bak çiçekler var dışımda. Gülüyorum yine de...
Neler yaptığımı soracak olursanız bu aralar...
Yeni Zelanda'dan arkadaşım geldi geçen hafta. O da tek bir ülkeye sığamayıp bavulunu alıp başka diyarlarda hayat kuranlardan...
3.5 yaşındaki kızı da vardı. Queen Elsa.
Siz siz olun yarın öbür gün biri size "Frozen" nedir diye sorarsa, hani şu meyve parçacıklarını buzla mixerdan geçirip yaptıkları karışım değil mi demeyin benim gibi... Araştırın.
Sonra hediyelerim vardı taa Yeni Zelanda'dan... Gizli. Hadi bir tanesini paylaşayım.
Manuka balı.
Büyük sporcuların yaşam biçimlerini, ne yiyip ne içtiklerini, ne kadar uyuyup, ne kadar seviştiklerini, yani nasıl bir yaşam ritmine sahip olduklarını hep merak ederim ve okurum.
Djokovic'in yaşam kalitesini ve hijyenini çok beğeniyorum. "Serve to Win" kitabını da alıp okumayı düşünüyorum. Hayır, bütün dünyayı peşinden sürükleyen glütensiz beslenme konusunda o kadar emin değilim. Yani kim uğraşıcak onunla tarzı bir tutum içindeyim.
Ama, okudum ki, her sabah koca bir kaşık manuka balı yiyerek güne başlıyormuş Djokovic.
Ve bu çok özel bal da sadece Yeni Zelanda'daki arıların oradaki çiçeklerle yaptığı balmış.
Yeni Zelanda'dan arkadaşım gelmeden hemen önce öğrendiğim bu bilgiyle arkadaşımdan istedim.
Yeni Zelanda'dan Manuka Balı'm geldi.
Sporcu disipliniyle yaşadığım hayatıma bir çizik daha atmış olucam sadece... Bu da bana yeter.
Bunun dışında bir dans gösterisine gittim çarşamba akşamı.
Y Olé de José Montalvo
Théatre National de Chaillot, Trocadéro, Paris.
Çok entersan bir gösteriydi. Ağırlıklı olarak Flamenco müziği ve Flamenco ezgileri taşısa da, dansçı grubu üç gruba ayrılıyordu sanki. Biri Flamencocular, biri bale yani classic dansçılar, diğeri ise bir nevi akrobasi, hip hop ya da modern dans yapanlar...
Ve hepsinin hem de aynı anda, bazen düel halinde o dansa biçilen müziğin dışında da o dansın ezgilerini yapabildiklerini görmek çok şaşırtıcıydı.
Yani Flamenco dansının klasik müzikle, balenin sert Flamenco ezgileriyle yapılabildiğini görmek...
Gösteri 3 Temmuza kadar sürüyormuş. Paris'teyseniz kaçırmayın derim. Çok güzel.
Haaa bir de yeni oyun günü yaptık geçen pazar. 3 oyun oynadık.
L'age de Pierre, yani Taş Devri benim en sevdiğim oyunlardan birisi.
Çok parametresi olan stratejik, ama aynı zamanda doğal kaynak kazanmak için zar atılan yani bir parça şansın da olduğu bir oyun. Ben ikinci bitirdim. Çok keyif aldım. Bu oyun da oyun severlere şiddetle tavsiye edilir. Yalnız biraz uzun sürüyor. 2 - 2.5 saatinizi ayırın.
Bir de bir film seyrettim, çok hoştu. Alman yapımi; Türk bir aileyi konu alan bir film.
Çok eğlenceli, komik, hatta bazen sensüel ve romantik, Türk erkeklerini ve Almanya'daki bir Türk ailesini çok zekice ti'ye alan, biraz da Sex and The City tadında "feel good movie".
Oyunculuk performansı harika. Mesela filmin bütününe çok etkisi olmayan anne karakteri çok başarılı.
Avrupa'da yaşayan ve Türkler'i özellikle Türk erkeklerini sevmeyen, hatta zaman zaman Türkler'e karşı ırkçı bir tutum sergilediğini inkar etmeyen filmdeki Hatice karakterinde kendinizden çok şey bulacaksınız...
Almanya-Fransa ortak ARTE kanalında izledim ben ama isteyenler bulup izleyebilirler.
"Cherche gendre pour pere Turc" (Türk baba için damat aranıyor)
Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar...
Yeni yazılarda buluşana dek hoşçakalın.
İki satır attırmayı bir borç bildim kendi kendime...
Bilmem...
İçime kapanığım bu aralar, dışarılarla işim yok. İçimdeyim.
Yatağın altı, dolabın arkası, fincanın dibi gibiyim...
Hem varim, hem görünmüyorum. Olur bazen öyle.
Mutluyum çok. Sakin, durgun, huzurluyum.
Hani büyük Avrupa şehirlerinde bazı güzel binalar vardır. Tadilata girerler.
Şehri gezenlere o çalışma görüntülerini göstermemek için binanın üzerine güzel bir resimden oluşan bir muşamba sererler.
Ve "I'm under construction" yazarlar.
İşte bendeki de o hesap...
I'm under construction...
Çalışmalar içten içe devam ediyor, çevreye verdiğim rahatsızlıktan ötürü özür diliyorum.
Neyin tamiri var içimde?
Duvarlar mı yıkılıyor? Sütunlar mı kaldırılıyor? Bilmiyorum tam...
Söyleyeceğim sözler, yazacağım cümleler var. Lakin kesinleşmedi henüz.
Ama bak çiçekler var dışımda. Gülüyorum yine de...
Neler yaptığımı soracak olursanız bu aralar...
Yeni Zelanda'dan arkadaşım geldi geçen hafta. O da tek bir ülkeye sığamayıp bavulunu alıp başka diyarlarda hayat kuranlardan...
3.5 yaşındaki kızı da vardı. Queen Elsa.
Siz siz olun yarın öbür gün biri size "Frozen" nedir diye sorarsa, hani şu meyve parçacıklarını buzla mixerdan geçirip yaptıkları karışım değil mi demeyin benim gibi... Araştırın.
Sonra hediyelerim vardı taa Yeni Zelanda'dan... Gizli. Hadi bir tanesini paylaşayım.
Manuka balı.
Büyük sporcuların yaşam biçimlerini, ne yiyip ne içtiklerini, ne kadar uyuyup, ne kadar seviştiklerini, yani nasıl bir yaşam ritmine sahip olduklarını hep merak ederim ve okurum.
Djokovic'in yaşam kalitesini ve hijyenini çok beğeniyorum. "Serve to Win" kitabını da alıp okumayı düşünüyorum. Hayır, bütün dünyayı peşinden sürükleyen glütensiz beslenme konusunda o kadar emin değilim. Yani kim uğraşıcak onunla tarzı bir tutum içindeyim.
Ama, okudum ki, her sabah koca bir kaşık manuka balı yiyerek güne başlıyormuş Djokovic.
Ve bu çok özel bal da sadece Yeni Zelanda'daki arıların oradaki çiçeklerle yaptığı balmış.
Yeni Zelanda'dan arkadaşım gelmeden hemen önce öğrendiğim bu bilgiyle arkadaşımdan istedim.
Yeni Zelanda'dan Manuka Balı'm geldi.
Sporcu disipliniyle yaşadığım hayatıma bir çizik daha atmış olucam sadece... Bu da bana yeter.
Bunun dışında bir dans gösterisine gittim çarşamba akşamı.
Y Olé de José Montalvo
Théatre National de Chaillot, Trocadéro, Paris.
Çok entersan bir gösteriydi. Ağırlıklı olarak Flamenco müziği ve Flamenco ezgileri taşısa da, dansçı grubu üç gruba ayrılıyordu sanki. Biri Flamencocular, biri bale yani classic dansçılar, diğeri ise bir nevi akrobasi, hip hop ya da modern dans yapanlar...
Ve hepsinin hem de aynı anda, bazen düel halinde o dansa biçilen müziğin dışında da o dansın ezgilerini yapabildiklerini görmek çok şaşırtıcıydı.
Yani Flamenco dansının klasik müzikle, balenin sert Flamenco ezgileriyle yapılabildiğini görmek...
Gösteri 3 Temmuza kadar sürüyormuş. Paris'teyseniz kaçırmayın derim. Çok güzel.
Haaa bir de yeni oyun günü yaptık geçen pazar. 3 oyun oynadık.
L'age de Pierre, yani Taş Devri benim en sevdiğim oyunlardan birisi.
Çok parametresi olan stratejik, ama aynı zamanda doğal kaynak kazanmak için zar atılan yani bir parça şansın da olduğu bir oyun. Ben ikinci bitirdim. Çok keyif aldım. Bu oyun da oyun severlere şiddetle tavsiye edilir. Yalnız biraz uzun sürüyor. 2 - 2.5 saatinizi ayırın.
Bir de bir film seyrettim, çok hoştu. Alman yapımi; Türk bir aileyi konu alan bir film.
Çok eğlenceli, komik, hatta bazen sensüel ve romantik, Türk erkeklerini ve Almanya'daki bir Türk ailesini çok zekice ti'ye alan, biraz da Sex and The City tadında "feel good movie".
Oyunculuk performansı harika. Mesela filmin bütününe çok etkisi olmayan anne karakteri çok başarılı.
Avrupa'da yaşayan ve Türkler'i özellikle Türk erkeklerini sevmeyen, hatta zaman zaman Türkler'e karşı ırkçı bir tutum sergilediğini inkar etmeyen filmdeki Hatice karakterinde kendinizden çok şey bulacaksınız...
Almanya-Fransa ortak ARTE kanalında izledim ben ama isteyenler bulup izleyebilirler.
"Cherche gendre pour pere Turc" (Türk baba için damat aranıyor)
Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar...
Yeni yazılarda buluşana dek hoşçakalın.
Libellés :
Arte,
Cherche gendre pour pere turc,
dans gösterisi,
Djokovic,
Frozen,
Hayata dair,
L'age de Pierre,
Manuka Balı,
Taş Devri,
Y Olé,
Yeni Zelanda
23 Mayıs 2015 Cumartesi
Önceden tutulmuş bir dilek gibi... : SARDEGNA Adası
Ben orada yeniden doğdum.
