17 Ağustos 2017 Perşembe

Yolun neresindeyim?

Son yillarda yerimi kaybettim sanki. Bulunduğum yerdeyim, sonra başka bir yerdeyim ve yaşadığım zamandayım sonra başka bir zamandayım. Yani hem ordayım, hem burdayım...

Sanki hayatım boyunca kalabalık havaalanlarında, otobus ve tren garlarinda elimde bavulumla ordan oraya koşturuyorum.
Birileri geliyor, birileri gidiyor... 
Sanki herkes kaçta nerede olacağını, nereye gideceğini çok iyi biliyor.
Bense sadece gitmek istiyorum, bu gitmeler gelmeler besliyor beni, zamanlar arası, ülkeler, kıtalar arası yolculuklarda bulacağım sanki hayatın anlamını, ki öyle bir anlam da yok aslında.

Elimde bavulumla oturuyorum yine.
Sürekli açılan, sonra yeniden toplanan bir bavul.

İnsan yalnızca giysilerini koymuyor bavulun içine bir yerden ayrılırken...
Bütün o zamanın içinde birikmiş duygularını, hüzünlerini, mutluluklarını, acılarını, anılarını ve her seferinde kendi kendine sorduğu ama cevabını pek te bulamadığı bir sürü soruyu da doldurup gidiyor.

Herhangi bir yolculuktan geldikten sonra hemen bavulumu boşaltamazdım eskiden.
Benimle yaşamış olanlar bilir, o bavul günlerce sürünürdü evde, en az bir hafta hatta bir ay...
Boşaltamazdım. Tembellik sanırdım eskiden. Ama değilmiş, bunu yıllar sonra anladım.
Geldiğim yerin anılarını hazmetmek, bavulun yerleşmesiyle bir anda uçup gitmesine izin vermemekmiş; bulduğum cevapları sindirmek, bulamadıklarımı belki bavulun içinde saklıdır diyerek aramaya devam etmekmiş.

5 haftalık Türkiye tatilimden 2 hafta önce döndüm.
Sırt çantamın içindeki son nesne de içinden nihayet çıkarak çantayı yerine yerleşmeye davet etti.
Ve ben bu tatilde bulduğum bütün cevapları yerlerine henüz yerleştirdim.
Yine de en büyük sorularım cevapsız kaldı. Tam buldum derken en beklemediğim yerden vurdu.
Belki de soru sormayı bırakmalıyım artık. Ama işte o iş öyle olmuyor...

Dört yanlışın bir doğruyu götürdüğü bir çağın çocuğuyum.
Şimdiyse bir yanlış dört doğruyu götürüyor. Hem de hiç acımadan...
Bu neden, diye sorma hiç, yanlışın merhameti yok. Kafasının tepesini attırırsan bütün doğrularını bile götürebilir. Hal böyle olunca doğru yapası gelmiyor insanın bazen, nasıl olsa bir yerde illaki yanlış ta yapacağım, bütün inşa ettiklerim bir anda tepetaklak olsun diye mi uğraşacağım...
Ama işte, o iş te öyle olmuyor. Doğru davranışı yakalayabildikçe mutlu oluyor insan. 

Bavullar yerleşti.
Tüh ya, nerden girdik bu konulara, ben Türkiye tatilimi anlatacaktım sözde.
Şimdi 5 haftalık Türkiye tatilimden cımbızla tek bir parçasını seçip anlatacağım.
Gördüğüm yerler kadar en sevdiğim diğer konu da beni etkileyen insanları anlatmaktır biliyorsunuz.

BİR KADINLA TANIŞTIM

İtiraf ediyorum: Ben Kuşadası'na onunla tanışmak için gittim. Tatil bahaneydi.

"Yazılarımda yazılanlardan ibaret olmadığım gibi, onlardan farklı da değilim." derdi hep bloğunda.

Ne demek istediğini tam olarak anlayamamıştım. Taa ki onunla tanışana kadar...

Doğruymuş.
Yazılarında okuduğumuz kadın o. Kendisini çok iyi ifade eden tescilli bir blogger.
Etkileyici birisi. Büyük başarılar tesadüf değil. Kitleleri peşinden sürüklemesi tesadüf değil.

Ancak... yazılarından ibaret de değil o.
Biz tüm hayatını gözlerimizin önüne seriyor saniyorduk, oysa bize anlatmadığı o kadar çok şey varmış ki...

