30 Mayıs 2013 Perşembe

Birsey söylemek ihtiyacindaysan, hiçbirsey söyleme daha iyi...

Bugünlerde bol bol düşünüyorum.

Sessizliğe dayanmak birçok kisi için zor is...
Konuşmasa, kendini, anlattıklarıyla pazarlamasa kimsenin umrunda olmayacak sanki, kimse sessizligine prim vermeyecek, onu enteresan saymayacak, birilerine laf atmasa, bir iletisim halinde olmasa kimse onu seviyor olmayacak...

Halbuki isin asli oyle degil.
Kurdugumuz her cumle yalnizligimizi buyutmeye yariyor sadece...
Agzimizda çikan her cumleyle kendimizi tuketiyoruz..

Cunku kafanin içindeki degerli...
Ne dusundugun, ne hissettigin degerli...
Kafanin içinden duygu ve dusunce olarak çikartip disariya salmayi kabul ettigin her cumle degerli...
Sessizlige tahammul edemedigin için, ya da daha fazla begeni, sosyallik kazanmak istedigin için harcamak, bu degerli hazineden yemek demek yalnizca...

Ve çogu zaman, soylediklerimizde degil, soylemediklerimizde sakli meselenin kalbi...
Aslinda çogu zaman hiçbirsey soylememek lazim.
Bu kadar sey soylemeye ihtiyacimiz yok. Herhangi bir seyi ifade etmek için bu kadar soze ihtiyacimiz yok. Uzerinde çok konusulan ne varsa sadece olumsuza yelken açiyor..
Zira hayat konusuldugu kadar degil, sadece yasandigi kadar var. 
Soylenen hersey yeni bariyerler kuruyor sadece, yapilmasi ve yapilmamasi gerekenler listesini olusturuyor. Limitler koyuyor, hayalgucunu sinirliyor.
Konusurken bu kadar soze ihtiyacimiz yok...

Yogacilar oyle diyor: "Hiçbir sey yapmamak, birsey yapmaktan daha iyidir."

Tepki vermek, bir olay, bir olgu karsisinda bir kararda, bir yargida bulunmak insana iyi gelmiyor.
Hiçbir sey yapilmadiginda, birsey soylenmediginde su yolunu buluyor, hersey halloluyor, pistikten sonra kendi sicakligiyla pismeye devan eden yemek misali gerçek tadini o zaman buluyor. Disaridan bir harekete, bir soze ihtiyaci yok hiçbirseyin...

Söylenen her söz zihnimizi dalgalandiriyor, dalgali bir zihin sağlıklı düsünemiyor, ne varsa yoluna koymaya çalistigi, onu yoluna koyamiyor...
Halbuki sessizlik....
Halbuki sessizlik, tepkisizlik, en onemlisi hiçbir sey soylememek butun dalgalari dindiriyor, ve herseyi yoluna koyuyor...

Ve bunu aslinda herkes biliyor.
Kilo vermek gibi... Yapilacak seyler zaten belli. Sebze, meyve, protein yiyeceksin. Sekerli yiyeceklerden, alkolden, aksamlari yagli ve nisastali besinlerden kaçinacaksin. Ve spor yapacaksin.
Hepsi bu kadar. Ve bu, bu kadar basit.

Uygulamak zor olanı.
Sessizlik gibi... Birsey söylememeye dayanmak gibi...






20 Mayıs 2013 Pazartesi

Hem her gün var, hem her gün yok.

Hayat...
Hem her gün var.
Hem her gün yok.
Hayat diye yaşıyoruz, her gün işe gidiyoruz, her gün yemek yiyoruz, uyuyoruz..
Hayatı hayat yapan bunların çok ötesinde...
Küçük anlarda, zamanlarda...

Hayat bir takım karelerden oluşuyor.
Her gün her gün birseyler olmuyor.
Oluyor da, olmuyor...
Küçük küçük adümlarla bir yerlere yürüyoruz.
Yolumuza birseyler çıkıyor. Seçimler yapıyoruz. Sağa sapıyoruz, sola sapıyoruz, kapılar açıyoruz, kapılar kapatıyoruz...
Bu kapılar önümüze her gün çıkmıyor.
Bu kapılardan her gün geçmiyoruz.
Çünkü bu kapılar, başka kapılar...

Hayatı hayat yapan, bir hayatı sahiden "yaşanmış" kılan kapılar...
Bu kapılardan geçmek an meselesi...
Ya da geçmemek...
Bir anı kocaman bir anı yapmak... karşımıza her gün çıkmıyor...
Nisan 2012..
Bir gün Paralel Evren aradı...
Hayatı sorguladığımız, irdelediğimiz, nereden geldiğimizden çok nereye gittiğimizi konuştuğumuz, her zamanki gibi olmazsa olmaz hayallerimizden, çıtalarımızı yüksek tutmalarımızdan, her ne olursa olsun önümüze bakmaktan şaşmadığımız bir andı...
Telefondaydık hatta...
Cılız bir sesle, ben dedim, yazmak istiyorum...
Ben dedim kafamda ne var, ne yok onu yazmadan bilemem, sıraya koyamam. Yazarsam dökülür duygular, düşünceler. Yoksa kaybolurlar...
Iste öyle bir andı...
Iste öyle bir kareydi..
Iste öyle bir kapıydı...
Ve açtım. Girdim içeri.

Önce kayboldum. El yordamıyla yolumu buldum. Tutundum.
Adımlarım minikti, zamanla güçlendi.

Hayatının dönüm noktaları olur insanın.
Bazen o nokta dönerken, onun dönüm noktası olabileceğini bile bilmez insan.

Bazen vaktinde anlar, bazen de çok geç olur...

Hayatı ıskalamaktır bu...

Kapılari açıkken fark edebilmek marifet.

Fark etmeli ki; kapının önündeki hayat bitmeden, hayatın ateşi sönmeden, hayatımıza hayat katabilecekken aldığımız her nefesi hayata çevirelim.
 
Çünkü bu hayatta, hayatın kendisinden gayri herşey boş...



19 Mayıs 2013 Pazar

LUSH ile Copacabana'ya yolculuk...

Geçen gun spor salonundayim, sporumu bitirdim, strechimi yaptim, dusumu aldim.
Yorgunluktan olup bitmisim, derhal saunaya attim kendimi.

Klasik hatun muhabbetlerinin en guzel dondugu yerlerden biri de bizim saunadir. Bayiliriz...
Hâlâ bikmadik usanmadik yillardir ayni kizlarla, hemen hemen ayni muhabbetleri yapmaya...
Detaya girmeyeyim, ama biz hâlâ çok keyif aliyoruz.
Eeee ne demisler, kazanan bir ekip ekip degistirilmez.
Fransizlar'in  dedigi gibi: On change pas une équipe qui gagne.

Herkes kendine gore bakim urunleriyle gelir. Ardindan gelen sauna ve dus keyfi vazgeçilmezimizdir.
Spor yaparken hakkini veririz. Son enerjimize kadar tuketiriz. Bu yuzden hepimiz, soylemesi ayiptir, tas gibiyiz. Ardindan da sauna ve dus bolumunu SPA'ya çeviririz.

LUSH: Copacabana & Ange à Fleur de Peau

Baktim, çok yakin bir Italyan arkadasim çok sevdigim bir markanin bir peelingini kullaniyor: LUSH 


 
LUSH tamamen el yapimi, ozellikle meyve ve sebze ozlerinin kullanildigi Bio kozmetik urunleridir. El yapimi oldugu için, bir makinadan seri uretim seklinde çikmadigi için son derece ozenle hazirlanan muthis urunler.
Ben de 3 sene once dogumdugumde bana bir sepet LUSH banyo urunleri hediye eden çok sevgili bir arkadasim Claire sayesinde tanistim. Hediye sepeti sadece banyo keyfi urunlerini içeriyordu.
Hani su kuveti doldur, kopuk kopuk olsun, içine gir kaybol, kopukler vucuduna ortu olsun, sen içinde uyu seklindeki banyo keyfi...
Ondan sonra da vucut bakimindan, yuz bakimina, el bakimindan saç bakimina her urununu aldim, kullandim.