Gözünün alabildiğine uzanan o duru suyun içinde,
Bembeyaz kumların üzerinde,
Balıkların arasında,
Teknelerin karşısında,
Kumsaldaki sabah koşularında,
Denizin dibindeki güneş yatağında,
Kum taneleri yapışmış kitabımın sayfalarında,
Acıtmadan yakan güneşte,
Tenimi okşayıp serinleten esintide,
Gökyüzünün muhteşem mavisinde,
Deniz fenerinde,
Çimlerin üzerinde,
Tabağımdaki ızgara balıkta,
Sabah kahvesinde,
Yemeğe doyamadığım İtalyan mutfağında,
Otel odasının balkonunda, balkonun önündeki çam ağaçlarında,
Havuzun tepesinde dolanan kuşların gagasında,
Gün batımında, sabah güneşinde,
Kartpostallara resim olmuş bu sahilde,
Sevgilimin koynunda, kollarında, omuzlarında, gözlerinde...
Ben yeniden doğdum.
Kimse yoktu sanki bizden başka...
Ses yoktu, müzik yoktu, bulut yoktu, denizde dalga yoktu.
Biz vardık sadece...
Aşk vardı, bugünlere şükretmek vardı, huzur vardı...
Mutluluk vardı, bütün bir ömre yetecek sandım...
Yeter belki...
Nefes alıp vermek vardı. Alırken tüm ciğerlerine kadar çekmek havayı, verirken son nefesine kadar boşaltmak, yeni nefese yer açmak vardı...
Otel odasının kapısında "rahatsız etmeyin" yazısı vardı.
Ne olur rahatsız etmeyin, hayatın tadının, hazzının, anlamının dibine varıyoruz işte tam bu anda...
Beni gördüklerinde hemen gülümseyen insanlar vardı. Çünkü hayat vardı...
Hayatı toz pembe görmemi sağlayan rengarenk elbiselerim vardı..
Saat yoktu, teknoloji yoktu, gerçek hayatın konuları yoktu.
Deniz suyu ve kristal beyaz kumlara kendimizi kaptırmış oynarken zamanın sonsuzluğu vardı.
Bu tatil, fırtına öncesi gelen sessizlik gibi...
Fırtına da gelecek elbet, esecek, sallayacak bizi... Zerre kadar korkum yok.
Ömre bedel yaşanmış anlarım, zamanlarım var benim...
Cennetten kopma bu koyda, kumsalda, bu muhteşem Sardegna Adası'nda geçen iki hafta...
Önceden tutulmuş bir dilek gibi...
Tuttuğum bütün dilekler gerçekleşir benim.
Bunu en iyi uğur böcekleri bilir...
Gözünün alabildiğine uzanan o duru suyun içinde,
Bembeyaz kumların üzerinde,
Balıkların arasında,
Teknelerin karşısında,
Kumsaldaki sabah koşularında,
Denizin dibindeki güneş yatağında,
Kum taneleri yapışmış kitabımın sayfalarında,
Acıtmadan yakan güneşte,
Tenimi okşayıp serinleten esintide,
Gökyüzünün muhteşem mavisinde,
Deniz fenerinde,
Çimlerin üzerinde,
Tabağımdaki ızgara balıkta,
Sabah kahvesinde,
Yemeğe doyamadığım İtalyan mutfağında,
Otel odasının balkonunda, balkonun önündeki çam ağaçlarında,
Havuzun tepesinde dolanan kuşların gagasında,
Gün batımında, sabah güneşinde,
Kartpostallara resim olmuş bu sahilde,
Sevgilimin koynunda, kollarında, omuzlarında, gözlerinde...
Ben yeniden doğdum.
Kimse yoktu sanki bizden başka...
Ses yoktu, müzik yoktu, bulut yoktu, denizde dalga yoktu.
Biz vardık sadece...
Aşk vardı, bugünlere şükretmek vardı, huzur vardı...
Mutluluk vardı, bütün bir ömre yetecek sandım...
Yeter belki...
Nefes alıp vermek vardı. Alırken tüm ciğerlerine kadar çekmek havayı, verirken son nefesine kadar boşaltmak, yeni nefese yer açmak vardı...
Otel odasının kapısında "rahatsız etmeyin" yazısı vardı.
Ne olur rahatsız etmeyin, hayatın tadının, hazzının, anlamının dibine varıyoruz işte tam bu anda...
Beni gördüklerinde hemen gülümseyen insanlar vardı. Çünkü hayat vardı...
Hayatı toz pembe görmemi sağlayan rengarenk elbiselerim vardı..
Saat yoktu, teknoloji yoktu, gerçek hayatın konuları yoktu.
Deniz suyu ve kristal beyaz kumlara kendimizi kaptırmış oynarken zamanın sonsuzluğu vardı.
Bu tatil, fırtına öncesi gelen sessizlik gibi...
Fırtına da gelecek elbet, esecek, sallayacak bizi... Zerre kadar korkum yok.
Ömre bedel yaşanmış anlarım, zamanlarım var benim...
Cennetten kopma bu koyda, kumsalda, bu muhteşem Sardegna Adası'nda geçen iki hafta...
Önceden tutulmuş bir dilek gibi...
Tuttuğum bütün dilekler gerçekleşir benim.
Bunu en iyi uğur böcekleri bilir...
Libellés :
dilek,
Hayata dair,
Pullman Hotel,
Sardegna Adası,
Sardunya,
tatil,
Timi Ama Beach,
Villasimius
1 Mayıs 2015 Cuma
Bir hafta iki konser : Özgürlük söylemleri: Lynyrd Skynyrd vs Tiken Jah Fakoly
İzmir'den döner dönmez ayağımın tozuyla Paris'te iki konsere gittim bu hafta.
İlki, cumartesi akşamı gitmiş olduğum Lynyrd Skynyrd konseri.
1970'li yıllara damgasını vurmuş Amerikan bir rock grubu.
Grubun hikayesi çok ilginç. Duyunca etkileniyor insan.
1968 yılında kesin olarak Lynyrd Skynyrd adını alan bu ünlü rock grubunun 3 ana üyesi 1977'deki bir uçak kazasında ölür.
Taaaa 1988'de grubun uçak kazasında ölen esas solistin en küçük erkek kardeşi, abisinin rolünü üstlenir ve orijinal grubun hayatta kalan diğer iki üyesiyle beraber Lynyrd Skynyrd ruhunu yeniden canlandırırlar.
Sweet Home Alabama ve Free Bird şarkıları grubun en bilinen parçaları.
Paris Palais des Sports'da gerçekleşen bu rock konserine gitmeden önce biraz şüpheliydim açıkçası sevip sevmeyeceğimden.
Zira, taaa ODTÜ öğrencilik yıllarımdan beri böyle sağlam bir rock konserine gitmemiştim. Ortam nasıl olacak falan merak ediyordum. Bir de aşağıda ayaktaydık.
Yaş ortalaması hayli yüksekti. Malum 70'li yıllara damgasını vuran bir grup olunca.
Ve herkeste tam bir rocker hava, yüzükler, bilezikler, upuzun saçlar, dövmeler, acaip kıyafetler...
Tabi bunlar Amerika'da herkesin şarkılarını ezbere söylemesine alışmış olduklarından burda biraz bocaladılar, yine de Parisliler de eşlik etmeye çalıştı işte, olduğu kadar...
Valla, ne yalan söyliyim, ben sevgilimi kırmamak için gittim. Malum kendisi iki yıldır gitar çalmaya başladı, bayaa da ilerleme kaydetti kendi kendine. Lynard Skynard'ın da bir sürü şarkısını çalınca biz de kalkıp gittik.
Özgürlük söylemleri çok tat vermedi.
Lynyrd Skynyrd fena değildi de, bana daha challenging birşeyler lazım onu anladım.
Hani o kuş gibi özgürüm, kimse beni değiştiremez, boyunduruğuna alamaz, kendi kararlarımı kendim veririm, iradem var benim söylemleri biraz bayat geldi bana artık.
Bunlarla büyüdük, Albert Camus'nün kitaplarını hatmettik özgür olucaz diye.
Bilmiyorum ne kadar başardık.
Nedir özgürlük? diye bugün 100 kişiye sorsak 3 tane düzgün cevap gelmez, iddia ediyorum.
TIKEN JAH FAKOLY - Dernier Appel
Lakin çarşamba akşamı Paris Zenith'te bir konsere gittik ki aman diyim konser miydi, bir Afrika manifestasyonu muydu anlamadım.
Sahnede müthiş bir enerji, yerlerinde duramayan, dünyayı yerinden oynatacakmış gibi dans edip şarkı söyleyen insanlar vardı.
Malum çoğunluğu zenci ve Afrikalı olan bir gruptu bu.
Reggea ezgileri, insanın içini kıpır kıpır eden müzikleriyle şahane bir konserdi.
Konserdeki her parçanın her sözü kışkırtıcı, batı kültürüne gönderme yapan türden.
Hani eğer, sevgilim beni terk etti, dünya başıma yıkıldı, ben ne yaparım, onsuz nasıl yaşarım, nasıl toparlanırım, dünyanın sonu mu bu, tarzı şarkılardan sıkıldıysanız, söyledikleriyle sizi biraz silkeleyecek şarkı sözleri arıyorsanız Tiken Jah Fakoly dinleyin.
Tamam Afrikalı değiliz, bizim meselemiz, bizim davamız, tarihimizden gelen bizim yaralarımız değil.
Ama dünyanın ayıbını sorgulama fırsatı bulacağımız müthiş ezgilerle bezenmiş kışkırtıcı şarkı sözleri.
Ouvrez les Frontieres - sınırları açın diye bir şarkı var mesela.
Ouvrez les frontières, ouvrez les frontières
Ouvrez les frontières, ouvrez les frontières
Nous aussi on veut connaître la chance d'étudier,
La chance de voir nos rêves se réaliser,
Avoir un beau métier, pouvoir voyager,
Connaître ce que vous appelez liberté.
Siz geliyorsunuz, bizim topraklarımızda istediğinizi yapıyorsunuz. Bize gelince, Afrika sen yerinde otur diyorsunuz, biz de sizin yaşadığınız zenginliği yaşamak istiyoruz, çocuklarımız burdan gitsin istiyoruz, sınırları kaldırın, aranıza bizi de alın.. diye haykıran şarkılar...
English Men in New York'un bir başka versiyonu, Africain a Paris de çok duygulu parçalardan.
Herkes cennete gitmek istiyor, ama kimse bedelini ödemek istemiyor, diğer enteresan parçalardan.
(Tout le monde veut aller au paradis, personne ne veut payer le prix)
Şarkıları dinlerken, seyircilerin coşkusunu yaşarken şarkı sözlerindeki derinliğe kapılmadan edemiyor insan, bir sosyolog için kaçınılmaz.
Üzülüyorsunuz. Onları haklı bulmak istiyorsunuz. Batının Afrika'yı tamamen gözden çıkarmış, ona duyarsızlaşmış, karantina bölgesi gibi kendi fakirliğinde çürümeye bırakmış haline sitem ediyorsunuz.
Ancak diğer yandan da bu kadar insan gelişmiş topraklara gelse, hem de üretimde yer almadan, bilgi, ürün veya hizmet gelişiminde yer almadan, batının yine de hakkını yemeyelim, çok ama çok çalışarak getirdiği bu düzen bir kaosa uğramaz mı? Kaynaklar hızla tükenmez mi?
Dünya adil değil. Evet hiç değil. Hiçkimse için değil, doğduğu toprakları seçme şansı olmayanlar için hiç değil.
Bir başka şarkıda kölelikten, kolonicilikten bahsediyor.
Ben, bu tür sosyal konulara kayıtsız kalamayacak bir alt yapıdan geldiğim için neredeyse kendimi bir an Afrikalı gibi hissetmeye başlıyorum.
Bir bakıyorum sevgilim kafasını iki yana sallıyor. Adamın gram umrunda değil.
Bayar onu böyle konular.
Müzik güzel de içindeki felsefe pek sarmadı onu.
Kolonici Fransız torunu işte, yapacak birşey yok.
Ama bir ara şey dedi çok güldüm.
"Stephen Hawking 1000 yıl içinde dünyayı boşaltın yoksa çok büyük tehlike bizi bekliyor diyor. Bunlar hala kölelik, kolonicilik diyor.."
Ne diyelim, herkesin derdi kendine ağır.
Tiken Jah Fakoly'nin Dermier Appel pour Vol Afrika albümü dinleyin, fırsatınız varsa konserine gidin.
Müthiş bir ambians garanti...
İlki, cumartesi akşamı gitmiş olduğum Lynyrd Skynyrd konseri.
1970'li yıllara damgasını vurmuş Amerikan bir rock grubu.
Grubun hikayesi çok ilginç. Duyunca etkileniyor insan.
1968 yılında kesin olarak Lynyrd Skynyrd adını alan bu ünlü rock grubunun 3 ana üyesi 1977'deki bir uçak kazasında ölür.
Taaaa 1988'de grubun uçak kazasında ölen esas solistin en küçük erkek kardeşi, abisinin rolünü üstlenir ve orijinal grubun hayatta kalan diğer iki üyesiyle beraber Lynyrd Skynyrd ruhunu yeniden canlandırırlar.
Sweet Home Alabama ve Free Bird şarkıları grubun en bilinen parçaları.
Paris Palais des Sports'da gerçekleşen bu rock konserine gitmeden önce biraz şüpheliydim açıkçası sevip sevmeyeceğimden.
Zira, taaa ODTÜ öğrencilik yıllarımdan beri böyle sağlam bir rock konserine gitmemiştim. Ortam nasıl olacak falan merak ediyordum. Bir de aşağıda ayaktaydık.
Yaş ortalaması hayli yüksekti. Malum 70'li yıllara damgasını vuran bir grup olunca.
Ve herkeste tam bir rocker hava, yüzükler, bilezikler, upuzun saçlar, dövmeler, acaip kıyafetler...
Tabi bunlar Amerika'da herkesin şarkılarını ezbere söylemesine alışmış olduklarından burda biraz bocaladılar, yine de Parisliler de eşlik etmeye çalıştı işte, olduğu kadar...
Valla, ne yalan söyliyim, ben sevgilimi kırmamak için gittim. Malum kendisi iki yıldır gitar çalmaya başladı, bayaa da ilerleme kaydetti kendi kendine. Lynard Skynard'ın da bir sürü şarkısını çalınca biz de kalkıp gittik.
Özgürlük söylemleri çok tat vermedi.
Lynyrd Skynyrd fena değildi de, bana daha challenging birşeyler lazım onu anladım.
Hani o kuş gibi özgürüm, kimse beni değiştiremez, boyunduruğuna alamaz, kendi kararlarımı kendim veririm, iradem var benim söylemleri biraz bayat geldi bana artık.
Bunlarla büyüdük, Albert Camus'nün kitaplarını hatmettik özgür olucaz diye.
Bilmiyorum ne kadar başardık.
Nedir özgürlük? diye bugün 100 kişiye sorsak 3 tane düzgün cevap gelmez, iddia ediyorum.
TIKEN JAH FAKOLY - Dernier Appel
Lakin çarşamba akşamı Paris Zenith'te bir konsere gittik ki aman diyim konser miydi, bir Afrika manifestasyonu muydu anlamadım.
Sahnede müthiş bir enerji, yerlerinde duramayan, dünyayı yerinden oynatacakmış gibi dans edip şarkı söyleyen insanlar vardı.
Malum çoğunluğu zenci ve Afrikalı olan bir gruptu bu.
Reggea ezgileri, insanın içini kıpır kıpır eden müzikleriyle şahane bir konserdi.
Konserdeki her parçanın her sözü kışkırtıcı, batı kültürüne gönderme yapan türden.
Hani eğer, sevgilim beni terk etti, dünya başıma yıkıldı, ben ne yaparım, onsuz nasıl yaşarım, nasıl toparlanırım, dünyanın sonu mu bu, tarzı şarkılardan sıkıldıysanız, söyledikleriyle sizi biraz silkeleyecek şarkı sözleri arıyorsanız Tiken Jah Fakoly dinleyin.
Tamam Afrikalı değiliz, bizim meselemiz, bizim davamız, tarihimizden gelen bizim yaralarımız değil.
Ama dünyanın ayıbını sorgulama fırsatı bulacağımız müthiş ezgilerle bezenmiş kışkırtıcı şarkı sözleri.
Ouvrez les Frontieres - sınırları açın diye bir şarkı var mesela.
Ouvrez les frontières, ouvrez les frontières
Ouvrez les frontières, ouvrez les frontières
Nous aussi on veut connaître la chance d'étudier,
La chance de voir nos rêves se réaliser,
Avoir un beau métier, pouvoir voyager,
Connaître ce que vous appelez liberté.
Siz geliyorsunuz, bizim topraklarımızda istediğinizi yapıyorsunuz. Bize gelince, Afrika sen yerinde otur diyorsunuz, biz de sizin yaşadığınız zenginliği yaşamak istiyoruz, çocuklarımız burdan gitsin istiyoruz, sınırları kaldırın, aranıza bizi de alın.. diye haykıran şarkılar...
English Men in New York'un bir başka versiyonu, Africain a Paris de çok duygulu parçalardan.
Herkes cennete gitmek istiyor, ama kimse bedelini ödemek istemiyor, diğer enteresan parçalardan.
(Tout le monde veut aller au paradis, personne ne veut payer le prix)
Şarkıları dinlerken, seyircilerin coşkusunu yaşarken şarkı sözlerindeki derinliğe kapılmadan edemiyor insan, bir sosyolog için kaçınılmaz.
Üzülüyorsunuz. Onları haklı bulmak istiyorsunuz. Batının Afrika'yı tamamen gözden çıkarmış, ona duyarsızlaşmış, karantina bölgesi gibi kendi fakirliğinde çürümeye bırakmış haline sitem ediyorsunuz.
Ancak diğer yandan da bu kadar insan gelişmiş topraklara gelse, hem de üretimde yer almadan, bilgi, ürün veya hizmet gelişiminde yer almadan, batının yine de hakkını yemeyelim, çok ama çok çalışarak getirdiği bu düzen bir kaosa uğramaz mı? Kaynaklar hızla tükenmez mi?
Dünya adil değil. Evet hiç değil. Hiçkimse için değil, doğduğu toprakları seçme şansı olmayanlar için hiç değil.
Bir başka şarkıda kölelikten, kolonicilikten bahsediyor.
Ben, bu tür sosyal konulara kayıtsız kalamayacak bir alt yapıdan geldiğim için neredeyse kendimi bir an Afrikalı gibi hissetmeye başlıyorum.
Bir bakıyorum sevgilim kafasını iki yana sallıyor. Adamın gram umrunda değil.
Bayar onu böyle konular.
Müzik güzel de içindeki felsefe pek sarmadı onu.
Kolonici Fransız torunu işte, yapacak birşey yok.
Ama bir ara şey dedi çok güldüm.
"Stephen Hawking 1000 yıl içinde dünyayı boşaltın yoksa çok büyük tehlike bizi bekliyor diyor. Bunlar hala kölelik, kolonicilik diyor.."
Ne diyelim, herkesin derdi kendine ağır.
Tiken Jah Fakoly'nin Dermier Appel pour Vol Afrika albümü dinleyin, fırsatınız varsa konserine gidin.
Müthiş bir ambians garanti...
Libellés :
Dernier Appel,
Free bird,
Lynard Skynard,
paris,
Tiken Jah Fakoly,
Zenith
14 Nisan 2015 Salı
Benjamin Millepied: L.A. Dance Project
Aylardır dört gözle beklediğim gösteri sonunda geldi geçti bile...
Bu benim Noel hediyemdi. Demiştim ya, bu Noel hizmet hediyeleri verdim ve hizmet hediyeleri aldım.
Aralık ayında biletleri biten Benjamin Millepied'nin L.A. Dance Project 3 gösterisi.
Benjamin Millepied'yi biliyorsunuz, Nathalie Portman'a Oscar kazandıran Black Swan filminin koregrafı.
3 bölümden oluşan bu gösterinin Harbor Me adını taşıyan ilk bölümüne öldüm bittim. Sidi Larbi'nin koregraflığını yaptığı 20 dakikalık bu dans performansını daha önce hiçbir yerde görmedim.
Öyle yaratıcı...
Dansçıların akışkanlığı, evet evet sanki birbirlerinin üzerine ve birbirlerinin üzerinden akıyormuş havası veren performansları göz kamaştırıcı.
Çok dans gösterisi izlerim.
İtiraf etmeliyim ki son zamanlarda gördüğüm gösterilerdeki çoğu hareket birbirine benziyor, birbirini andırıyor ve hatta birbirinin aynısının farklı yorumlanışı oluyordu.
Ama Harbor Me öyle değildi. Enfesti.
İzlediğim hiçbir dans gösterisine benzemiyordu.
3 erkeğin muazzam performansı... İnsan vücudunun neler yapabileceğini ve yaratılığın sınırının olmadığını gösteriyordu bize. Bayıldım...
Dansçılar: Aaron Carr, Charlie Hodges, Morgan Lugo.
İkinci bölüm olan Acts for The Blind biraz daha theatral, konusu olan minik mir mise en scene in dans aracılığıyla sahneye konulması tarzında birşeydi. Fena değildi. Pek benim hoşlandığım bir tarz değildi. Ama dansçılar yine müthişti.
Son bölüm ise, bizzat Benjamin Millepied'nin kendi kareografisi.
Hearts and Arrow
Millepied zaten çok ünlü bir balet olup Paris ve İsviçre Devlet Opera ve Bale'lerinin idaresinde önemli bir kariyere sahip olan başarılı bir dansçı ve kareograf.
Haliyle onun gösterisi daha çok bale motifleriyle yaratılmış bir modern dans gösterisiydi.
Çok enfesti.
Biletlerin aylar öncesinden bitmiş olmasına şaşırmamak gerek.
Theatre du Chatelet'de gösteri izlemek ta ayrıca başka bir zevk.
Opera ambiansı, dekorasyonu ve asaletinden farkı yok.
Bakalım diğer gösterilere...
Bu benim Noel hediyemdi. Demiştim ya, bu Noel hizmet hediyeleri verdim ve hizmet hediyeleri aldım.
Aralık ayında biletleri biten Benjamin Millepied'nin L.A. Dance Project 3 gösterisi.
Benjamin Millepied'yi biliyorsunuz, Nathalie Portman'a Oscar kazandıran Black Swan filminin koregrafı.
3 bölümden oluşan bu gösterinin Harbor Me adını taşıyan ilk bölümüne öldüm bittim. Sidi Larbi'nin koregraflığını yaptığı 20 dakikalık bu dans performansını daha önce hiçbir yerde görmedim.
Öyle yaratıcı...
Dansçıların akışkanlığı, evet evet sanki birbirlerinin üzerine ve birbirlerinin üzerinden akıyormuş havası veren performansları göz kamaştırıcı.
Çok dans gösterisi izlerim.
İtiraf etmeliyim ki son zamanlarda gördüğüm gösterilerdeki çoğu hareket birbirine benziyor, birbirini andırıyor ve hatta birbirinin aynısının farklı yorumlanışı oluyordu.
Ama Harbor Me öyle değildi. Enfesti.
İzlediğim hiçbir dans gösterisine benzemiyordu.
3 erkeğin muazzam performansı... İnsan vücudunun neler yapabileceğini ve yaratılığın sınırının olmadığını gösteriyordu bize. Bayıldım...
Dansçılar: Aaron Carr, Charlie Hodges, Morgan Lugo.
İkinci bölüm olan Acts for The Blind biraz daha theatral, konusu olan minik mir mise en scene in dans aracılığıyla sahneye konulması tarzında birşeydi. Fena değildi. Pek benim hoşlandığım bir tarz değildi. Ama dansçılar yine müthişti.
Son bölüm ise, bizzat Benjamin Millepied'nin kendi kareografisi.
Hearts and Arrow
Millepied zaten çok ünlü bir balet olup Paris ve İsviçre Devlet Opera ve Bale'lerinin idaresinde önemli bir kariyere sahip olan başarılı bir dansçı ve kareograf.
Haliyle onun gösterisi daha çok bale motifleriyle yaratılmış bir modern dans gösterisiydi.
Çok enfesti.
Biletlerin aylar öncesinden bitmiş olmasına şaşırmamak gerek.
Theatre du Chatelet'de gösteri izlemek ta ayrıca başka bir zevk.
Opera ambiansı, dekorasyonu ve asaletinden farkı yok.
Bakalım diğer gösterilere...
Libellés :
bale,
Benjamin Millepied,
dans,
LA Dance Project,
paris,
Theatre du Chatelet
2 Nisan 2015 Perşembe
Görüyorum
Şimdi bana öyle geliyor ki; asla bir araya gelemeyecek parçalardan vazgeçmeyi göze alamamışım ben...
Hiç farkında olmadan o büyük kalabalıkla yaşamayı seçmişim.
İnsan bir düşü sevebilir mi? Belki de...
Kimlerin girebileceğini bile belirleyemediğiniz bir oyunda asla tekrar şansınız olmadan yer alıyoruz.
Hayatın bir yerinde verdiğimiz bir kararı değiştirip yeniden başlamak, rastlantılar zincirini değiştirmek...
Hiç değilse bir şans daha verilseydi, hiç değilse bir yol ayrımında bir kararı değiştirip yeniden yaşanabilseydi bazı şeyler...
Biliyorum, olmuyor...
Kahramanları sadece hayatımda oldukları zaman hatırlarım.
Dışına çıktıklarında hikaye bitiyor çünkü.
Güya karda yürüyüp iz bırakmiyorsun.
Saklandığını bilmiyorum, görmüyorum sanıyorsun.
Görüyorum...
Hiç farkında olmadan o büyük kalabalıkla yaşamayı seçmişim.
İnsan bir düşü sevebilir mi? Belki de...
Kimlerin girebileceğini bile belirleyemediğiniz bir oyunda asla tekrar şansınız olmadan yer alıyoruz.
Hayatın bir yerinde verdiğimiz bir kararı değiştirip yeniden başlamak, rastlantılar zincirini değiştirmek...
Hiç değilse bir şans daha verilseydi, hiç değilse bir yol ayrımında bir kararı değiştirip yeniden yaşanabilseydi bazı şeyler...
Biliyorum, olmuyor...
Kahramanları sadece hayatımda oldukları zaman hatırlarım.
Dışına çıktıklarında hikaye bitiyor çünkü.
Güya karda yürüyüp iz bırakmiyorsun.
Saklandığını bilmiyorum, görmüyorum sanıyorsun.
Görüyorum...
19 Mart 2015 Perşembe
Ağzımızdan çıkanı kulağımız duysun.
İnsanların konuşurken, kendilerini ifade ederken kullandıkları kelimelere dikkat ediyorum bir süredir.
Zira sürekli olarak seçtiğimiz kelimeler kim olduğumuzu belirler.
Yaşadığımız bir tecrübeyi, ya da hayattaki çıkarımlarımızı, ya da en basit bir fikri, bir olayı anlatırken iyi seçtiğimiz etkin kelimeler en güçlendirici duygularımızı harekete geçirirken, kötü seçtiğimiz kelimeler de bizi bir o kadar hızlı bir biçimde çökertir.
Çoğumuz kullandığımız kelimeleri bilinçli olarak seçmeyiz, düşünce akışımıza göre kullanırız...
Kullandığımız kelimeler nasıl düşündüğümüzü gösterir.
Ve onları yapıcı kelimelerden seçerek düşünce biçimimizi belirleyebiliriz.
Alışkanlıkla seçtiğimiz kelimelerin yaşadığımız tecrübeyi direk etkilediğini anlamayız çoğu zaman.
Ve bir tecrübeyi dile getirirken kullandığımız kelimeleri değiştirerek o tecrübeyi dahi değiştirebiliriz.
Örneğin, "olağanüstü" bir tecrübeyi "çok iyiydi" diye tarif edersek, o tecrübenin o zengin dokusu düzleşir, seçtiğimiz kelime yüzünden sıradan, sınırlı bir hal alır.
Kelime dağarcığı zengin ve güçlü insanların ruhsal yaşamları da aynı oranda zengin ve renklidir.
Sürekli olarak, bilinçli ya da bilinçsizce kullandığımız olumsuz içerikli kelimeler olumsuz duygusal yoğunluğumuzu arttırır, enerjimizi düşürür ve bizi güçsüzleştirir.
Robin Williams şöyle demişti bir filminde:
"Kim ne derse desin, fikirler ve kelimeler dünyayı değiştirir."
Kelimeler yalnız duygu ve düşünce yaratmaz. Eylem de yaratır.
Olumsuz bir duyguyu ya da tecrübeyi ifade ederken kullandığımız kelimeler eğer yapıcıysa o tecrübenin bizde bıraktığı izler; çıkardığımız derslere, öğrendiklerimize, kendimize kattıklarımıza ve daha fazla büyümek için yolumuza tutulan ışığa dönüşür. Hatta o kötü deneyim iyi ki başımıza geldi diye sevinebiliriz.
Çok sinirlendiğimiz veya hayal kırıklığına uğradığımız bir meseleyi hangi kelimelerle ifade edebiliriz ?
Öfkeden kudurdum. Çileden çıktım. İçim ezildi. Kan beynime sıçradı....
Halbuki "Biraz kızdım" veya "Bozuldum" dersek bu kötü tecrübenin etkisini katmer katmer azaltmış olmaz myız? Duygularımızı dile getirirken kullandığımız kelimeler aslında o ana kadar nasıl hissettiğinden tam da emin olamayan duygularımıza bir yön vermez mi? Verir.
Zorluk şurda: Bütün duygularımız bir sıvı gibi huniden geçip tarafımızdan kelime kalıplarına boşaltılıyor. Ve o kalıplar bizim hayat tecrübemizi belirliyor.
Mesela her olumsuz duyguyu "öfkeli", "üzgün", "pişman", "rezil olmuş", "başarısız", "kırılmış" olarak kelime kalıplarına dökmeye başladığımız zaman hissettiğimiz de tamamen bu oluyor.
Yani "biraz zorlayıcı" olan birşey kullandığımız kelime sayesinde "yıkıcı, çökertici" olabiliyor.
Herkes aynı tecrübeleri yaşıyor. Herkes aynı duyguları tadıyor. Ama onları sınıflandırış ve ifade ediş biçimimiz bizim tecrübemizin ta kendisi oluyor.
Kullandığımız kelime yaşadığımız tecrübenin şiddetini belirliyor.
Ve o kelimeleri değiştirmekle yaşadığımız tecrübeyi değiştirebiliriz.
Bu konuda bir araştırma yazısı okudum. Çok enteresan, olumsuz duyguları ifade eden kelimelerin sayısı olumlu duyguları ifade edenlere nazaran iki kat fazla.
İnsanların kendilerini iyi hissetmekten çok kötü hissetme eğiliminde olmalarına şaşırmamalı.
Dil uzmanları, bizi kültürel olarak biçimlendiren şeyin en başta ana dilimiz olduğunu söylüyor.
İngilizce'nin bu kadar çok fiile dönük bir dil olması mantıklı değil mi? Ne de olsa aktif ve kültür olarak eyleme geçme üzerine odaklanmış bir kültürden bahsediyoruz.
Buna karşılık Çin kültürü değişmeyen şeylere değer veren bir kültür. Onlarda ise isimler fiillerden çok fazla. Çünkü onlara göre isimler kalıcı şeyleri temsil ediyor, fiiller ise yani eylemler, bugün var, yarın yok...
Dolayısıyla kullandığımız kelimeler bizim değerlendirme ve düşünme biçimimizi belirliyor.
Mesela "can sıkıntısı" benim kelime dağarcığımda yoktur.
Çünkü benim canım hiç sıkılmaz. Öyle birşey bilmiyorum. Birim zamanı değerlendirecek birşeylerim mutlaka vardır.
"Hasta olmak" "yorgun olmak" "üzgün, mutsuz olmak" tanımıyorum bu kelimeleri, kullanmıyorum, kelime dağarcığımda yok.
Başıma gelmedikleri için mi kullanmıyorum, kullanmadığım için mi hiç başıma gelmiyorlar bilmiyorum.
Örneğin Yerli Amerika dillerinde "yalan" için bir kelime yokmuş.
Bu kelime onların düşünüş ve davranış biçimlerinin bir parçası değil.
O kavramı ifade edecek bir kelime olmayınca kavram da yok sayılır.
Mesela şu İngilizce'deki "leisure time", Fransızca'daki "loisir" kelimesi...
Türkçe'de karşılığı yok. "Boş vakit" diye geçiyor ama "loisir" boş vakit aktivitesinden çok daha öte bir anlam ifade ediyor.
Her neyse...
Konuştuğum insanların kelime seçimlerine dikkat ediyorum bu aralar.
Geçenlerde bir arkadaşımla konuşurken o kadar çok "çıkmaz bir durum", "çaresizim", "nefret ediyorum" ve "iğrenç" kelimelerini kullandı ki baş etmek zorunda olduğu bu durumlara bu kadar çok negatif enerjisini yatırması beni rahatsız etti. Kullandığı kelimeleri gözden geçirmesi, bazılarını dilinden çıkarması gerektiğini söyledim ona.
Düşündüm de...
"Ağzından çıkanı kulağın duysun", atalarımızın verdiği en önemli öğütlerden biriymiş.
Ağzımızdan çıkanı kulağımız duysun.
Şayet duymazsa...
Söz vücut bulur.
Zira sürekli olarak seçtiğimiz kelimeler kim olduğumuzu belirler.
Yaşadığımız bir tecrübeyi, ya da hayattaki çıkarımlarımızı, ya da en basit bir fikri, bir olayı anlatırken iyi seçtiğimiz etkin kelimeler en güçlendirici duygularımızı harekete geçirirken, kötü seçtiğimiz kelimeler de bizi bir o kadar hızlı bir biçimde çökertir.
Çoğumuz kullandığımız kelimeleri bilinçli olarak seçmeyiz, düşünce akışımıza göre kullanırız...
Kullandığımız kelimeler nasıl düşündüğümüzü gösterir.
Ve onları yapıcı kelimelerden seçerek düşünce biçimimizi belirleyebiliriz.
Alışkanlıkla seçtiğimiz kelimelerin yaşadığımız tecrübeyi direk etkilediğini anlamayız çoğu zaman.
Ve bir tecrübeyi dile getirirken kullandığımız kelimeleri değiştirerek o tecrübeyi dahi değiştirebiliriz.
Örneğin, "olağanüstü" bir tecrübeyi "çok iyiydi" diye tarif edersek, o tecrübenin o zengin dokusu düzleşir, seçtiğimiz kelime yüzünden sıradan, sınırlı bir hal alır.
Kelime dağarcığı zengin ve güçlü insanların ruhsal yaşamları da aynı oranda zengin ve renklidir.
Sürekli olarak, bilinçli ya da bilinçsizce kullandığımız olumsuz içerikli kelimeler olumsuz duygusal yoğunluğumuzu arttırır, enerjimizi düşürür ve bizi güçsüzleştirir.
Robin Williams şöyle demişti bir filminde:
"Kim ne derse desin, fikirler ve kelimeler dünyayı değiştirir."
Kelimeler yalnız duygu ve düşünce yaratmaz. Eylem de yaratır.
Olumsuz bir duyguyu ya da tecrübeyi ifade ederken kullandığımız kelimeler eğer yapıcıysa o tecrübenin bizde bıraktığı izler; çıkardığımız derslere, öğrendiklerimize, kendimize kattıklarımıza ve daha fazla büyümek için yolumuza tutulan ışığa dönüşür. Hatta o kötü deneyim iyi ki başımıza geldi diye sevinebiliriz.
Çok sinirlendiğimiz veya hayal kırıklığına uğradığımız bir meseleyi hangi kelimelerle ifade edebiliriz ?
Öfkeden kudurdum. Çileden çıktım. İçim ezildi. Kan beynime sıçradı....
Halbuki "Biraz kızdım" veya "Bozuldum" dersek bu kötü tecrübenin etkisini katmer katmer azaltmış olmaz myız? Duygularımızı dile getirirken kullandığımız kelimeler aslında o ana kadar nasıl hissettiğinden tam da emin olamayan duygularımıza bir yön vermez mi? Verir.
Zorluk şurda: Bütün duygularımız bir sıvı gibi huniden geçip tarafımızdan kelime kalıplarına boşaltılıyor. Ve o kalıplar bizim hayat tecrübemizi belirliyor.
Mesela her olumsuz duyguyu "öfkeli", "üzgün", "pişman", "rezil olmuş", "başarısız", "kırılmış" olarak kelime kalıplarına dökmeye başladığımız zaman hissettiğimiz de tamamen bu oluyor.
Yani "biraz zorlayıcı" olan birşey kullandığımız kelime sayesinde "yıkıcı, çökertici" olabiliyor.
Herkes aynı tecrübeleri yaşıyor. Herkes aynı duyguları tadıyor. Ama onları sınıflandırış ve ifade ediş biçimimiz bizim tecrübemizin ta kendisi oluyor.
Kullandığımız kelime yaşadığımız tecrübenin şiddetini belirliyor.
Ve o kelimeleri değiştirmekle yaşadığımız tecrübeyi değiştirebiliriz.
Bu konuda bir araştırma yazısı okudum. Çok enteresan, olumsuz duyguları ifade eden kelimelerin sayısı olumlu duyguları ifade edenlere nazaran iki kat fazla.
İnsanların kendilerini iyi hissetmekten çok kötü hissetme eğiliminde olmalarına şaşırmamalı.
Dil uzmanları, bizi kültürel olarak biçimlendiren şeyin en başta ana dilimiz olduğunu söylüyor.
İngilizce'nin bu kadar çok fiile dönük bir dil olması mantıklı değil mi? Ne de olsa aktif ve kültür olarak eyleme geçme üzerine odaklanmış bir kültürden bahsediyoruz.
Buna karşılık Çin kültürü değişmeyen şeylere değer veren bir kültür. Onlarda ise isimler fiillerden çok fazla. Çünkü onlara göre isimler kalıcı şeyleri temsil ediyor, fiiller ise yani eylemler, bugün var, yarın yok...
Dolayısıyla kullandığımız kelimeler bizim değerlendirme ve düşünme biçimimizi belirliyor.
Mesela "can sıkıntısı" benim kelime dağarcığımda yoktur.
Çünkü benim canım hiç sıkılmaz. Öyle birşey bilmiyorum. Birim zamanı değerlendirecek birşeylerim mutlaka vardır.
"Hasta olmak" "yorgun olmak" "üzgün, mutsuz olmak" tanımıyorum bu kelimeleri, kullanmıyorum, kelime dağarcığımda yok.
Başıma gelmedikleri için mi kullanmıyorum, kullanmadığım için mi hiç başıma gelmiyorlar bilmiyorum.
Örneğin Yerli Amerika dillerinde "yalan" için bir kelime yokmuş.
Bu kelime onların düşünüş ve davranış biçimlerinin bir parçası değil.
O kavramı ifade edecek bir kelime olmayınca kavram da yok sayılır.
Mesela şu İngilizce'deki "leisure time", Fransızca'daki "loisir" kelimesi...
Türkçe'de karşılığı yok. "Boş vakit" diye geçiyor ama "loisir" boş vakit aktivitesinden çok daha öte bir anlam ifade ediyor.
Her neyse...
Konuştuğum insanların kelime seçimlerine dikkat ediyorum bu aralar.
Geçenlerde bir arkadaşımla konuşurken o kadar çok "çıkmaz bir durum", "çaresizim", "nefret ediyorum" ve "iğrenç" kelimelerini kullandı ki baş etmek zorunda olduğu bu durumlara bu kadar çok negatif enerjisini yatırması beni rahatsız etti. Kullandığı kelimeleri gözden geçirmesi, bazılarını dilinden çıkarması gerektiğini söyledim ona.
Düşündüm de...
"Ağzından çıkanı kulağın duysun", atalarımızın verdiği en önemli öğütlerden biriymiş.
Ağzımızdan çıkanı kulağımız duysun.
Şayet duymazsa...
Söz vücut bulur.
Libellés :
Hayata dair,
kelimeler,
ruhsal yaşam
15 Mart 2015 Pazar
Yeni oyun : Libertalia
Sabah kalktım, sporumu yaptım, duşumu aldım, giyindim.
En sevdiğim arkadaşımın son doğum günü hediyesi kolyemi taktım.
En sevdiğim arkadaşımın yenilerde göndermiş olduğu yeni başladığım kitabımı okudum.
En sevdiğim arkadaşımın kim bilir kaç yıl evvel ev hediyesi diye aldığı ekmek kızartma makinesinde simitleri kızarttım.
Ve en sevdiklerimi pazar kahvaltısına beklemeye koyuldum...
Son hafta sonlarımızın bir teması olsa adına "dostluk" derdim...
Her hafta sonu, hem cumartesi hem pazar en yakın dostlar...
Ya birinin 40. yaş doğum günü partisi
Ya birinin henüz 1 hafta önce doğmuş minicik bebeğinin ziyareti
Ya öğle yemeği ve oyun günü
Ya sabah kahvaltısı ve ardından home sinema film izlenimi (Imitation Game)
Hepsinde ama hepsinde bol sevgi, paylaşım, güvenle çevrilip sarmalanmış olmanın hafifliği...
Çok şanslıyım. Şahane insanlarla çevriliyim...
Oyun demişken...
Bu haftaki oyun : LIBERTALIA
Oyun karışık gibi görünüyor ama çok derli toplu.
Karakter oyunlarını seviyorum.
Herkese farklı güce sahip 9 kart dağıtılıyor.
Herkesteki kartlar aynı, ancak hangi turda hangi kartı kullanacağınız belli değil. Bu nedenle kartların birbirini etkisiz hale getiren özelliği sayesinde ataklara uğrayabilir, uğramaktan kaçabilir, saldırabilir ve her karedeki en çok puan getirecek hazineyi kazanabilirsiniz.
Kartların numaraları var. En yüksek numara hazineden ilk seçim yapma hakkına sahip.
Ama dikkat ! Kartların birbirini etkisiz hale getiren özellikleri oyunun esas önemli meselesi.
Bu oyunu ikinci kez oynuyorum. İlk defa iki sene önce oynamıştım başka arkadaşlarımızla.
Genelde bir oyunu ilk oynadığımda kaybediyorum. Meseleyi sona doğru anca anlamış oluyorum.
Ancak ikinci oynayışımızda herkes benden korksun !
Libertalia da öyle oldu !
Ben kazandım.
İyi bir kaybedenim. Benim için fark etmez. Ama bir oyunu defalarca oynamış iyi bilenlere karşı kazanmak ta pek bir tatlı oluyor doğrusu...
Sevgilim her zamanki gibi oyunun kurallarını bir çırpıda anlıyor, türlü stratejiler geliştiriyor ama bir türlü kazanamıyor. Nedenini kendisi de anlamıyor...
Libertalia'yı şiddetle tavsiye ederim.
Hızlı akan, en ideali 4 kişiyle oynanabilen şahane bir oyun.
Diğer oyun yazılarımı merak ediyorsanız :
DIXIT oyunu yazısı için buraya tık tık
ABYSS oyunu yazısı için buraya tık tık
En sevdiğim arkadaşımın son doğum günü hediyesi kolyemi taktım.
En sevdiğim arkadaşımın yenilerde göndermiş olduğu yeni başladığım kitabımı okudum.
En sevdiğim arkadaşımın kim bilir kaç yıl evvel ev hediyesi diye aldığı ekmek kızartma makinesinde simitleri kızarttım.
Ve en sevdiklerimi pazar kahvaltısına beklemeye koyuldum...
Son hafta sonlarımızın bir teması olsa adına "dostluk" derdim...
Her hafta sonu, hem cumartesi hem pazar en yakın dostlar...
Ya birinin 40. yaş doğum günü partisi
Ya birinin henüz 1 hafta önce doğmuş minicik bebeğinin ziyareti
Ya öğle yemeği ve oyun günü
Ya sabah kahvaltısı ve ardından home sinema film izlenimi (Imitation Game)
Hepsinde ama hepsinde bol sevgi, paylaşım, güvenle çevrilip sarmalanmış olmanın hafifliği...
Çok şanslıyım. Şahane insanlarla çevriliyim...
Oyun demişken...
Bu haftaki oyun : LIBERTALIA
Oyun karışık gibi görünüyor ama çok derli toplu.
Karakter oyunlarını seviyorum.
Herkese farklı güce sahip 9 kart dağıtılıyor.
Herkesteki kartlar aynı, ancak hangi turda hangi kartı kullanacağınız belli değil. Bu nedenle kartların birbirini etkisiz hale getiren özelliği sayesinde ataklara uğrayabilir, uğramaktan kaçabilir, saldırabilir ve her karedeki en çok puan getirecek hazineyi kazanabilirsiniz.
Kartların numaraları var. En yüksek numara hazineden ilk seçim yapma hakkına sahip.
Ama dikkat ! Kartların birbirini etkisiz hale getiren özellikleri oyunun esas önemli meselesi.
Bu oyunu ikinci kez oynuyorum. İlk defa iki sene önce oynamıştım başka arkadaşlarımızla.
Genelde bir oyunu ilk oynadığımda kaybediyorum. Meseleyi sona doğru anca anlamış oluyorum.
Ancak ikinci oynayışımızda herkes benden korksun !
Libertalia da öyle oldu !
Ben kazandım.
İyi bir kaybedenim. Benim için fark etmez. Ama bir oyunu defalarca oynamış iyi bilenlere karşı kazanmak ta pek bir tatlı oluyor doğrusu...
Sevgilim her zamanki gibi oyunun kurallarını bir çırpıda anlıyor, türlü stratejiler geliştiriyor ama bir türlü kazanamıyor. Nedenini kendisi de anlamıyor...
Libertalia'yı şiddetle tavsiye ederim.
Hızlı akan, en ideali 4 kişiyle oynanabilen şahane bir oyun.
Diğer oyun yazılarımı merak ediyorsanız :
DIXIT oyunu yazısı için buraya tık tık
ABYSS oyunu yazısı için buraya tık tık
28 Şubat 2015 Cumartesi
Eski dostlar
Bir masalın içinde unutmuş gibiyim evvel zaman içindeki uzak ülkeyi...
Ya da kaybettiğim birşeyi yeniden bulmuş gibi...
Herkes eski bir şarkıya dönüşmüş, fark ettirmeden.
Gri bir Paris var bugün; ama başka şeylerden bahsetmeli.
Güzel bir şarkıdan, ya da yeniden bulduğum eski dostlardan...
Eski kelimesi hiçbir şeye yakışmıyor, "eski dost"a yakıştığı kadar...
Küçücüktük. 11 yaşında geldik güzel okulumuzun sevimli barakalarına.
Sınıflarımızda soba vardı, çok yağmur yağarsa damımız da akardı. Mutluyduk biz. Huzurluyduk.
Mutluluğun halleri vardır ya hani; en saf hallerinden biri o barakalarda Fransızca öğrenmekti herhalde...
Çadırdan spor salonumuzda voleybol antrenmanlarında geçti çocukluğumuz.
Dizliklerimiz, voleybolcu sliplerimiz, maçlarımız, Atakan Hoca'nın özverili çabaları, nadiren bizi sevmeleri, çoğu kez bize sövmeleri, Ceki'nin antrenmanları, Halkapınar yolları, öğle tatili olsa da voleybol oynasak diye geçen ortaokul-lise yılları...
Sporcu kişiler bilir.
Bir insanın takım arkadaşlarıyla sorgulanmaz, kayıtsız şartsız, derin bir gönül bağı vardır. Takım arkadaşı normal bir arkadaşa benzemez. Bu yoğun sorumluluk ve paylaşım duygusuyla bir kişiye "takım arkadaşım" demek bile o kişinin yerini, önemini, değerini tanımlar; o kişiyi alıp çok tepelere koymaya yeter.
Değişmeyen şeyler ne güzeldir. Ne leziz bir huzur verir...
Dostlukta eskimek ne güzeldir...
Dün akşam buluştuk biz Paris'te. Söyleyecek ne çok şey vardı, yemekten kalktık bitiremedik...
Paris sokaklarında yürüdük, deli gibi güldük, döndük dolaştık, son metroya kadar ayrılamadık.
Şunu fark ettim; eski dostlarda beraber olduğunda sadece güzel şeyler geçer insanın aklından...
Bazen gülerek, bazen takmayarak, bazen dalga geçerek, bazen sorunu açıklarmış, bazen çözümü sunarmış gibi yaparak şahane bir geceye imza attık.
Düşünüyorum da..
Herşey olmasını istediğimiz gibi değil belki ama, herşey mükemmel değil mi?
Ya da kaybettiğim birşeyi yeniden bulmuş gibi...
Herkes eski bir şarkıya dönüşmüş, fark ettirmeden.
Gri bir Paris var bugün; ama başka şeylerden bahsetmeli.
Güzel bir şarkıdan, ya da yeniden bulduğum eski dostlardan...
Eski kelimesi hiçbir şeye yakışmıyor, "eski dost"a yakıştığı kadar...
Küçücüktük. 11 yaşında geldik güzel okulumuzun sevimli barakalarına.
Sınıflarımızda soba vardı, çok yağmur yağarsa damımız da akardı. Mutluyduk biz. Huzurluyduk.
Mutluluğun halleri vardır ya hani; en saf hallerinden biri o barakalarda Fransızca öğrenmekti herhalde...
Çadırdan spor salonumuzda voleybol antrenmanlarında geçti çocukluğumuz.
Dizliklerimiz, voleybolcu sliplerimiz, maçlarımız, Atakan Hoca'nın özverili çabaları, nadiren bizi sevmeleri, çoğu kez bize sövmeleri, Ceki'nin antrenmanları, Halkapınar yolları, öğle tatili olsa da voleybol oynasak diye geçen ortaokul-lise yılları...
Sporcu kişiler bilir.
Bir insanın takım arkadaşlarıyla sorgulanmaz, kayıtsız şartsız, derin bir gönül bağı vardır. Takım arkadaşı normal bir arkadaşa benzemez. Bu yoğun sorumluluk ve paylaşım duygusuyla bir kişiye "takım arkadaşım" demek bile o kişinin yerini, önemini, değerini tanımlar; o kişiyi alıp çok tepelere koymaya yeter.
Değişmeyen şeyler ne güzeldir. Ne leziz bir huzur verir...
Dostlukta eskimek ne güzeldir...
Dün akşam buluştuk biz Paris'te. Söyleyecek ne çok şey vardı, yemekten kalktık bitiremedik...
Paris sokaklarında yürüdük, deli gibi güldük, döndük dolaştık, son metroya kadar ayrılamadık.
Şunu fark ettim; eski dostlarda beraber olduğunda sadece güzel şeyler geçer insanın aklından...
Bazen gülerek, bazen takmayarak, bazen dalga geçerek, bazen sorunu açıklarmış, bazen çözümü sunarmış gibi yaparak şahane bir geceye imza attık.
Düşünüyorum da..
Herşey olmasını istediğimiz gibi değil belki ama, herşey mükemmel değil mi?
Libellés :
dostluk,
eski dostlar,
paris,
Paris'te hayat,
takım arkadaşı,
voleybol
19 Şubat 2015 Perşembe
Kışın Prag başkadır...
Güzel annemin yılbaşı hediyesiydi Prag tatili.
Ocak ayı, kar, kış, soğuk demedik, atladık gittik, ana-kız...
Yürüdük annemle Prag sokaklarında.
Bazen elele, tıpkı küçükkenki gibi...
Prag gibi bir müzik şehrinde bağıra çağıra şarkı söyleyen sokak sanatçılarının önünden geçtik, kimi zaman durduk dinledik, beğendik, beğenmedik...
Vlatava Nehri boyunca yürüyüşler yaparken hep neşeli ve hafiftik...
Her şehrin kokusu farklı. Bu şehrin kokusunu duydum yeniden, hem de yıllar önce geldiğim zamanki haliyle. Hem de bir haziran ayıydı. Kokuları tarif edebildiğim zaman biraz olsun güzel yazdığımı iddia edebileceğim...
Haziran 2008'de gelmiştim ilk kez Prag'a. Avrupa Kupası'nda, Çek Cumhuriyeti'ni son dakika golüyle yenip, yanlış hatırlamıyorsam çeyrek finale çıktığımız için Türk olduğumu pek söyleyemiyordum etrafta. Olsun...
Öğle yemeği yediğimiz cafede minik çocuklar vardı, en miniği ellerini öne doğru uzatarak şaşkın ve asla kendinden emin olmayan adımlarla koşuyordu. Bu kadar güzel ve mutlak bir şuursuzluk olamaz dedim kendi kendime...
Prag çok soğuk olur dediler, abarttık, içime yün külotlu çorapla sadece kayakta dağda giydiğim en kalın pantalonumla kazağımı giyip gittim ben. Annemin gözü korkmadı, olduğu gibi geldi.
En doğrusunu da o yapmış.
Prag'a bir geldik hiç soğuk değil, hatta vardığımız günün bir gün öncesi 15 dereceye kadar varmış sıcaklık, masmavi bir gökyüzü, akşamları biraz soğuk ama gündüzleri Paris'ten farksız...
Prag'ın olmazsa olmazı Unesco tarafından bile korumaya alınmış Stare Mesto, yani Old City tabi ki.
Prag'ın en büyük avantajı, 2. Dünya Savaşı sırasında çok fazla zarar görmemiş olması. Bir Varşova'nın haline düşmemiş mesela, iyi ki de düşmemiş.
Old city'deki Astrolojik Saat hiç şüphesiz önünde en fazla resim çekilen yeri Prag'ın.
Prag'a gittim demek istiyorsanız başka hiçbir yere benzemeyen bu saatin önünde resminiz olacak.
Bu saat sadece zamanı değil, dünyanın ve güneşin konumlarını da gösteriyor.
Bu arada rivayete göre 1410'da yapımı tamamlanan bu saatin clockmaker'ı Hanus'un gözleri kör edilmiş bir daha aynısından yapamasın diye. Bu da eski zamanların tüyler ürpertici gerçeği bu güzelliğin arkasında saklanan...
Prag'ın en ihtişamlı yerleri Cumhurbaşkanlığı Konutu ve Prag Kalesi. Özellikle Charles Köprüsü'nün üzerinden bakmaya doyamıyor insan.
Haaa bir de köprünün kale tarafı inanılmaz yokuşlu. Ayağınızda iyi spor ayakkabılar olduğundan, uzun bir yürüyüşe hazır olduğunuzdan emin ol. Zira kale köprüden görüldüğü kadar yakın değil.
Kalenin içi mutlaka gezilmeye değer. Avrupa'da hatırı sayılır katedrallerden biri olan St Vitüs Katedrali muhteşem. Ve ilerleyince küçük zanaatkarların yaşadığı mahelleler şahane.
Eski şehre geri döndüğümüzde kendimizi hemen ara sokaklarda kaybolmaya davet ediyoruz. O kadar romantik, şık, sevimli sokaklar ki; aynı yerden defalarca geçseniz dahi zevk azalmıyor.
Ana meydan zaten her daim anımasyon dolu.
Sokak konserleri, dansçılar, gösteriler; bütün gün oradan ayrılmasanız dahi zaman nasıl geçiyor anlamazsınız...
Sonra bindik uçağımıza Paris'e geri döndük.
Annem bu hediyeyi çok sevdi. Eylül ayında, kendi doğumgününde tekrar burada olmayı planlıyor.
Bana da gelecek istikamet neresi olsun diye düşünmek düşüyor...
Ocak ayı, kar, kış, soğuk demedik, atladık gittik, ana-kız...
Yürüdük annemle Prag sokaklarında.
Bazen elele, tıpkı küçükkenki gibi...
Prag gibi bir müzik şehrinde bağıra çağıra şarkı söyleyen sokak sanatçılarının önünden geçtik, kimi zaman durduk dinledik, beğendik, beğenmedik...
Vlatava Nehri boyunca yürüyüşler yaparken hep neşeli ve hafiftik...
Her şehrin kokusu farklı. Bu şehrin kokusunu duydum yeniden, hem de yıllar önce geldiğim zamanki haliyle. Hem de bir haziran ayıydı. Kokuları tarif edebildiğim zaman biraz olsun güzel yazdığımı iddia edebileceğim...
Haziran 2008'de gelmiştim ilk kez Prag'a. Avrupa Kupası'nda, Çek Cumhuriyeti'ni son dakika golüyle yenip, yanlış hatırlamıyorsam çeyrek finale çıktığımız için Türk olduğumu pek söyleyemiyordum etrafta. Olsun...
Öğle yemeği yediğimiz cafede minik çocuklar vardı, en miniği ellerini öne doğru uzatarak şaşkın ve asla kendinden emin olmayan adımlarla koşuyordu. Bu kadar güzel ve mutlak bir şuursuzluk olamaz dedim kendi kendime...
Prag çok soğuk olur dediler, abarttık, içime yün külotlu çorapla sadece kayakta dağda giydiğim en kalın pantalonumla kazağımı giyip gittim ben. Annemin gözü korkmadı, olduğu gibi geldi.
En doğrusunu da o yapmış.
Prag'a bir geldik hiç soğuk değil, hatta vardığımız günün bir gün öncesi 15 dereceye kadar varmış sıcaklık, masmavi bir gökyüzü, akşamları biraz soğuk ama gündüzleri Paris'ten farksız...
Prag'ın olmazsa olmazı Unesco tarafından bile korumaya alınmış Stare Mesto, yani Old City tabi ki.
Prag'ın en büyük avantajı, 2. Dünya Savaşı sırasında çok fazla zarar görmemiş olması. Bir Varşova'nın haline düşmemiş mesela, iyi ki de düşmemiş.
Old city'deki Astrolojik Saat hiç şüphesiz önünde en fazla resim çekilen yeri Prag'ın.
Prag'a gittim demek istiyorsanız başka hiçbir yere benzemeyen bu saatin önünde resminiz olacak.
Bu saat sadece zamanı değil, dünyanın ve güneşin konumlarını da gösteriyor.
Bu arada rivayete göre 1410'da yapımı tamamlanan bu saatin clockmaker'ı Hanus'un gözleri kör edilmiş bir daha aynısından yapamasın diye. Bu da eski zamanların tüyler ürpertici gerçeği bu güzelliğin arkasında saklanan...
Prag'ın en ihtişamlı yerleri Cumhurbaşkanlığı Konutu ve Prag Kalesi. Özellikle Charles Köprüsü'nün üzerinden bakmaya doyamıyor insan.
Haaa bir de köprünün kale tarafı inanılmaz yokuşlu. Ayağınızda iyi spor ayakkabılar olduğundan, uzun bir yürüyüşe hazır olduğunuzdan emin ol. Zira kale köprüden görüldüğü kadar yakın değil.
Kalenin içi mutlaka gezilmeye değer. Avrupa'da hatırı sayılır katedrallerden biri olan St Vitüs Katedrali muhteşem. Ve ilerleyince küçük zanaatkarların yaşadığı mahelleler şahane.
Eski şehre geri döndüğümüzde kendimizi hemen ara sokaklarda kaybolmaya davet ediyoruz. O kadar romantik, şık, sevimli sokaklar ki; aynı yerden defalarca geçseniz dahi zevk azalmıyor.
Ana meydan zaten her daim anımasyon dolu.
Sokak konserleri, dansçılar, gösteriler; bütün gün oradan ayrılmasanız dahi zaman nasıl geçiyor anlamazsınız...
Sonra bindik uçağımıza Paris'e geri döndük.
Annem bu hediyeyi çok sevdi. Eylül ayında, kendi doğumgününde tekrar burada olmayı planlıyor.
Bana da gelecek istikamet neresi olsun diye düşünmek düşüyor...
Libellés :
annem,
Noel hediyesi,
Prag,
seyahat
17 Şubat 2015 Salı
Herşeyin çoğu zarar
Çok mu açıldın; yaklaş.
Çok mu büyüdün; bekle.
Çok mu yanlışsın; hesapla.
Çok mu uzaklardan geldin; hatırla.
Çok mu uzak için dışına; anla.
Çok mu sevdin; sus.
Çok mu yazdın; sil.
Çok mu geldin kendine; gül.
Çok mu büyüdün; bekle.
Çok mu yanlışsın; hesapla.
Çok mu uzaklardan geldin; hatırla.
Çok mu uzak için dışına; anla.
Çok mu sevdin; sus.
Çok mu yazdın; sil.
Çok mu geldin kendine; gül.
16 Şubat 2015 Pazartesi
Sevgililer günü
"Sevgililer günü mü? Aman o da ne canım, her gün gibi sıradan bir gün işte. Biz şahsen özel birşey yapmıyoruz." diyerek kendisini farklı, güya "herkes gibi olmayan", hatta böyle yaptığı için kendisini pek bir entellektüel sayan gruptan, bu sene, "Neden kimse beni Haloween partisine davet etmiyor yaaa? Kendime super heroine kıyafeti almak istiyorum ben deee..." diye üzüldüğüm gün ayrıldım.
Her günün sıradan ve birbirinden bir farkı olmadığını mı düşünüyorsunuz?
Aman Allahım ne büyük felaket !!! Bu bir insanın başına gelebilecek en kötü şeylerden biri.
Halbuki yaşadığın her anı, her günü bir showa dönüştürebiliyorsan güzel hayat...
Şimdi bu, sevgililer gününde biz özel bir şey yapmıyoruz'cular diyecek ki, bize zaten her gün sevgililer günü, gerçek aşkın günü yoktur, biz birbirimizi her gün mutlu ediyoruz etc...
Farklılaşmaya çalışırken sıkıcılaşan insanların, bir günün, bir dönemin yarattığı ambiansın gücünden, salgılattığı endorfin hormonundan mahrum kalması bana göre...
Ambians. Önemli mesele bence. Bütün dünyanın aynı anda aklından geçen bir mesele bugün aşk, ilişkiler, sevgililer... Bütün dünyanın beraber paylaştığı bu ambiansa kayıtsız kalmak neden? Ambiansın birim zamandan, bulunduğun yerden daha fazla zevk alma, var olan potansiyeli değiştirme, dönüştürme gücü var.
Noel gibi.
Bu sefer her yerde kalpler; sevgiyi, aşkı tekrar tekrar hatırlatan, beynimize kazıyan objeler, dekorasyonlar...
Şehrin en şık restoranına gidip dandik bir yemeğe dünyanın parasını ödeyin demiyorum, ya da sevgilinizi gereksiz hediyelere boğun, ya da, ha soldu ha solacak bir kırmızı güle saçma bir para ödeyin demiyorum. Ama, mesela uzun zamandır istediği elmalı tartla bugün onu karşılamak, neden olmasın?
Biz bu sevgililer gününü geçirilebilecek en güzel şekilde geçirdik...
Daha güzelini düşünemiyorum...
Hayır, bütün günü yatakta sevişerek geçirmedik.
Ben öyle günleri daha çok, dışarıda lapa lapa kar yağan günlerde seviyorum.
Kuzey ülkelerinde yaşamanın da avantajları var hani...
Ama bugün, çok özeldi. Çok güzeldi. Nasıl anlatsam?
Tanıdık zamanın, bildik dünyanın içinde bulunmayan birşey gibi...
Hayatın bazen çözülemez karmaşası içinde en güzel görüntüleri seçip alsam, bugünü koyar mıyım acaba listeye?
Sevgililer günüymüş bugün. Gülüyorum. Gülmek herkese çok yakışır.
Mutluyum çok...
Mutluyken biraz susmak lazım...
Her günün sıradan ve birbirinden bir farkı olmadığını mı düşünüyorsunuz?
Aman Allahım ne büyük felaket !!! Bu bir insanın başına gelebilecek en kötü şeylerden biri.
Halbuki yaşadığın her anı, her günü bir showa dönüştürebiliyorsan güzel hayat...
Şimdi bu, sevgililer gününde biz özel bir şey yapmıyoruz'cular diyecek ki, bize zaten her gün sevgililer günü, gerçek aşkın günü yoktur, biz birbirimizi her gün mutlu ediyoruz etc...
Farklılaşmaya çalışırken sıkıcılaşan insanların, bir günün, bir dönemin yarattığı ambiansın gücünden, salgılattığı endorfin hormonundan mahrum kalması bana göre...
Ambians. Önemli mesele bence. Bütün dünyanın aynı anda aklından geçen bir mesele bugün aşk, ilişkiler, sevgililer... Bütün dünyanın beraber paylaştığı bu ambiansa kayıtsız kalmak neden? Ambiansın birim zamandan, bulunduğun yerden daha fazla zevk alma, var olan potansiyeli değiştirme, dönüştürme gücü var.
Noel gibi.
Bu sefer her yerde kalpler; sevgiyi, aşkı tekrar tekrar hatırlatan, beynimize kazıyan objeler, dekorasyonlar...
Şehrin en şık restoranına gidip dandik bir yemeğe dünyanın parasını ödeyin demiyorum, ya da sevgilinizi gereksiz hediyelere boğun, ya da, ha soldu ha solacak bir kırmızı güle saçma bir para ödeyin demiyorum. Ama, mesela uzun zamandır istediği elmalı tartla bugün onu karşılamak, neden olmasın?
Biz bu sevgililer gününü geçirilebilecek en güzel şekilde geçirdik...
Daha güzelini düşünemiyorum...
Hayır, bütün günü yatakta sevişerek geçirmedik.
Ben öyle günleri daha çok, dışarıda lapa lapa kar yağan günlerde seviyorum.
Kuzey ülkelerinde yaşamanın da avantajları var hani...
Ama bugün, çok özeldi. Çok güzeldi. Nasıl anlatsam?
Tanıdık zamanın, bildik dünyanın içinde bulunmayan birşey gibi...
Hayatın bazen çözülemez karmaşası içinde en güzel görüntüleri seçip alsam, bugünü koyar mıyım acaba listeye?
Sevgililer günüymüş bugün. Gülüyorum. Gülmek herkese çok yakışır.
Mutluyum çok...
Mutluyken biraz susmak lazım...
Libellés :
ambians,
Hayata dair,
mutluluk,
Sevgililer günü
1 Şubat 2015 Pazar
"Yılın en güzel tasarım arabaları" festivalinde benim ne işim vardı?
Bu hafta çok enteresan bir festivale davet edildim.
Bu davetin, "kadın kontenjanı" ndan geldiği kanısındayım. Yoksa benim ne işim vardı orada?
"Ben arabalardan anlamam. Hatta ilgi alanıma bile girmiyorlar." deyip yine de daveti reddetmedim.
Aslında, dürüst olmak gerekirse, o gün yapacak daha iyi bir işim yoktu da ondan. Yani bu davetin "opportunity cost"u yüksek değildi.
30. Uluslararası Otomobil Festivali - Otomobil Tasarımı ve Konsepti
Açılış akşamında Jean Todt, Alain Prost, Ian Callum, Shiro Nakamura gibi otomobil dünyasının hatırı sayılır kişileri vardı. Tabi ben bu kişileri bu güne kadar tanıyor muydum? Elbette ki hayır.
Ve şimdi ben size burda gördüğüm arabaların beygir gücünden, lastik kalitesinden de bahsedecek değilim.
Ama...
İnsanda uyandırdığı hayranlıktan, arabaların baştan çıkarma yetisinden, "arzu"yu nasıl tetiklediğinden,
bazı markaların kimliğini bir objet üzerinde nasıl net oturtabildiğinden ve insanların bu ortak kodlarla birbiriyle konuşabildiğinden,
bu tarz arabaların neden ve nasıl bu kadar sexy olabildiklerinden,
insanların böyle arabalara sahip olma isteklerinin bilinçaltlarındaki hangi olgularla açıklanabileceğinden, kişiliklerini nasıl bazı arabalarla özdeşleştirdiklerinden...
Dış güzelliğin herşeye yakın, çok şey demek olduğundan, birinci vazifesi bir yerden bir yere gitmek olan basit bir otomobilin, insanın hayal gücü ve yaratıcılığı devreye girdiğinde, tasarımın nasıl bu kadar paha biçilemez olabildiğinden... bahsedebilirim.
Evet evet, benim ilgilendiğim kısmı bu.
Zira kendimi bir araba karşısında tanımıyormuşum ben.
Hani ben sarışınları aslında sevmem deyip sırılsıklam bir sarışına aşık olmak gibi...
Nerden biliyorsun neyi sevip neyi sevmediğini? O kadar basit değil bunu bilmek.
Bunu bilmek zaten bu kadar basit değilken, marka yönetiminin, tasarımın insanın arzu ve beğenilerinde bu denli etkisi ve hakimiyeti varken...
Bazı arabalar vardı ki güzelliği karşısında büyülendiğim, gözlerimi ondan alamadığım, yanından uzaklaşırken bile kendimi bir tuhaf, bir ezik hissettiğim, verseler kullanamam ama kendime çok yakın hissettiğim, ondan uzaklaştıkça dönüp dönüp arkama baktığım, bağımı kopartamadığım, öylece basıp gidemediğim arabalar vardı...
Tüketim toplumunun oyunları bunlar !!!
Asla kanmam !!!
Bilinçli ve entellektüelim.
Gidip biraz Kant okuyayım...
2014 yılının en güzel arabası : JAGUAR XE (Ian Callum eşliğinde)
Peki 2014 yılının en güzel arabası olmaya aday arabalar hangileriydi?
Mazda MX-5
Smart Forfour
Mercedes Classe C Break
Citroen C4 Cactus
Fiat 500X
Opel Adam Rocks
Renault Espace
Jaguar XE
Sergilenen diğer konsept otomobillerden bazıları:
İlk önce, müsadenizle benim aşık olduğum araba...
Resmen o gece araba rüyama girdi. Bu nasıl bir güzelliktir böyle...
Bu kesin uçuyordur.
Bu davetin, "kadın kontenjanı" ndan geldiği kanısındayım. Yoksa benim ne işim vardı orada?
"Ben arabalardan anlamam. Hatta ilgi alanıma bile girmiyorlar." deyip yine de daveti reddetmedim.
Aslında, dürüst olmak gerekirse, o gün yapacak daha iyi bir işim yoktu da ondan. Yani bu davetin "opportunity cost"u yüksek değildi.
30. Uluslararası Otomobil Festivali - Otomobil Tasarımı ve Konsepti
Açılış akşamında Jean Todt, Alain Prost, Ian Callum, Shiro Nakamura gibi otomobil dünyasının hatırı sayılır kişileri vardı. Tabi ben bu kişileri bu güne kadar tanıyor muydum? Elbette ki hayır.
Ve şimdi ben size burda gördüğüm arabaların beygir gücünden, lastik kalitesinden de bahsedecek değilim.
Ama...
İnsanda uyandırdığı hayranlıktan, arabaların baştan çıkarma yetisinden, "arzu"yu nasıl tetiklediğinden,
bazı markaların kimliğini bir objet üzerinde nasıl net oturtabildiğinden ve insanların bu ortak kodlarla birbiriyle konuşabildiğinden,
bu tarz arabaların neden ve nasıl bu kadar sexy olabildiklerinden,
insanların böyle arabalara sahip olma isteklerinin bilinçaltlarındaki hangi olgularla açıklanabileceğinden, kişiliklerini nasıl bazı arabalarla özdeşleştirdiklerinden...
Dış güzelliğin herşeye yakın, çok şey demek olduğundan, birinci vazifesi bir yerden bir yere gitmek olan basit bir otomobilin, insanın hayal gücü ve yaratıcılığı devreye girdiğinde, tasarımın nasıl bu kadar paha biçilemez olabildiğinden... bahsedebilirim.
Evet evet, benim ilgilendiğim kısmı bu.
Zira kendimi bir araba karşısında tanımıyormuşum ben.
Hani ben sarışınları aslında sevmem deyip sırılsıklam bir sarışına aşık olmak gibi...
Nerden biliyorsun neyi sevip neyi sevmediğini? O kadar basit değil bunu bilmek.
Bunu bilmek zaten bu kadar basit değilken, marka yönetiminin, tasarımın insanın arzu ve beğenilerinde bu denli etkisi ve hakimiyeti varken...
Bazı arabalar vardı ki güzelliği karşısında büyülendiğim, gözlerimi ondan alamadığım, yanından uzaklaşırken bile kendimi bir tuhaf, bir ezik hissettiğim, verseler kullanamam ama kendime çok yakın hissettiğim, ondan uzaklaştıkça dönüp dönüp arkama baktığım, bağımı kopartamadığım, öylece basıp gidemediğim arabalar vardı...
Tüketim toplumunun oyunları bunlar !!!
Asla kanmam !!!
Bilinçli ve entellektüelim.
Gidip biraz Kant okuyayım...
2014 yılının en güzel arabası : JAGUAR XE (Ian Callum eşliğinde)
Peki 2014 yılının en güzel arabası olmaya aday arabalar hangileriydi?
Mazda MX-5
Smart Forfour
Mercedes Classe C Break
Citroen C4 Cactus
Fiat 500X
Opel Adam Rocks
Renault Espace
Jaguar XE
Sergilenen diğer konsept otomobillerden bazıları:
İlk önce, müsadenizle benim aşık olduğum araba...
Resmen o gece araba rüyama girdi. Bu nasıl bir güzelliktir böyle...
Bu kesin uçuyordur.
ASTON MARTIN
BMW Connected Drive
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)