Söke'ye yakın bir outlette bir cafede buluştuk.
2.5 saat sohbet ettik belki de nefes almadan, gözümüzü birbirimizden ayırmadan, başımızı sağa sola çevirmeden, telefonumuza asla bakmadan...
Onunla ilgili doğru anlamamış olabileceğim şeyler olduğunu düşünüyordum, haklıymışım.
Konuştukça katman katman derinleşen, boyut değiştiren, yaşamışlıklarına, öyle hiç de sıradan olmayan, hemen herkesin başına gelmeyen hayat deneyimlerine giydirdiği kelimelerle, metanetiyle insanı büyüleyen birisi o.

İtiraf ediyorum. Ona kızdığım zamanlar oldu. Sosyal medya üzerinden kendisine karşı fikir beyan edenlere, sataşanlara, belki hakaret edenlere ya da en basitinden onu eleştirenlere laf yetiştirdiği, zaman zaman onlar kadar hatta daha agresif cevaplar verdiği için, söylediklerine içerlediğim durumlar oldu.
Gerçi...
Boru değil, bugüne bugün sosyal medyada en çok okunan blog yazarlarından biri o.
Başarısı tartışılmaz.

Onunla tanıştıktan sonra birşeyin farkına vardım: Çok fazla cephede savaşıyor.
Bloğunda anlattıkları yaşadıklarının sadece küçük bir kısmı.
Bu nedenle şimdi farklı düşünüyorum.
İnsanlar bu kadar acımasız olmaya utanmıyorsa, o niye vereceği cevaptan utansın, ki, tekrarlıyorum, hiç de sıradan olmayan, hemen herkesin başına kolay kolay gelmeyen birbirinden farklı bir sürü olumsuz hayat deneyimlerine sahipken...
Ama o çok güçlü bir kadin ve en büyük şansı da böyle bir anneye ve ablaya sahip olması.

Onun zaten tek derdi var.

Yolun neresinde olduğunu bulmaya çalışıyor...

"Dibe vurduysam ya da hâlâ düşüyorsam" noktasının neresinde olduğunu arıyor.

Çok ilginç, bu kadar huzunlu ve  derin konulardan bahsederken konu bir anda çantalara geliyor.
Fosil çantalara olan merakını bilmeyen yok. Bana Fosil çantalarından bahsediyor.
Almak istediği yeni modelden...

Üniversitedeyken bir kitap okumuştum.
"Gülden Kale Düştü"
Kitabın sonunda çok etkileyici bir intihar yazısı var.
Gülden yaşadığı çeşitli talihsiz olayların sonunda intihar etmek üzere çatıya çıkıyor.
O anda kendi kendine konuşuyor.
"Şimdi bırakıversem bedenimi bu boşluğa herşey sona erecek, tüm acılarım dinecek ama, buradan aşağıya düşene kadar hayatım bir film şeridi gibi geçmez mi gözlerimin önünden, pişman olmaz mıyım atladığıma, daha yaşanacak güzel şeyler olabileceği gelmez mi aklıma?...
Şimdi buradan bırakıversem bedenimi tüm acılarım, herşey sona erecek ama, pazartesi gunu gidip kulağıma bir delik daha deldirsem daha güzel olmaz mıyım acaba?"

Bu 2.5 saat bana yetmedi, bir bu kadar daha konuşabilirdik şayet benim gitmem gerekmeseydi.
Onu kesinlikle tekrar göreceğim. Belki Türkiye'de, belki Japonya'da, kim bilir belki Singapur'da...

Serrose'yi tanıdığıma, onu anladığıma, onu kendime kattığıma çok memnun oldum.

Ama en çok neye memnun oldum biliyor musunuz?

Fosil çantalarıyla kulağına bir delik daha deldirmiş olduğuna...


@serrose
www.yolunneresindeyim.blogspot.com

11 Haziran 2017 Pazar

Bütün yollar Marina Bay'e : Level 33

Singapur'a gelmeden evvel İngiliz bir kızın bloğuna denk geldiğimi, tarzını da kendime yakın bulduğum için tavsiye ettiği yerleri bir bir denediğimi daha önceki bir yazımda belirtmiştim.

İşte Marina Bay Financial Center'da bulunan Level 33 bu restaurantlardan biri.
Singapur'a geldiğimizden beri fırsat olmamıştı, Türkiye'ye tatile gitmeden evvel yapılacaklar listeme almıştım, o gün geçtiğimiz cumaymış.

Efendim, söylememe bile gerek yok, Singapur'un bir starı var. O da hiç şüphesiz Marina Bay Sands Hotel. 
Ama şimdi doğruya doğru; müthiş bir mimari yapı, göz alıcı, göz kamaştırıcı, büyüleyici...

Hele bir de ışıkları yandı mı, ve o ışıklar renklerle giyindi mi, ve hatta suyun üzerinde dans etmeye başladı mı gözlerinizi ondan alamıyorsunuz. Çivileyici. Harikulade...

Hal bu olunca marinanın etrafındaki tüm mekanlar kendilerini Marina Bay Sands otelini en iyi görebilecek şekilde konuşlandırmışlar.

En mükemmel açıdan, en mükemmel yükseklikten, en mükemmel şekliyle Marina Bay Sands otelini gören yerler popülerliği kazanmış, alkışları ve yıldızları toplamış, fiatlarını da katlamış.

Aynen Level 33 gibi...

Cuma akşamı için Level 33'te "balcony table" rezerve ediyoruz.

Her saat başı Marina Bay Sands otelinin marina üzerindeki light şovunu kaçırmamak için 20.00'de balcony table'ımızdaki yerimizi alıyor, hemen birer mojito söylüyoruz.

Level 33, adından da anlaşılacağı gibi 33. kattan marinayı şahane gören ve sadece gözlerinize verdiği ziyafetle bizleri doyurmayı vaat etmiş bir yer. Yoksa yediğiniz yemekten, içtiğiniz içkiden fazla birşey beklemeyin. Yediğim içtiğim hiçbir şey için Level 33'e yüksek bir not veremeyeceğim.
Hatta lüks bir mekan olarak geçse de, ben gayet vasat olduğunu söyleyebilirim.

Manzara hiç şüphesiz harikaydı.
Ancak geçen hafta gittiğim, National Galery'nin son katındaki Smoke and Mirrors, tam Marina Bay'in karşısında olup, Level 33 kadar yüksek olmasa da aynı zevki hatta fazlasını vermişti.

Level 33'ün özel bir yanı yok.
Deneyimleyecek bu kadar mekan varken bir daha yolumun düşeceğini sanmıyorum.

Singapur'da bütün yollar zaten marinaya ve Marina Bay Sands oteline çıkıyor.




1 Haziran 2017 Perşembe

Shangri La : The Line

Antalya Kındılçeşme Orman Kampı'ndan arkadaşım Aykut yıllar önce Frankfurt'ta görüştüğümüzde babaannesinin şöyle bir lafı olduğunu söylemişti ve ben onu hiç unutmadım.

"Ya yiyip durcan, ya gidip durcan."

İşte biz de Singapur'da bir yerlerde, bir takım organizasyolarda, davetlerde ya yiyip duruyoruz, ya da koşturup duruyoruz.

Singapur'da oteller sanki diğer tüm şehirlerden daha fazla yeme, içme, eğlenme merkezi olarak kullanılıyor. Yani Paris'teyken, gideyim de, Georges V Four Season'un restaurantında bir öğle yemeğinde arkadaşlarımla buluşayım, asla aklıma bile gelmezdi. Sanki o anca Marrion Cautillard'ın falan yapacağı bir şey gibi gelirdi. Otel lobisinde, barında, restaurantında sosyalleşmek.

Halbuki burada durum öyle değil. Tüm oteller, sadece gecelemeye gelen müşteri yelpazelerinin dışında herkese her gün açık. Biriyle lüks bir otelde öğle yemeği yemek için ünlü bir aktris ya da manken olmanıza gerek yok. Grand Hyatt Oteli'nde, The Fullerton Oteli'nde international tarz öğle yemekleri yedim. Fiatlarının da çok uygun olduğunu söyleyebilirim. (SGD 62++)

Dünkü öğle yemeği buluşmamız Shangri La Oteli'nin meşhur "The Line" restaurantındaydı.

Bu otelin içini ve restaurantını hep merak etmiştim, Fırsat bu güneymiş.

Sahiden çok rafine bir style ile döşenmiş bir otel. Oteldeki herhangi bir deneyim insanların kapıdan sizi sıcacık karşılayıp hemen doğru yöne yönlendirmeleriyle başlayan bir yolculuk.

Büfesi international büfe olarak geçiyor ancak çok geniş kapsamlı bir Japon, Hint ve local mutfakları da bulunmakta. Hem de aşçıların bizzat oada bulundukları, pişirip size servis yaptıkları, "theatral" dedikleri türden bir gastronomik deneyim.

Tam bir et obur olarak, beni benden alan et yemeklerinin zenginliği, çeşitliliği, bolluğu ve bu kadar lezzetli oluşuydu. Her et çeşidi için ayrı bir stand bulunuyor ve hepsi birbirinden taze ve lezzetli.

Tatlı ve kahve bölümü ayrıca çok güzel. Tatlı çeşitlerini bir göreseniz kendinizden geçersiniz...
Ayri bir kahve bolumu var. Latte, Mocha, Cappucino ne isterseniz yapiyorlar.

Ben tam bir sosyal yiyiyiciyim.
Sosyal ortamda hiçbir yemeği asla reddetmem.
Yok şeker yemiyim, karbonhidrat yemiyim diyerek, yemeği beraber yediğim insanlara da keyifsiz hale getiren insanlardan değilim. Var öyle arkadaşlarım, öyle onu yemem bunu yemem tipleriyle beraber yemek yemek çok sıkıcı bence. Evet size soyluyorum, siz kendinizi biliyorsunuz.
Halbuki şöyle tabağına alacaksın envahi çeşit pastanı, dondurmanı, yanına latteni de alacaksın...
Mis.

Haaa sonra normal hayatına dönünce yine şekeri çıkar hayatından. Karbonhidratı kes. Ya da minimuma indir. Yağlı yeme. Ama sosyal yiyici olmak gibisi var mı ya...
Enfes !

Dünkü Shangri La öğle yemeği büfesinin ardından bugün sıvı detoxundayız mesela.
Eeeee hayat böyle.
Herşeyin sırrı denge...





29 Mayıs 2017 Pazartesi

Smoke and Mirrors : Masal gibi kokteyller, rüya gibi bir manzara...

Bir cocktail menüsü düşünün. Kokteyl isimleri masal gibi...
Menüyü elinize aldığınız anda kokteyllere veilen isimlerle hayal gücünüz çalışmaya başlıyor.
Kokteyl isimleri sizi bir yerlere çağırıyor.
Winterfall mesela... Game of Thrones'un son sezonunu merakla beklediğim şu sıralar beni Winterfel'e çağıran bu kokteyl beni çok cezbediyor. Ama biraz tatlı. Almıyorum.
Tiger Blood... Ne kadar yaratıcı, ne kadar davetkar bir kokteyl adı. İçindeki bileşenlere bakmadan, kaplanla savaştim ve şimdi kanını içiyorum sanki...

Yok yok, madem mekanın adı Smoke and Mirrors, bileşenlerine yine bakmadan Smoked Up isimli kokteyli alıyorum.
Kokteylimin yanında bir de not geliyor. Önce onu okuyacak sonra içkimi içecekmişim. Nasıl yani?
Smoked Up!

Singapur'un insanı kendisine hayran bırakan yanı şühesiz bu.
Yaslanacak anlı şanlı bir geçmişi olmamasına rağmen, ihtişamlı bir gelecek yaratmaya, geleceğin kendisini yaratmaya and içmiş gibi...

Singapur'un Eyfel Kulesi Marina Bay Sands oteline nazır, National Gallery roof top barında, olağanüstü bir manzaraya karşı Smoke and Mirrors'da kokteyllerimizi yudumlarken, bir konudan diğerine sörf ederken güzel bir sohbetin içinde sabahın ikisini etmek...

Bir cumartesi akşamı; sevdiğim gibi, özlediğim gibi, hep böyle yaşayabileceğim gibi...
Başına buyruk, sorumsuz, pervasız...


Add caption



22 Mayıs 2017 Pazartesi

Şampiyon Fenerbahçe !

Dün akşam şahane insanlarla harika bir barbeküye davetliydim. Yedik, içtik, eğlendik.
Sen gel Singapur'larda bir barbeküde Ankara havasında kalk oyna, valla yaptık.
Kah Yeni Türkü'yle coştuk, kah Şebnem Ferah, Müzeyyen Senar'la eskilere gittik. Ama bir parça "memleket" yaşadık sanki dün akşam, diğer barbekülerden farklı bir havası vardı, çok samimi...

Hiç şüphesiz haftanın olayı Fenerbahçe'nin Avrupa Şampiyonluğu...

Eve geldim ve malum maçı beklemeye başladım. Saat farkı olan ülkede yaşamanın benim için zorluğu bu. Maç saatlerinin Singapur'a göre bazen çok abuk olmasından dolayı çok maç kaçırdım bu sene.
Beni bilenler bilir, bizim aileden gelen bir ev geleneğidir. Bizde her maç izlenir. Gerçi ben annem kadar değilim. Kendisi yakın bir zamana kadar kalkıp NBA maçlarını izlerdi, boxe, güreş, bisiklet Allah ne verdiyse izler. Asla dizi izlemez, saçma sapan kadın programlarını hiiiç izlemez ama bütün spor haberleri ondan sorulur. