31 Ocak 2015 Cumartesi

Bu hafta izledigim filmler

Bu hafta izledigim filmlerden ozellikle James Brown'in hayatini ve muzik basarasini anlatan
"Get on up" filmini muhakkak tavsiye ederim. Ne denli berbat bir çocukluktan çikip nasil bu çapta bir basari elde ettigi anlatiliyor.

Her zaman, hangi kosulda olursa olsun pesinden gidecek bir ritm, bir muzik buluyor.
Takip ettigi ritm James Brown'in isigi oluyor, lideri, yolu, yordami oluyor...

Filmde dikkatimi çeken bir husus var.
O da insanin geçirdigi çocuklugun hayatinin tamamini nasil etkiledigi...
Bir yazimda daha bahsetmistim : Gokyuzu gibi bir yer çocukluk, her yere bizimle geliyor.
Cocuklukta  geçirilen kotu olaylar insanda tamir olmaz, onarilamaz hasarlar açiyor.
James Brown da bunlari tersine çevirerek zekasi ve spontane olusuyla inanilmaz basarilar elde ediyor, dunya çapinda bir sanatçi oluyor, ozel jetini aliyor, ama gerçekte içi huzuru asla bulmuyor...




Tavsiye edecegim ikinci film "Nightcrawler".
Jake Gyllanhaal oynuyor. Son yillarin yukselen aktorlerinden biri bana gore.
"Her filmini izlerim." dedigim aktorler listem var benim. Yani film onemli degil, o varsa, sirf acting performansi için bile izlerim dedigim isimler var. Christian Bale bunlarin basinda mesela.
Ilk kez Heath Ledger'le beraber oynadigi Brokeback Mountains filminde izlemistim Jake Gyllanhaal'i. Gay bir aski konu ediyordu film; ve bir ask ve bir tutku ancak bu kadar guzel izleyiciye aktarilabilirdi diye dusunmustum. Ondan sonra da izledigim her Jake Gyllanhaal filmini inanilmaz kaliteli ve basarili buldum. (Mesela Source Code)

Nightcrawler bir saheser degil ama iyi bir film. Ozellikle Jake Gyllanhaal iyi adam, hero rolunu de oynarim, psikopati da oynarim iddiasinda. Filmdeki replikler çok zekice. Insan business managment dersinde gibi hissediyor kendini bazi yerlerde.

Tavsiye edecegim uçuncu film: "The Drop"
Mafyanin her gece kirli parasini depo ettigi bir bar seçiyor ve para, yuzunu asla hatirlamayacagimiz bir suru elden elde geçerek soz konusu bara getiriliyor. Mafyanin parasinin bulundugu bar o gece soyguna ugrarsa, mafyanin paralarinin çalinmasindan kim sorumlu olur acaba?

Surukleyici bir film. Tom Hardy oynuyor.
Tom Hardy'nin baska filmlerinden edindigim referansla Tom Hardy film kotuyse bile onu guzellestirebilecek bir aktor deyip Drop'u izledim. Fena degil.

Tom Hardy'yi ilk defa "Warrior" filminde izlemistim ve inanilmaz begenmistim. Iki boxor kardesin spor hayatlari ve aralarindaki kisisel sorunlar anlatiliyordu. Iki kardes kazanmak zorunda olduklari bir final maçinda karsi karsiya gelir. O maçi anlatmiyim simdi offf ne tansiyonu yuksek anlardi.. Izlemediyseniz kesinlike tavsiye ederim.

Bir de "Locke" adli filmi var. Tek bir kare filmi sadece diyaloglarla ve sadece tek aktorun varligiyla doldurmak çok zordur. ("Dig" filmi gibi). Ama iste bazi aktorler ve bazi senaryolar bunu basariyor. Tom Hardy da evde karisi ve çocuklari onu maç izlemeye beklerken o hastaneye bir gecelik iliskisinden dogacak bebegini ziyarete gidiyor. Sadece konusmalar ama dikkatiniz asla dagilmiyor.

Bu hafta izledigim son film "Pride"
Fim gerçek bir hikayeden yola çikiyor.
Margret Tacher'in sevmedigi azinliklar olan gaylerin ve madencilerin dayanismasi.
Filmin isleyisi biraz agir gidiyor ama fena degil. Yine de çok kucuk bir zumreye hitap eden, ozellikle 1985'teki Ingiltere'deki olaylarin detayini bilmeden anlasilmasi zor bir film.

Ilginize...



27 Ocak 2015 Salı

Siz tiyatroya gitmiyorsanız, tiyatro evinize gelsin

Cumartesi akşamı çok enteresan bir tiyatro gecesine davet edildim.

Yakın bir arkadaşım, "24 Ocak akşamını rezerve et. Evde bir tiyatro gecesi düzenliyorum. Bir tiyatro grubu gelecek ve evde bir oyun sergileyecekler. Gazeteci ve fotoğrafçı olacak. Seni de mutlaka bekliyorum." deyince tiyatroyu de oldum olası sevdiğim için tereddütsüz kabul ettim.

Ancak, o akşam, arkadaşımın evine varıncaya kadar ne denli özel ve orijinal bir akşama şahitlik etmek üzere olduğumun farkında değildim...

Siz tiyatroya gitmiyorsanız tiyatro evinize gelsin.

Şahane bir konsept. Hatta dahiyane...

Vakti olmayanlara, olup ta tiyatroya ayırmayanlara, üşenenlere...
Sandalye tepesinde 1.5 saat geçirmek istemeyenlere...
Elinde şarap, şampanya kadehiyle bir tiyatro oyununu keyifle seyretmek isteyenlere...
Herhangi bir günü, geceyi, eve arkadaşlarını toplayıp daha özel, daha heyecanlı, unutulmaz, daha farklı kılmak isteyenlere...

Eve servis yapan profesyonel tiyatro grupları var Paris'te. Hem de sayıları her geçen gün artmakta.

Bayaa bildiğiniz, para verip izlemeye gittiğiniz, hatta belki kendi çapında tanınmış tiyatro oyunlarını, tiyatro oyuncularını evinize davet edip bir oyun sergiletmek mümkün.

Önce gelip evinizi ziyaret ediyorlar.
Oynayacakları oyun için yerleştirecekleri minimum dekor, ışık ve küçük objeler için yer var mı diye  bakıyorlar.
Oynayacakları alanda size ait bulunan eşyaları çekip yerine kendi dekorlarını koyuyorlar.

Bu kişiye özel şahane hizmetin çok ta yüksek olmayan bir bedeli var.
Bu bedeli ya ev sahibi kendisi karşılıyor.
Ya da bir sepet hazırlıyor ve gelenler 8-10 euro gibi bir rakamı sepete atıyor.

Evde, rahat bir kanapede, tiyatro sanatçılarının eşsiz performanslarını, yüz ifadelerini ve mimiklerini en ince ayrıntısına kadar görebiliyor, kulağınızda çınlayan ses tonlarında gidip gelen en ufak değişikliği çok net bir şekilde duyabiliyorsunuz.

Oyun 2 metre ötenizde oynanıyor, hem de arada sırada gözlerinizin içine bakarak...

Buna ilaveten, oyun bittikten sonra ev sahibi tarafından kurulan büfe etrafında yiyip içerken oyun hakkında ve tam da o oyunun oyuncularıyla sohbet ediyorsunuz.

Yani, siz kulise gitmiyor veya sanatçıların çıkışını beklemiyorsunuz. Kulisin bizzat içindesiniz.

PYJAMA POUR SIX (Altı kişilik pijama)

24 Ocak cumartesi akşamı arkadaşım Claire'in evinde "Les Enfants Terribles" tiyatro topluluğunun sergilediği "Altı Kişilik Pijama" adlı oyunu izledim.

Sanatçılar birkaç saat önceden gelmişler, evin bazı eşyalarını çekip dekorlarını ve ışıklarını yerleştirmişler, son tekrarlarını yapmışlar ve ev sahibinin tahsis ettiği evin bir odasına yani "kulis"lerine çekilmişler, seyircilerinin yani bizlerin gelmesini bekliyorlardı.

Herşey tam anlamıyla bir tiyatro salonundaki gibi...

10 kişi civarı bir avuç seyirciydik. Tanıdığım ve tanımadığım diğer davetlilerle biraz sohbet ettikten sonra bir kadeh şarabımı alıp yerime oturdum.

Ve Vincent Messager'in sahneye koyduğu, Marc Camoletti'nin eseri Pyjama Pour Six başlıyor.

Xavier Devichi, Vincent Messager, Christelle Furet, Gaelle Redon ve Melissa Gobin-Gallon sunar.

Temmuz ayındaki tiyatro festivaliyle ünlü Avignon festivalinde bu yaz inanılmaz başarı elde etmiş, seyirci akınına uğramış bir oyun Pyjama Pour Six.

Her anı aksiyon, espri ve müthiş bir oyunculuk performansıyla dolu, dikkatinizi bir an bile kaybetmenize izin vermeyen, son derece eğlenceli, bir an bile sıkılmadan izlenilen çok dinamik bir oyun.

Oyunun tanıtım sloganı şöyle:

Beni aldatıyor
Biraz
Çok
Tutkulu bir şekilde
Deliler gibi
Ben de...

Karısını aldatan Eric, sevgilisinin doğum günü hafta sonunu onunla geçirebilmek amacıyla Natacha'yı da evlerine davet eder.
Ancak Natacha'nın kim olduğunu maskelemek amacıyla en yakın arkadaşları Raoul'u da evlerine çağırır ve Raoul'dan Natacha'nın nişanlısı rolünü oynamasını ister.
Raoul kat-i surette bu fikre karşı çıkar ve reddeder.
Zira, Raoul de Eric'in karısı Karine'in sevgilisidir...
O hafta sonu ev işlerinde yardımcı olması amacıyla Karine bir temizlikçi ayarlar ve gelen genç kadının adı da Natacha'dır.
Böylelikle küçük bir yalanla başlayan olaylar içinden çıkılmaz duruma girer...

Oyun 1.5 saat boyunca bir an bile tekrara düşmüyor ve seyircinin ilgisini en yukarıda tutmayı başarıyor.

Altını çizmek isterim ki temizlikçi Natacha rolündeki Mélissa Gobin-Gallon'un oyunculuğundan özellikle çok etkilendim. Son derece doğal ve içten yeteneği, etkili beden dili, gereken yerde abartı sanatını en iyi şekilde kullanması bana kalırsa onu çok büyük bir tiyatro sanatçısı yapacak.

Christelle Furet'nin performansına da bayıldım. Sahne hakimiyetine, vücudunu, mimiklerini, yüz ifadesini kullanma yetisine hayran kaldım. Onun sahnede olduğu her bölümü de büyük bir beğeniyle izledim.

Pyjama Pour Six, Laurette Tiyatrosu'nda (36 Rue Bichat 75010 Paris) her perşembe akşamı 21h30'da sergileniyor.
Tiyatroseverlere duyurulur ve kesinlikle tavsiye edilir.

Oyun bittikten sonra sanatçılar sahne kıyafetlerini değiştirip aramıza karıştılar.

Biz sanatçılarla tanışırken ve oyunun kritiğini yaparken Claire müthiş misafir ağırlama sanatıyla hazırladığı büfeyi kurdu.

Yeni şaraplar ve şampanyalar açıldı.

Ve büfenin etrafında yiyip içerek, gülüp eğlenerek, sohbet ederek bu muhteşem gece son buldu.

Tadı damağımda kaldı...

(bir oyunun, bir de peynir tabağındaki kuru incirin...)




25 Ocak 2015 Pazar

Yeni oyunlarla hayat devam ediyor...

Uzun zamandır yazamadım, ama siz bloğumu ziyaretsiz bırakmamışsınız, teşekkür ederim. Belli bir süre için rafa kaldırdığım Türkçe klavyemin üzeri bile toz tutmuş.
Yazamadım, malum annem burdaydı.

Halbuki yeni yıl mesajı yazacaktım daha... 2014'te iz bırakanlar yazısı yazacaktım.
Zaman mekan gibi durağan birşey değil ki.
Mesela Paris'i hiç hayatınızda görmediniz. Bu yıl, öteki yıl, ya da ondan sonraki yıl gelirsiniz.
Paris bir yere gitmiyor. Ve büyük ihtimalle herşeyi yerli yerinde öylece duruyor...
Ama zaman öyle mi?
Zaman tsunami gibi, ya da bir kasırga...
Biz önde koşuyoruz, o arkadan kovalıyor. Onun henüz geçmediği yerlerde hayat var. O geçtikten sonra yok...
Bazı anları önceden en ince ayrıntısına kadar düşünüp hazırlıyoruz, sonra n'oluyor? Tsunami gelip geçiyor üstünden zamanın o noktasının, biz yine önde koşmaya devam...
Neymiş? Sadece bu an varmış. Ve hepsi de o kadarmış.

Bazı anların içi daha doludur. Ve o dopdolu anlar soluksuz peşpeşe birbirini kovalar bazen.

Yazamadım. Kusura bakmayın, tsunaminin önünde koşarken doludizgin yaşamakla meşguldüm.
Anneciğim Paris'teydi. Ve anlar çok kıymetliydi. Yaşamaktan yazamadım.

Bu ilk noeliydi. Ve Noel ağacının altında hediyeleri vardı.





Sirk sezonu açılmıştır.

Bir yazımda söylemiştim. Bu sene benim hediyelerim hizmet şeklinde gelecek diye.
Benim hediyelerimden biri Paris'te Noel döneminin olmazsa olmazı sirkti.
7 Ocak için muhteşem CİRKAFRİKA gösterisine biletlerimizi almıştım bile.
Afrika yöresel müzikleri ve motifleriyle bezenmiş şahane bir akrobatik sirk gösterisiydi.
Cirque Phenix sağolsun her sene muhteşem sirkler getiriyor Paris'e. 


Daha önce Pekin sirkinin müptelası olduğumu her sene gidebileceğimi söylemiştim. Doğru.
Pekin sirki kusursuz. Hayranlık duyuyor insan, neredeyse sıfır hata bir gösteri.
Ama Cirkafrika öyle değil. Defalarca atlayamadılar, tutamadılar, hedefi yerine vuramadılar, çok hata yaptılar ama enerjileri ve yüzlerindeki o mutlu, eğlenceli ifade yok mu, herkesi coşturmaya yetti.































Sonra eve geldik...
Her taraf tek bir haberle yıkılıyor : Charlie Hebdo
Evime yürüme mesafesinde bir yerde dünyayı yerinden oynatan bir terör olayı.
Charlie'yim veya değilim, muhabbetine girmeyeceğim. Zaten ne fark eder?
Dünya neden böyle bir yer oluyor, ve daha da kötüye gidiyor?
Tabi ki bu, cevap beklemeyen retorik bir soru. 

Nefeslerimizi tutup günlerce takip ettik en ince detayına kadar. Hemen ertesi günü olay mahaline gittik. Charlie Habdo'nun sokağı polis tarafından kapatılmıştı, sadece o sokakta oturanlara giriş vardı. Her yerde dünyanın dört bir yanından gelmiş canlı yayın araçları ve insan kalabalığı...



Derken ertesi gün bir süpermarket basıldı biliyorsunuz. Hele orası evimin bir paralel caddesi. Bütün gün havada uçuşan helikopterleri ve yollarda bitmeyen sirenleri dinledik. Yine yollar trafiğe kapalı.
Çok acaip günlerdi.

Sonra o efsanevi 11 Ocak yürüyüşü.
Tabi yürüyüş demeye bin şahit ister, zira kimse bir yere yürüyemedi.
Bütün Paris ordaydı. Cumhuriyet meydanına çıkan bütün sokaklar insan doluydu ve ilerlenmiyordu.
Aslında en enteresan olan kısmı bu kadar çok yaşlının olmasıydı. Orta yaşlı falan değil, düpedüz sağlık ve hatta yürüme problemi olan yaşlılar ordaydı. Bastonuyla dahi zor yürüyen, hatta tekerlekli sandalyesinde gelen bir sürü 70 yaşının üzerinde insan vardı. Kimse evinde kalmamış, hayatında ilk defa böyle bir yürüyüşe katılmış.

Sular biraz duruldu.
Hiçbirşey eskisi gibi olmıycak diyorlar ama oluyor. Neden olmasın ki? Adaptasyon mecbur.
Şimdiden herkesin dilinden düştü bile konu. Herkesin hayatı devam ediyor.
Bence en çok okuldaki çocuklar etkilenecek. Sıra arkadaşına dahi şüpheli gözüyle bakacak.

Neyse, ben bu konuları yazmak istemiyorum. Zaten bütün sohbetlerimizde haylice var.
Özellikle Paris'te yaşayan birisi olarak...

YENİ OYUN : DİXİT

Mesela...

Dün bizim evde yine oyun günüydü.

DİXİT diye bir oyun denedik önce.

Her oyuncunun eline farklı farklı konseptlerde, bazıları abuk subuk resimli kartlar veriliyor.

Sonra oyuna başlayan kişi elindeki kartlardan birini seçip onu ifade eden bir ya da birkaç kelime söylüyor.

Diğer oyuncular da elindeki kartlardan bu anahtar kelimeyi ifade edebilecek en yakın kartı seçiyor.
Herkes seçtiği kartları kapalı bir şekilde ortaya koyuyor.

Sonra oylama başlıyor. Tabi anahtar kelimeyi söyleyen oyuncu oymalaya katılmıyor.
Amaç anahtar kelimeyi söyleyen kişinin kartını bulabilmek.
Ancak, o anahtar kelimeyi, onu seçen kişinin kartından daha iyi ifade eden başka oyuncuların da kartları olabilir. İşte oyunun zevki burda başlıyor.

Eğer, tüm oy kullanan oyuncular anahtar kelimeyi seçen kişinin kartını bulabilirse, tüm oyuncular 3'er puan alıyor. Anahtar kelime sahibi hiç puan alamıyor.
Ancak, bir kişi bile anahtar kelime sahibi kişinin kartını bulabilir, diğer oyuncular başka kartlara oy kullanırsa, anahtar kelimeyi seçen ve o kartı bulan kişi 3'er puan alıyor.
Ve, kendi kartına oy kullanılan kart sahibi de 1 puan alıyor. Ama o karta oy kullanan puan almıyor. Sadece kendi sırası olmadığı halde kendisine oy kullandırtabilen kart 1 puan alıyor.

Yani neymiş, anahtar kelimeyi seçerken çok açık seçik bir şey belirlemek değil; bulunmak ama aynı zamanda bulunmamak isteyen bir strateji gütmekmiş.

Gerçi, hiç oyun kazanamayan sevgilim, rafinelikten son derece uzak, kartında denizin içini gördüğünde "suyun altında" diyerek, kartında ağaç, çiçek gördüğünde "bitki" diyerek yaratıcılık ve hayalgücü düzeyi son derece düşük bir şekilde oynasa da oyunu 30 puanla birinci bitirdi.
Ben de 29 puanla hemen arkasında...

Oynaması çok keyifli, bol gülmeli, dalga geçmeli herkese tavsiye edebileceğim sade ve hayalgücünüzü çalıştırabileceğiniz rafine bir oyun. DİXİT



Bu arada son birşey daha...

Hani benim sevgilim hiç kazanamıyordu ya, dün coştu.

Dixit'in arkasından ABYSS oynadık. Daha önceki oyun yazımı okuyanlar bilir.

( Oyun Oynayalım mı? yazısı için buraya tık tık )


Bu oyunu da, 7. adamını ilk önce dikerek 80 puanla birinci bitirirdi.

Bense 6 adamla 79 puan alıp, yani nerdeyse 6 adamla oyunu kazanabilecek halde 2. bitirdim.

Valla kazansaydım öyle diyecektim bunlara.
Size karşı oyunu kazanmam için 6 adam yetiyor görüyorsunuz...
Diyemedim.

Neyse, bizim Laune gibi halamın şeyi olsaydı amcam olurdu muhabbeti yapmayayım şimdi.

Yeni yazılarda görüşmek üzere...