Italyan arkadasimin kullandigi peeling yeni çikan bir urunleri olmali, tanimiyorum.
COPACABANA


Denemem için bana da verdi. Butun vucuduma masaj seklinde bu peelingi yaptim.
Aslinda tam bir peeling de degil. Bir suru bitkinin ozunden yagindan olusmus sabun seklinde bir peeling-crème bu Copacabana.
Saunda uyguladim ben. O ufacik, minicik, microscopik kum parçalarinin tenimi resmen kadife gibi yaptigini anlatamam.

Meger bunlar pirinç, fasulye ve badem ozu parçaciklariymis. Ne varsa bitkilerde var.
Ve Copacabana'nin içindeki cacao ve karite yagi da peeling etkisiyle açilan gozeneklere, nefes alan cilde derinlemesine isliyor ve cildi nemlendiriyor... Muthis.
Copacabana

Var yaaa... O gece, uzun zamandir hiç uyumadigim kadar guzel uyudum. Derin, deliksiz, bebek gibi hafif... Cildim yumusacik, kadife gibi puruzsuz.
Hatta ipek gibi...

Ertesi gun derhal LUSH'in yolunu tuttum.
Copacabana'dan bir adet satin aldim.
Satici kiz bu tarzda bir de yuz için olani var dedi. Denetti.
Ange à Fleur de Peau... Cildinizin melegi gibi...
 Ange à Fleur de Peau
Ortaçagdaki eski bir guzellik maskesinden esinlenerek olusturulmus bir urun. Ne varsa modern olmayan zamanlarin oncesinde var. Bayildim...
Bu urun de Bio, yine badem parçaciklari, gul ve lavanta esansi ve bir parça da toprak, evet toprak cilde çok iyi geliyor...
Bu peelingden elinize bir parça aliyorsunuz, sonra birkaç damla suyla avcumuzun içinde yogunlugunu açiyoruz ve yuzumuze masaj yapiyoruz.
Sonuç: Inanilmaz. Bebek gibi bir cilt ve puruzsuz bir ten. Ve içindeki lavanta ozu insani rahatlatiyor, ruhuna da iyi geliyor.
Hemen bu urunden de aldim, artik her aksam cildimi bununla temizliyorum.


 Uyku kalitemi bile yukari çekti bu urunler.
Ikisi de artik vazgeçilmezim...
Birer adet spor çantamdaki vanity'de, bir de evimdeki banyoda...
Her yerde LUSH

Haa bir de esantiyon verdiler.
Deniz tuzu ozlerinden ve minarellerinden yapilmis, saç diplerini harekete geçiren ozel bir saç maskesiymis.
Deneyelim. Gorelim...



14 Mayıs 2013 Salı

Fotograftaki o gözler kaldı aklimizda...

Pazar gunu oturdum bir anneler gunu yazisi yazayim dedim.

Yazamadim... Konu ağır geldi.

Evde bir iki tur attim.

Elime, eskiden altini çizerek okumus oldugum kitaplardan birini aldim.
Alti çizili yerler hep iyi gelir bana.
Zaten bildigim seyleri tekrar hatirlatir, uygulamada aksakliklar olsa da her seferinde bunyede biraz daha yerini saglamlastirir. Bana, ayni ben olmadigimi, buyudugumu, ogrendigimi, ilerledigimi çagristirir.

Kitaplar sarmadi bu sefer...
Fotograflara geçtim.
Eski fotograflara...

Hani bazilari insana zamanda yolculuk yaptiran, hey gidi gunler dedirten, gozlerinizden yaslar akitan, o ani sanki dunmusçesine arsivden çikartip hafizanizin en guncel yerine tasiyan, ayni sekilde bir kez daha yasamak arzusu duydurtan, insani alip goturen turden fotograflar...

Anilarimizi yeniden gozden geçirmemize neden olan, hatirladiklarimiz kadar unuttuklarimizin da farkina vardiran fotograflar...

Fotoğraf dediğin, bir anın, bir kişinin sureti...
Bir suretin böyle büyük bir düşündürebilme gücüne sahip olması ne tuhaf...
Fotograf uzakları çağırır, çok uzakları...
Artik dönemeyecegimiz, gidemeyecegimiz, gidip te aynisini goremeyecegimiz yerleri...
Kişileri, zamanları...

Akip giden zaman içindeki bir anin dondurulmus halidir fotograf.
Bir dolu an içinden birini seçmek ve bu anlardan birini olumsuzlestirmektir fotograf...
Oncesini, sonrasini, her detayini bildigimiz bir zaman diliminin tek bir kareye sigdirilmis hali.
Bu fotografa baktigimizda geçmisteki tum o sureç gelir aklimiza.
Biraz huzun vermesi bundandir...
O anin oncesini sonrasini, etkiledigi tum alani hafizamizin yuzeyine çikartiriz.
 
Fotograftaki insanin bakislari sabit kalir. Bu gozler yillarca degismez. Dondurulmus bir karedir.
O kisiyi o resimdeki haliyle hatirlariz. O imaji kazinir bellegimize. O hali esastir.
Bakanin gozleri yillanir, bakislari yillanir.

Fotograf çekildigi anda geçmiste kalir.
Ancak fotografla sabitlendigi o an sonsuza degin bir yer kazanmis olur kendine...

Yasam boyu hersey eskir, o an eskimez. Bir fotograf karesinde dipdiri yasar...

Anneler gunu yazisi yazacaktim yazamadim...

Yilmaz Ozdil'in kisacik anneler gunu yazisini okudum. Huzunlendim.

Anneler Gunu yazisi Yilmaz Ozdil

Adam hakli. Hazir yerinde duruyorken hadi kalk gidiver dedim, onu da yapamadim.

Elime fotograflari aldim. Baktim, baktim, baktim...

Hele bir tanesi var ki o kadar net hatirliyorum ki desem kimse inanmaz.
Ben 6 yasindayim. Kardesim 2.
Guzel annem demis, haydi kalkin fotograf çektirmeye gidiyoruz.
O zaman Karsiyaka sahilinde Anit fotografçisi var. Sanki baska da yok...
Fotograf makinesi gordugumde poz vermeye bayilirdim. 6 yasinda ayagimi one atmisim hemen, eller belde. Kardesim once uzun uzun aglamisti, isiklardan urkmustu, neredeyiz anlamamisti, korkmustu, sasirmisti. Annem her zamanki gibi çok guzel. Neredeyse beline kadar dumduz guzel saçlari. Hafif bir makyaj masmavi gozlerini ortaya çikarmis. Cok asil, çok guzel...
Ben çok mutluyum, yuzum guluyor, kardesim de mutlu ama o agliyor...

Nasil güzel dondurmuşuz o anı. Ne güzel bir resim...

Anneler günü yazisi yazamadim.

Aslinda hikayelerim de var.
Bir buket çiçek ve bugun bile bizimle butun yolculuklari yapmis, hâlâ hayatta olan ilk vazomuz var.
Kenarlari burum burum...

Dedim ya,

Konu agir...


Askin Cep Defteri








10 Mayıs 2013 Cuma

Bir yer düşünün: Carmen gözlerinize bakıp şarkı söylerken size şampanya ikram ediyor.

ODTÜ'de öğrenciyken, bölüm başkanı, çok saygıdeğer bir hocam vardı: Sencer AYATA. Bir derste şöyle demişti:

"Çocuklar, hoşunuza gitse de, gitmese de yılda en az 3 kere operaya gitmelisiniz. Bunun zamanla sizi ne kadar geliştirdiğini, hayattaki zevklerinizi nasıl yukarı çektiğini göreceksiniz."

Tabi o zamanlar toy zamanlarımız, gençlik başımızda duman...

Herkes bir iki gitmistir, denemistir de, laf ola beri gele. Sonradan "Bütün aksam bunları mı dinleyeceğim" deyip soluğu sabahlara kadar dans edebileceğimiz mekanlarda almıştır. Herhalde...
En azından benim için öyle olmuştu.

Ama ben bu sözü hiç unutmadım.
Bir gün, hayattaki alışkanlıklarım listesine bunu da ekleyeceğim, dedim kendime.

Bir yer düşünün: Siz operaya gitmiyorsunuz, opera size geliyor...

Geçen ay Paris'te olağanüstü bir restaurant keşfettim. BEL CANTO
Seine Nehri'nin kenarinda, tarihi binalara nazır, eski Paris'in tam göbeğinde...


Bize servis yapan, yemeklerimizi getiren, şarabımızı koyan servis görevlileri aslında birer opera sanatçısı. Yaşları 22 ila 30 arasında.

Konservatuardan mezun olup hemen herkesin çabucak Devlet Opera ve Balesi'nde ya da benzeri özel kurumlarda iş bulması kolay olmadığına göre, ve bu sanatçıların bir şekilde hayatlarını idame ettirmeleri gerektiğine göre, BEL CANTO'nun restaurant concepti bence üstün. Şahane...

Içeri girer girmez dekorasyondaki rafinelik dikkatimi çekiyor.
Bize rezerve edilen masamıza yerleşiyoruz.
Piyanoya çok yakınız. Bütün gece müzik her hücremize işleyecek, tek bir notayı dahi kaçırmamız imkansız.
Başlamak için birer kadeh şampanya söylüyoruz.

Şampanya, hayattan aldığım zevkin katlandığı ortamlara çok yakışıyor...

Siparişimizi veriyoruz.
Sadece opera temalı değil aynı zamanda gastronomik bir restaurant. Menüdeki her yemek sanatsal bir sunum ve lezzetle geliyor.

Şampanyalarımızı yudumlarken ve ikram edilen lezzetli kanapeleri tadarken, bir anda, yan masaya servisini henüz tamamlamis sarışın garson kızın sesiyle afallıyoruz.
Tam ortada durup başlıyor şarkı söylemeye...

Ben şarkı diyorum da, klasiklerden, Mozart, Beethoven, öyle...
Hani şu ağzını açıp, kapayıp dudaklarını büzüp, şekilden şekile sokup aynı ağızdan 50 çeşit ses çıkartan türden şarkılar...

Bu kızın söyledigi "Figaro'nun Düğünü"ymüs.
Kusura bakmayın, o kadar hakim değilim daha olaya. Anca...
Sadece mest olmuş bir şekilde dinliyorum. O kadar.

Salonda çıt çıkmıyor. Hiçbir şey hareket etmiyor. Hayat resmen duruyor.

O anda o bir sanatçı. Ve sahnede...

Şarkısını bitiriyor. Müthiş bir alkış kopuyor.

Ve restauranın isleyişi kaldığı yerden aynen devam ediyor.

Az once Cinderella'ydi, şimdi Külkedisi... Servis yapmaya kaldığı yerden devam ediyor.

Olayın gizemi de tamamen bu.

Aramızda dolaşan bu olağanüstü insanların hangisinin, ne zaman Cinderella'ya dönüşeceğinden tamamen habersiziz...

Entrée'lerimiz, bu minik konserin hemen ardından geliyor.

O anda hersey normal bir restaurant atmosferine giriyor.
Sohbet eden insanlar, çatal kaşık sesleri, tokuşturulan kadehler...
Ve tabi ki piyanistin mükemmel eşliğinde...

Herkes kendi aleminde keyifli bir yemek yerken, yine aynı şey oluyor.

Ellerindeki tabakları servis yaptıkları masaya bırakıp, "opera sanatçısı"na dönüşen bir kadın ve bir erkek var şimdi aramızda, şarkı söyleye söyleye, bizlere dokuna dokuna dolaşan...

Bir dakka bir dakka bu seferkini tanıyorum ben.
Carmen bu yahu!!! Valla bildiğimiz Carmen!

Carmen'i canlandiran esmer güzeli hatundan gözünü alamıyor insan, sesi ve sesini kullanışı zaten muhteşem...
Böyle kaptırıp gidiyoruz mavi gözlerine.

Carmen deyince insanın aklına yanan birşey geliyor değil mi?

Işte bu kız da öyle. Yakıyor...

Hele duet yaptıkları bölümler, çok etkileyici.
Herşey doğal, herşey kanlı canlı, herşey gerçek...

Bir ses çıkıyor bir bedenden, hiç bitmeyecekmiş gibi.
O nefes sonsuza dek sürecek ve binbir çeşit ses daha çıkartacakmış gibi.

Hakiki opera sanatçılarının ağzından Carmen'i canlı dinliyorum. Çok ta keyif alıyorum. Yoksa ortam bu kadar hoş diye mi?

Derken ana yemeklerimiz geliyor, ortam yine yemek ortamına dönüşüyor.

Ardından 4 kişinin canlandırdığı bölümler başlıyor.
Salonun içinde 4 kafadan birbiriyle muazzam uyumlu sesler çıkıyor.
İnanılmaz...

Içlerinden biri zenci. Ama kizin sesinin gücü aşmış...
Birşey söyleyim mi? Malesef bu camiada iş bulmada en zoru onun yolculuğu olacak. Kimsenin suçu degil. Bu klasikler asillerin gözünden... Ve zenci karakter yok onun canlandırabileceği.
Hatırlıyorum bir keresinde bir sahne koyucu Otello'yu zenci birine oynatmıştı. Belki bu kızın sesinin büyüsüne kapılıp risk alan biri çıkar. Kim bilir...

Carmen'in elinden zehir olsa içerim diyen var mı?
Ben şampanya içenlerdenim...

Tatlı servisiyle beraber sanatçi-garsonlar herkese birer kadeh şampanya ikram ediyor.

Bana servis yapan Carmen'in ta kendisi...

Onlar da ellerinde şampanya kadehleri, aramızda gezerek, bütün herkesin teker teker gözlerinin içine bakarak kadeh tokuşturuyorlar.
Ve bir yandan da şarkılarını söylüyorlar.

Duygu yoğunluğu, ambiansın güzelliği hat safhada...

Her güzel şeyin bir sonu oluyor. Geceyi, tavan yapan bu son bölümle muhteşem bir şekilde tamamlıyoruz.

Carmen'le aramızda bir sinerji mi oluştu ne...

Masamızdan kalkıyoruz. Çıkışa kadar bize o eşlik ediyor.
Ve hatta gidip mantolarımızı o getiriyor.
Gözlerimizin içine bakarak bizi uğurluyor.

Hayır bunu bahşiş için yapmıyor. Çünkü özel bir sistem var burada.
Ödediğimiz hesabın 45%'i kadarı daha hesaba ekleniyor.
Sanatçılar için...

BEL CANTO

Paris'te yaşayan, Paris'e gezmeye gelen, değişik bir deneyim yasamak isteyen herkese tavsiye ederim.

"Anlatilmaz yaşanır" derler ya...
Bunun içinden "anlatilabilir" olanlarini seçmeye çalıştım.
Benim anlatabildiklerim bu kadar.

Gerisi ruhuma isleyenler, üzerine giyecek söz bulamayanlar...


Paris'te class bir brunch: Mama Shelter

Paris'te Jazz-Brunch: Le Reservoir

Tokyo'da "hucre" temali restaurant: THE LOCK UP

Memleketimin sofralari bambaska

La Cigale / Izmir

7 Mayıs 2013 Salı

Sen o akşam ordaydın... O sendin.

Içeri adimimi atar atmaz gördüm seni...
Şaşkınlığım kanımı dondurdu. Nefesim kesildi.
Paris'te, öylesine bir barda, duvarın kenarında, yanında iki genç adamla oturuyordun.

Ama bu nasil mümkün olabilirdi?
Senin ne işin vardı burda?
Yıllar sonra Paris'te böyle alelade bir barda mı karşılaşacaktık seninle?
Bu bir tesadüfse, şanssa, ne akılalmaz bir şanstı bu böyle...
Sen bu şehirde, bu ülkede bile yaşamıyordun.
Hatta artık hayatının tamamını geçirdiğin ülkede bile yaşamıyordun.
Sen gittin... Başka bir ülkeye, başka bir şehre taşındın.
Belki de başka birisi oldun. Bütün sayfaları teker teker çevirdin.
Çevirmekle de kalmadın, hepten yırtıp attın...

Şimdi karmakarışığım, karşımda duruyorsun işte orda.
O sensin...
Gözlerimi çeviremiyorum, sana hamle yapamıyorum, kilitlenmis duruyorum, öylece sana bakıyorum.

Her zamanki gibi çok güzelsin. Hemencecik karşımdasın...
Evet karanlık, barın ışıkları aldatıcı olabilir, net görünmüyor hiçbirşey, ama eminim ben sensin o.
Bu kadar mi özlemisim seni?
Konser dinlemeye geldim ama hiçbir sey duymuyorum.
Dünya durdu sanki, ben sadece sana bakıyorum...
Gözgöze geldik bir an. Anlamlı anlamlı baktın yüzüme.
Ne çok sey söyledik birbirimize o anda. Neredesin bunca yıldır? Neden hayatımda değilsin? Neden çıktın gittin? Neden hiçbir sey hayal ettiğimiz gibi olmadı? Dedik...
Kaçırdın sonra gözlerini...
Aşağıya devrildi bakışların...
Tanıyorum bu ifadeyi. Ne zaman hayalkırıklığına uğrasan, birşeylere üzülsen böyle bakarsın sen yere.

Konser başladı. Oraya beraber geldiğim arkadaşlarım havaya girdi, eğlenmeye başladı. Bense sadece kilitlenmiş sana bakıyorum.
Senden önemli birsey yok su anda, anla istiyorum.
Tekrar bakiyorsun suratima. Biliyorum kırgınsın bana. Gittim, baska bir ülkeye taşındım.
Bazi seyler düşündüğümüz ya da hayal ettiğimiz gibi gelişmedi.

Annen vefat ettiğinde gelemedim...
2003 sonbaharıydı. Çok iyi hatırlıyorum o dönemi. Yeni ayak basmıştım bu ülkeye, tutunmaya çalışıyordum. Bürokrasi, ülkeye giriş-çikisimi bağlıyordu. Herşeye yabancıydım. Zaten yabancıydım. Şaşkındım...
Annen vefat ettiğinde gelemedim. Ve bunun için kendimi hiç affetmedim.
Düşündükçe hâlâ gözlerim dolar. Yanında olamadım. Suçluyum.
Ve çok üzgünüm...

Koptun sonra sen. Herkesten, herşeyden koptun.
Ne kadar yakındık biz oysa. Kardes gibi derler ya, ben hiçkimse için demedim bunu ama öyleydik biz... Aileydik. Ankara'daki öğrenci evimizde, sohbetin derinliğinden yorulur, kendi odamıza gitmeye üşenir, sardunya balıkları gibi beraber uyurduk bazen.
Pazarlari aksamüstü 5'lere kadar kahvaltı yapardık.
Hafta sonu bazi akşamlar pijamalarimizi giymiş yatmaya hazırlanırken, aniden gecenin 12'sinde dışarı çikmaya karar verirdik, buna rağmen hazırlığımızdan ödün vermezdik 1'de çıkardık dişarı.
Birimizi üzen birsey olduğunda diğerimiz onun üzüntüsünü yüreğinde hisseder o da ağlardı.
Ne kadar yakındık biz..
Ne oldu bize?
En son Ankara'da bir tren garında birbirimize sarılıp ağladık.
O sefer, ayrılıyoruz diye değil, hiç kavuşamadık diye ağlamıştık.
Hatırlar misin? Zira ben hiç unutmadım...

Bir gün blogumu biri aramış internetten. Anahtar kelimeler yazmis: Paris pebbles blog. Pebbles... Benim pebbles olduğumu kaç kişi biliyor ki?
Ankara'da öğrenciyken saçlarimi tepeden toplardım, palmiye gibi dağılırdı yanlara. Sen bana "çakılım" derdin.
Çakmaktaş ailesindeki çakıl.
Pebbles... Çakıl... Bu ismi bana senin verdiğini kaç kişi biliyor?

Anahtar kelimelerle biri blogumu aramış.
Ama belli ki bu kişi blogu degil beni aramış. Bunu gördüğüm anda yüzüme büyük bir tebessüm yayıldı. Aramızda yeniden bir bağ vardı.

Paris'te barda gördüğüm kadın sen değildin...
Bunu ışıklar yandığında anladım...
Ancak bugun, yasadığın ülkeden, o şehirden beni okuyan sensin...
Bunu bilmek beni mutlu ediyor...

Hayatı pervasızca yasadığımız o günlere geri dönmek belki mümkün değil.

Bil ki..

Kalbimdeki yerin hiç değişmedi.
Değişmez...

5 Mayıs 2013 Pazar

Paris'te Jazz-Brunch : LE RESERVOIR

Brunchy pazarlara devam...

Geçen haftaki Mama Shelter deneyiminin tadi damagimizda kaldi.
Hem mecazi hem gerçek anlamda tadi damagimizda kaldi.
Hizimizi alamadik. Bugun yine brunch'taydik.


JAZZ-BRUNCH : LE RÉSERVOIR

Buranin methini daha once duymustum.
Jazz-Brunch concepti Le Meridien Hotel'inde yillar once kesfettigimiz birsey. Canli muzik esliginde pazar sabahi kahvalti-ogle yemegi...

Her yerin en çok, evimden yuruyerek gidebilme mesafesinde olanini seviyorum. Hele bir de memnun kalirsam degmeyin keyfime...

Tam 11.45'te, Paris 11. bolgede, Rue de la Forge Royale sokaginda, Réservoir'dayiz.

Içerisi karanlik, gun isigi almiyor. Ama nasil olur? Gun isigi almayan karanlik bir mekani kahvaltiya hiç yakistiramiyorum.
Isin içinde jazz konseri olmasi durumu, bu açiyi bir parça yumusatiyor.
Yerimiz sahnenin tam onu, salonun ortasi.
Masasina yerlestikten sonra herkes hep birlikte ayni anda bufe kuyrugu olusturuyor.
Pazar pazar elimizde tabak kuyrukta beklemek te hosumuza gitmiyor. Ama napalim boyle.

Bufeye gelince... Geçen hafta Mama'daki muthis brunch tecrubesinin "recency effect"iyle bu konuda çok objectif bir yorum yapmak zor. Ancak yemek yemek için tekrar donmek isteyecegim bir mekan degil. Yiyecekler çok rafine degil.
Cok çesitli degil, ama çok ta fena degil.
Ben yediklerim içinde en çok tomates-mozarella-borulce salatasini, bol ananasli meyve salatasini ve somon fumeyi begendim.
Portakal suyu ve kahve çok basarisiz.

Ve 12.30'da beklenen Jazz konseri basliyor.

Her hafta baska bir grup, baska bir tarz muzik.
Bu pazarki... Bossanova yani Brezilya muzigi...
Bayilirizzzzzz.....
Cok severiz biz Bossanova muzik tarzini.
Organizasyonu ben yaptigim için sevgilim bana bakip bilerek mi burayi seçtin bugun diyor? Hayir, tamamen tesaduf...
Yani tesaduf diye birsey varsa...
Hani olumlu deneyimleri de olumsuz deneyimleri de kendimize biz çekiyoruz ya...


AGATHE IRACEMA : Sahane bir yorum

Bir gitaristle bir sarkici kiz sahne aliyor.
Cok profesyonel bir goruntuleri dahi yok.
Basliyorlar klasik Brezilya melodileriyle bildigimiz sarkilari soylemeye.


Gorunuse aldanmamak lazim derler ya, aynen oyle. Mukemmel bir kahvalti yasatiyorlar bize. Kizin elinde çiki çiki sallanan seyler tam Brezilya usulu. Sarki soylerken yuzundeki her kas hareket ediyor, gozleri kuçuluyor, agzi iki yana açiliyor, kapaniyor...
Sahane bir ses ama daha da otesi sahane bir yorum...
Mest oluyoruz.
Geldigimize degdi diyoruz.

Brunch'in sonunda Agathe ile konusma firsati yakaliyoruz.

8 haziranda Paris'in meshur jazz barlar sokagi Rue Lombards'da,
"Le Baiser Salé" de sahne alacakmis.

Bu konser kaçmaz !!!


 Paris'te brunchy pazarlar : Mama Shelter

Follow my blog with Bloglovin

Paris'te class bir brunch: MAMA SHELTER

Paris'te turist olmak...

Bu mehirde yillarca da yaşasanız, doğma büyüme "Parisienne" de olsanız yapacak şeyler, keşfedilecek yerler bitmiyor. Bitmez...

Non-stop life happening bir şehir. Her daim bir yerleri oynuyor. Hiç durmuyor.
Birileri geliyor, birileri gidiyor, herkes hem Paris'li hem değil...

MAMA SHELTER

Paris böyle bir yer işte, metrekareye düşen güzel yer sayısı çok fazla. Hepsine hakim olamıyorsun, oldum sanıyorsun, bir de bakmışsın daha yeni yeni neler keşfediyorsun...

Paris 20. arrondissement'da, Nation tarafinda bulunan evimizin hep güneyine doğru bir sosyal hareketlilik içine girmisiz. Evimizden kuzeye dogru bir mekan arayışı hiç aklımıza gelmemiş.

MAMA SHELTER aslinda luxe bir otel. Tanınmış kişilerin de tercih ettiği bir mekan.

 

Mama Shelter'da gördüğünüz her insan kadin, erkek, genç, yaşlı, dergi kapağından fırlamış gibi. Herkes fashion...
Çok class bir mekan. İçinde koltuk ve kanape olan, insana kendini evinde hissettiren mekanlardan...
Tam ortada dikdörtgen bir bar var.
Aksam yemeginden sonra barda yer bulunmuyormuş. İlk fırsatta denemek istiyorum...
Her haftasonu unlu bir DJ çalıyormuş. Kokteyller üstünmüş.
Mişli geçmiş zaman çünkü Mama'nın akşam yemeklerinin ve gece hayatını da iyi bilen, her hafta buraya abone yakın arkadaşım Aude'un ağzından...



Bundan 2 hafta once buraya sonunda ben de Aude'un davetiyle aksam yemeğine geliyorum.
Yemekler şahane şahane olmasina ama, özellikle ortam insana kendisini çok iyi hissettiriyor.
Bence bir mekanin başarısı en çok bununla ölçülür.

Benim kalite parametrelerimden biri de bu: Gözümün yorulmaması...

Kaliteye dair görüşlerimiz, yaklaşımlarımız her yeni deneyimle şekilleniyor.

Benim son zamanlardaki en önemli kalite paramatrelerimden birisi çevremdeki herşeyin, ozellikle insanların yavaş ve narin hareket etmesi.
Herşeyin, varlığıyla yokluğu fazla farkedilmeyecek seviyede yerinden oynaması.
Kısacası dikkatimi dağıtacak, gözümü yoracak her türlü dış etkenin sıfıra yakın olması...

Mama Shelter'da bu kriterin yakalanması garanti.
Müşteri yelpazesi son derece oturaklı, gün görmüş ve kuğu gibi zarif...
Evet kuğu gibi hareket ediyor herkes.
Hafif...

Brunch için 1 hafta öncesinden rezervasyon yaptırmanız tavsiye edilir.

Mama Shelter'daki ilk deneyimimden o kadar memnun kalıyorum ki, ertesi hafta sevgilimi de buraya brunch'a getirmeye niyetleniyorum.
Meğer 1 hafta öncesinden rezervasyon yaptırmak gerekiyormuş, yoksa asla yer bulunmuyormuş.
"Yok artık" demek geliyor içimden. Hani öyle vızır vızır bir sosyal hayatı olan bir semt te değil, kim geliyor buraya sırf yemek yemek için?
Hiç şaşırmayın. Mama Shelter her daim popüler, her daim dolup taşıyor.

1 hafta öncesinden pazarımı böyle planlamak pek hoşuma gitmiyor ama mecburen rezervasyon yaptırıyorum. Mama Shelter buna değer, biliyorum.

 

Ertesi pazar brunch'a Mama Shelter'dayız.

Koltuklarımıza bir kuruluyoruz sevgilimle, değmeyin keyfimize.
Elimizde bir de çarşaf çarşaf gazetemiz olsa tam evde eski usül pazar kahvaltısı diyeceğiz...

Bir zengin büfe, bir zengin büfe anlatamam...
O ortadaki, akşamları etrafı insanla çevrili o dikdörtgen bar pazar brunch'larinin büfesi. Her ürün en son kalite, her yiyecek en detayına kadar özenle hazırlanmış. Rafine.
O sashimiler, deniz ürünü salatalar, peynirler, tiramisular, tartlar enfes enfes...
Surahiyle masaya gelen portakal suyu, taze sikilmis portakal suyu.
Gelen kahve uyduruk degil, bayaa bayaa expresso.
Sıcak çikolata, toz değil, erimiş çikolata ve sıcak sütle karışmış Parislilerin deyimiyle anneanne tarifi sıcak çikolata. Ağzınızda sizi mest eden bir tad, içinizi ısıtan bir tad...

Bu tadı damağımızda kalan enfes brunch kişi başı 42 Euros...
Paris'te normal bir burnch ortalama 25 euro. Ancak aradaki kalite farkı fiat farkından çok çok büyük...

5 Mama Shelter var: Paris, Lyon, Marsilya, Bordeaux, Istanbul

Mama Shelter gibi bir concept yaratiyorsun. Bundan 5 tane yapiyorsun.
4'ü Fransa'da. Bir tane de yurt dışında açalim diyorsun. Ama nereye açsak nete açsak diyorsun...

Aklına ilk gelen sehir İSTANBUL. Bence şahane bir seçim...
Hem de Istiklal Caddesi'nin tam göbeğinde...
Istanbul'a tekrar yolum düştüğünde gideceğim ilk mekan burası olacak. Bütün arkadaşlarıma vereceğim Randevu adresi burasıdır. Şimididen duyurulur.

Annemin güvenli ve sıcak kollarında olmak gibi: Mama Shelter....


Paris'te Jazz-Brunch: LE RÉSERVOIR

Bir yer dusunun Carmen'in elinde sampanya içiyorsunuz: BEL CANTO


2 Mayıs 2013 Perşembe

Aşkın Cep Defteri

Aşk hakkında sayıklayasim var bugün...

Nedir, ne değildir diye arayasım, bir bilene sorasım var...

Beraberliğe dönüşen mi aşk, dönüşmeyen mi, acı veren mi, vermeyen mi, rasyonel olan mı, delilik boyutunda yaşanan mı, ömre ömür katan mı, ömürden ömür çalan mı, yakan birşey mi, stratejik mi, içgudusel mi, duygularin sahi mi, yoksa sadece bir yanilgi mi...

Hayatin özü mü, özeti mi ?

Bir hallusinayson mu? Yoksa gerçek mi?...


Aşktan konuşasım var bugün...

Aşkın dibine vurmuş, aşkı anlamış, aşkı bilen birinden dinleyesim var...

O da tabi ki Murathan Mungan...

Aşkı Murathan Mungan'dan daha güzel kim anlatabilir ki?


Geçen sene nisan ayında okuduğum bir kitabi vardi:

"Aşkın Cep Defteri"

Bu sabah indirdim raftan.

Altini çizdigim yerleri tekrar tekrar okuyasim geldi.

Okuyasim, hatta temize çekesim geldi...


MURATHAN MUNGAN : Askin Cep Defteri

"Sizce ask nedir?"

Bütün yaşamımız boyunca ısrarla defalarca karşımıza çıkan, bu kadar yinelendiği halde, verilen hiçbir yanitin doyurucu olmadığı, hiçbir tanımın kimseye yetmediği, hiçbir sözün kimseyi ikna etmediği, inandirmadığı bir başka soru daha var mıdır? Bilmiyorum...

Aşk... bin defa. Kimine hiç, kimine bin defa...

Aşk öğretir, aynı hataları yinelememen için; ama, yine aşk yüzünden, yinelersin...

Aşk öğrenmelerinin çoğu aslında hafıza kayıplarıdır.
Ask bilgisi, bir dahaki iliskimde bunu böyle yapmayacağım dediğimiz seyleri yine aynen oyle yapmamizla sonuçlanir.

Yalin kural: Hayat herseyi bir kerede ogretmiyor. Bazen suncacik birseyi ogrenebilmek için bile yillarca yasamak gerekiyor.

Ask, duygudan çok bir hikayedir.

Askta herkes "ne çok" sevdigiyle ilgilenir; kendisinin ya da karsidakinin ne kadar çok sevdigiyle. Oysa onemli olan "nasil" sevdigi degil midir?
Cok ask yalnizca çok asktir.
"Cok"luk hizla ya da usulca yokluga akabilir...
Ama "nasil" orada durur, yasar ve o iliskiyi hayatin içinde ayakta tutar...

Uzerinde dusunulmus bir ask, uzerinde dusunulmus bir hayat demektir.
Hayatin hiç bilmedigimiz yonlerine iliskin dusuncelerimizin onemli bir bolumunu asktan ogreniriz.

Daha iyi bir insansam bunu aska borçluyum...

Askin bir hastalik asamasi vardir. Bir noktasinda hastalanirsin. Kaçinilmazdir.
Hani kimi atesli hastaliklar vardir, sabahlari daha iyi kalkar, gunduzleri iyilestigini sanirsin, herseyi hallettigini... Aksam indiginde yeniden atesin yukselir, sandigin kadar halledememis oldugunu anlarsin...

Birbirimizi ne kadar sevsek te, bir beraberlik çikmiyor yanyana durusumuzdan...

Bazi gerçekler degistirilemez, ama ask boyunca degistirilmeye çalisilir.

Ask bu yuzden imkansizi denemektir.

Ask bir uzmanlik alani degildir. Asktan soz ederken aslinda sadece kendimizden soz ederiz. Kendi askimizdan. Soylediklerimizse, kendini bunlarda bulanlar için geçerlidir sadece.

Ask herkese nasip olmaz...

Ask, her mekâna kendi rengini verir. Dunya degisti sanariz...

Hiçbir gerçek bir digerinden daha gerçek degildir.
Bizlerin içinden geçerek hayat yer degistirir...

Kaynagi baska, ugragi, yolu, macerasi baska olan seni asik eden nedenler yol boyu yeni nedenlerle zenginlesirse yenilenir, ve surer ask...

Bazi nehirler vaktinden evvel kurur.
Kimini yol kurutur, kimini kaynak yetersizligi...

Askin gerçekligi yoktur. Zamani vardir.
Her ask kendi zamani içinde gerçektir.

Insanlar nedense yasananlarin degil, geride kalanlarin gerçek olduguna inanmak isterler.
Yasami eksilerle tartma aliskanligidir bu.
Oysa ki, bir zamanlar yasananlar da, geride kalanlar da gerçektir.

Geçici olan seyler niye gerçek olmasin ki?
Belki de kabul edemedigimiz geçiciligin kendisidir. Belki de bu yüzden "zaman"i bunca dert ediyoruz. Ve herseyi zamanla tartiyoruz.

Birçok kisinin aradigi ask degil "asik"tir aslinda...
Kendileri için, kafalarinda kurduklari "senaryo"yu gerçeklestirebilecekleri bir oyuncu...
Onlar "ask" degil, toplumda kendilerini temsil edecek bir "nesne-kisi" yi ararlar.
Bu ikisi arasindaki fark ilk bakista anlasilmayabilir. Ama hayat ikinci, uçuncu ve sonraki bakislarda derinlesen birsey degil midir zaten?

Asktan çok sey bekliyoruz. Nihayetinde ask bu. Onun da eti ne, budu ne?

Ask, neye oldugunu bilmedigin bir baslangiçtir.
Hem heyecan verici, hem ürkütücü olmasi bundandir.

Tüketilene kadar kullanilmis asklari daha çok hatiralar yasatir.
Yarim kalmis asklar ise yaslandikça baska tür bir siziyla yüze vurur.
Yasanmamislik baska türlü dokunur insanin içine...

"Yarim kalmislik" zamanin yetim çocugudur...

Askin hakki her zaman "beraberlik" olmuyor.
Ama o ask yine de yerinde duruyor.
Sahipsiz, ama kapladigi yere sadik...

Bazi asklar kendi yangininda ölür.
Yeterince tutusmadan, alevine doyamadan kül olur...
Erken rüzgâr, fazla har... ne derseniz deyin artik...

O an, belki biraz gergin, ama siradan bir andi.
Geçip gidecektik herseyi oluruna biraksaydik. Yapamadik.
Fazlasiyla katildik o anin olusmasina. Sonrasinda o ani o kadar çok hatirladik ki, o an mi kendini dayatti bize, biz mi bir âna bir hayat kadar yuklendik, bilemiyorum. Sonrasinda ikimiz de yasadigimiz o ânin içinde kilitli kaldik sanki.
Bir daha hiç disari çikamayacagimiz bir an yarattik israrimizdan.

Her iliskide her iki tarafin israriyla korunmus boyle anlar vardir.
Bir daha tekrarlanmayacagini biliriz. Hatirladikça...

Bir âna parlakligini veren bütün ayrintilar çok sonra deger kazanir...
Unutulmadikça...

Ask bazen boyumuzu asar.
Aklimizin, mantigimizin, bizi durduracagina inandigimiz her turlu iç fenerimizin yardimindan çare umariz...

Bazi asklar kendi yangininda olur. 
Daha once soylemistim ama olsun, bir kez daha soyleyeyim.

Sevgi ve ask konusundaki sorunlarimizin birçogu bu konudaki ezbere bildiklerimizi bozamamaktan gelir.

Bir iliskiyi bitiren seyler, her zaman herkesçe gorulup fark edilebilen, veya bir kerede anlasilabilen seyler degildir. Aksine, bir iliski çogu kez fark edilmeyen kuçuk seylerin usulca birikmesiyle biter.

Iliskiyi bitiren seylere sonradan ad konur. Once yurek fark eder bittigini. Ve kelimelerden uzak durur. Gunun birinde konusur...
Hersey o an basladi sanilir. Ama oyle olmadigini, bunca zamandir islemis olan o sureci ikisi de bilir.

Askin kelimeleri erken, ayriligin kelimeleri geç gelir.

Biliyorum butun bunlar bilmediginiz seyler degil, ama zaten çogu zaman bildigimiz seylerin kurbani olmaz miyiz?

Kaçirilmis firsatlar bir sure sonra ask tadi alir...

Kaybetmek istemeyecegin bir an yakalamak istersin; aski kesinlestiren boyle anlardir, bilirsin. Bir iliski boyle anlarla var olur ve çok sonra bunlarla hatirlanir.

Bazi kaçamaklarda gerçek bir ask soz konusudur. Yaslanip anilarina kapandiklarinda anlarlar o bir zamanlar yasadiklarinin gerçek ask oldugunu...

Korkularinin kendinden habersiz kayitlarina yazilidir kimilerinin asklari. Bazi insanlar korkmadan sevemezler...

Ask hatalari trafikte kirmizi isiga yakalanmaya benzer. Bir kere yakalandiniz mi hep yakalanirsiniz...

"Tek istedigim herseyin eskisi gibi olmasi." Eger bu cumleyi kuracak yere gelmisseniz, zaten hiçbirsey eskisi gibi olamaz.

Askta kaybedenlerin kavramlarla iliskisi yara alir.

Ask haklilik, haksizlik kaldirmaz. Boyle seylere takilmaz; o bildigini okur hep. 
Hakli da olsaniz, haksiz da, nafile...

Vazgeçmeyi ogrenmek asktan geçmektir.

Içini yuzyil kanatacak kadar buyuk bir ask istiyor insan, ustelik hayatin dakikalarla olçuldugu bu çagda...

Hayat aski her zaman kapi komsusu olarak çikarmaz karsiniza. Uzaklari yakin etmek duser size...

Insan gençken araya sadece mekanin girdigi ayriliklari tanir. Araya zamanin girdigi asklari tanimasi içinse zamanda yas almasi gerekir. Bu, kendisine ve karsindakine zaman tanima sanatidir.

Bu anlamda sabir, zamanin insanlara verdigi bir cezadir.

"Ben sadece yaziyorum, hanenize ne duserse..."

Hayatta kalpleri ayni seylere çarpan kisiler birbirlerini severler belki ama asik olmazlar. Askin oznesini harekete geçiren çogu kez "yabanci" olandir. Otekinin çekimine kapiliriz.

Ask geçmisi tekrarlama sanatidir.

Kimileri için ask bir yenileme deneyimidir. Bir oncekinde yapilan yanlislarin, hatalarin, kusurlarin simdi ve bu sefer telafi edilecegi sanilan bir ikinci alan firsati...

Askin mutlulukla ya da mutsuzlukla bir iliskisi yoktur.  Ask asktir.

Zamanin insana gulumsemesidir ask.

Bazi insanlarin kafasinda bir resim vardir. O resme modellik edecek kisiyi ararlar. Modelin kendisi degil resimdir onemli olan. Bunu ask sanirlar...

Bazen, onu birine anlatirken anlarsin asik oldugunu. Bazen de anlata anlata asik olursun.

Zamanda yolculuk etme istegidir ask.
Ask belki de bir teselli etme çesididir. Ruhu beden dindirir.

Ask vardir, ask yoktur. Hepsi bos laf.
Bir gun ya çikagelir hayatiniza, ya gelmez. Bu kadar basit.

Bazi asklar için su soylenebilir: Bazi yaralar asktan degil, ana-babalarimizla yasadiklarimizdan. Onlarin birbirlerinde açtiklari yaralardan kalan eski tanikliklar...

Askin gucu karsisinda soyle demek te mumkun: Bu ask bizim ona verdigimizden daha fazlasini hak ediyor. Biz ona yetmiyoruz.

Ask niyetiyle yasadigimiz bazi kisa heyecanlar kalbimizin yerinde durup durmadigini anlamak içindir.

Ask, birçok insan için hayatinin felakete ugramis kismidir. Boyle olmasa da buna inanmak hoslarina gider.

Insan hayatinin birçok konusu varken, birçok insan ask hikayelerini "hayat hikayesi" sanir.

Ask sessizlikleri... Her zaman seslendirilmeleri gerekmez.

Ask ve sogukkanlilik... Bir araya gelmesi zor ikili...

Ask, insanin risk aldigi bir sureçtir.

Herkesin omrunde sadece aska ayirdigi bir donem olmali...

O asktan geriye ne kaldi sorusu... Her zaman agir soru.

Askin nereye kadar gidecegi bilinmez. Buyrun korkmak için bir sebep daha...

Bedel odenmis asklarda isler kotuye gittiginde taraflar birbirlerini suçlamaya baslar. Kaçinilmazdir bu. Geçmisin sizi takip etmesini istemiyorsaniz, zamaninda odediginiz bedeli unutacaksiniz. O da unutacak. Bunun kabullenilmesi gerekir. Sonrasinda borç giderek katlanir çunku, alacak ta...

Iliskiniz uygar olabilir ama ask uygar degildir. Evcillestirilememis dogasina geri doner.

Sen aklinla ne dusunursen dusun, kalbin kendi hafizasi vardir.

Ask bir disiplin isidir.

Birçok insanin asktaki basarisizligi onun bir disiplin isi oldugunu bilmemesinden kaynaklanir.
Ask kalbe itaat, iliskiye itina disiplinidir.

Buyuk laflar etmek askinizi daha buyuk, sizi daha guçlu kilmaz. Siz ne derseniz deyin, hayat boyunuzun olçusunu alir.

Insanin, omrune armagan ettigi hikayedir ask...

Hayatta bir ask karsiligi karsimiza aldigimiz seyleri dusunun. Yerinmek gereksiz. "Deger mi?" sorusunun bir karsiligi yoktur. Bilemeyiz çunku...

Geçmiste kalmis bir aski sonradan edinilmis degerlerle tartmanin kimseye bir yarari yoktur.
Yasadiklariniza sayin.

Gereginden fazlasini soylemek korkusu asiklarin çogunu dilsizlestirir. Hiçbir sey soylememeye saklanirlar.
Ask saklanir...

Asktaki sessizliklerin tadini ancak kendi içinde çok yol almislar çikarir.

Ask dokunulmazliklarin kaldirilmasidir. Sinir ihlalleridir. Bazen alçak esikli, bazen siddetli çatismalardir.

Ask, kopuslarla ilerleyen kesintisiz bir sureçtir...

Ask bize hayati yeniden kesfetme gucu verir. Belki de en buyuk yarari budur...

En evrensel dil "arzu"dur. Ask onun kutugune kayitlidir.

Askin onceden belirlenmis haklari yoktur. Biz, varsaydiklarimiz uzerinden mucadele ederiz. Her ask kendi haklarini yaratir. Bunun için sahip olunmasi gereken iki temel ozellik vardir: bireysellik ve ozgurluk anlayisi.

Gelecek korkusunun kurbani olmus asklar... 
En çok onlara acirim...

Ask gerçeklik kaybidir.

Aska varmak için kin geçidini asmak gerekir.

Ask arti deger uretmelidir. Kendi dinamiklerini ve degelerini uretmelidir. Bittikten sonra bile geriye bu degerler kalir.

Varsin bir yere çikmasin bu yol. Gene de çikmaya degmez mi yola?

Asktan bir kurum yaratmaya çalismayin. Yasamda birçok seyi olduren burokrasi once askin hakkindan gelir.

Ibret alinacak hiçbir ask hikayesi yoktur. Iyi bir hikaye olsun yeter.

Ask bir parçalanmayi getirir beraberinde. Gundelik kaliplarin, bize ogretilenlerin, aliskanliklarimizin çatirdadigini duyariz.

Ask dayanma gucu gerektirir.

Asik olmanin gerilimini tasiyamayan insanlar ya erken kaçar, ya yasadiklarini gundelik hayatin diline indirgemeye çalisir ya da reddeder.

Karsi tarafin sinirlarini kendi sinirlarin kabul etmek aska omur katar. Hayat ve hareket anlamina gelir.

Bazi insanlari tanidikça onlarin sonunda mutsuz olmak için asik olduklarina inanasiniz gelir.

Tutku gorulmek ister. Izbede yasayamaz. Saklanamaz. Bir sure saklaniyormus gibi yapmasi bile ortaya çikmak için farkli, bilinmedik, beklenmedik yollar aramasi demektir.

Tutku her zaman gosterisli, kiskirtici bir seydir.

Ask basit bir seydir. Karmasiklastirmayin.
Ask karmasik bir seydir. Basitlestirmeyin.
Yerine gore ikisi de dogrudur.

Aski vahsilestiren sey yalnizca tutkunun siddeti ya da tenin tutusmasi degil, gucunu buyulenmekten alan karsilasmalarin tilsimidir.

Insani asik eden sey buyulenmedir.

Ask fazla sorgulanmaya gelmez olgulardan biridir. Birçok bilesenden ve bilinmeyenden olusur.

Askta hangi bilesenin digerinden daha guçlu oldugu kolay anlasilmaz. Birçok sey film bittikten sonra anlasilir.

Deneyim tehlikeyi arttirir. Daha onceki yasanmisliklarin yogun bir korkusu vardir sonraki asklarin baslangicinda.

Mutsuzlugun kendine gore bir tembelligi vardir. Mutsuz asiklarin çogu onun golgesine siginir. Mutsuz olmak kolaydir. Hiçbir sey yapmaniz gerekmez.

Su dunyada ask ve adalet kadar suistimal edilmis kavram zor bulunur.
Ayrica askin adaletle de arasi hiç iyi degildir.

Ask, karsindakine, ona hiç olmayan bir guç bagislar. Ask geçene kadar...

Celiskilerin, tutarsizliklarin, her çesit saçmaligin, hatta akildisiligin kendisine genis bir alan buldugu bir olgudur ask. Hiçbirinin onemi yoktur. Ask bir sistem degildir, mekanizmasini anlamaya çalistiginizda, kurcalamaya aklkistiginizda dagilir.

Bir askta en aranmayacak sey tutarliliktir.

Ask uzerine konusurken saçmalamamak imkansizdir.

Bagislanmaya ihtiyaci yoktur askin. Anlasilmaya da.
Keske uzerinde hiç konusulmasa...

Her koklu tutku gibi ask ta sinirlara yapilan bir yolculuktur. Ya siz genislersiniz, ya sinirlar...

Askin en dayaniksiz oldugu konu, can sikintisidir. Hiç kaldiramaz.

Bence en ideali bir yetiskinin aski çocuk pervasizligiyla yasamasi. Buradaki anahtar sozcuk: perva.

Ask, insanin umudunu kesmemesi demektir. Umutla yakin iliskisi vardir. Bu yuzden "Ask ve Devrim" yan yana guzel durur, yakisir.

Her askta kayginin varligi onemlidir. Aska omur katar.

Ask nasil geçip gitti kapimizin onunden; bilemedik !

Varsin hiçbir yere çikmasin bu yol, yine de çikmaya degmez mi?

Yolda geçirdigimiz zaman, vardigimiz yerde geçirecegimiz zamandan daha kiymetli olabilir.

Hazirlik evresi uzun tutulmus asklar erken sonuca ulasir. Tum malzeme hazirlik asamasinda tuketilmistir çunku...

Sonradan askin yapiminda kullanacagimiz malzemeleri çocukken biriktiririz. Ve onlarin ne olduklarini hiçbir zaman bilemeyiz.

Aska gosterilen direnç kadar, asik olmak için gosterilen iradenin de ne çok çesidiyle karsilastim su hayatta. Inatçilik dedikleri çok "çesitsiz" birsey, birbirine fazla benziyor.

Her askin odulleri ve cezalari kendi içinde tartisilabilir elbet, bir tek sonuçlar tartisilmaz. Butun sonuçlar gibi yeterince somut ve gorulebilir seylerdir.

Bir ask yazili hale gelmesini çogu kez bitmesine borçludur.

Ask bir gizemi deneyimlemektir. Herkesin basaramamasi bu yuzdendir.

"Kalbin arzuladigi yere giden butun yollar uzundur." Ask, uzun yola çikmaya hukum giymektir.

 Ask her seyden once saglam bir ego gerektirir.

Ask yaraticilik gerektirir.

Proust'un aska "yakalanan zaman" demesi bosuna degildir.

Pascal'in su sozunu anmadan geçmeyelim :
"Kalbin, aklin bilemedigi kendi ozgu nedenleri vardir."

Aska çok yaklasmistik... Olmadi, yarim kaldi, tasiyamadik, kaçip gitti, çok gençtik... Sonradan gonderdigi ozur ve pismanlik notlari geçmisi onarmaya yetmedi...

Ayakustu yasanmis olumsuz ask hikayeleri...

Anarsist kalpler unutmayin, ask bir disiplindir.

Her askta soylenmemesi gereken seyler sozlugu vardir. Biz sozluk edinmeye bakin.

Ask meraktir. Digerinin bilinmezlikleriyle çogalir.

Ask, içdunyamizda gerçeklesen bir alisveristir. Ne aldigimizi, ne verdigimizi kim bilebilir?

Ayrilik ogrenmektir. Kendinizi ve otekini ogrenmek.

Firtanaya ragmen durabilmek. Guç ve cesaret : Ask

Askta her zaman bir içerik ve biçim sorunu vardir. Bunun terimlerle adlandirilmasi guçtur. Belli bir hayat bilgisinin arkasina saklanir.

Askta, ne yaparsaniz yapin hakkindan gelinemeyecek sessizlikler vardir.

Askla birlikte insan kendisini yeniden kurar.

Askin en onemli sorunu gerçek disi olma olasiligidir.

Zamanin siradan akisinda sonsuzluga geçme firsatidir ask...

Bazi Avrupa dillerinde "asik olma" sozu yoktur. "Aska dusmek" denir.
Turkce'deyse ikisi de vardir. Asik olunur, aska dusulur, vurgun yenilir, sevdalanilir, tutuldum denir. Turkçe'de ask say say bitmez...

Ask hayat ister.
Nasil bazi gezegenlerde hayat yoksa ve bu yuzden canlilar yasayamiyorsa, bazi insanlarin içinde de hayat yoktur. Yasadiklarina bakmayin...

Aski yasamis, bilen insanlarin dostlugunda daha saglam birsey vardir. Ask akrabalarina da yardim eder.

Ask hakkinda ne soylerseniz soyleyin,

Eksik kalacaktir...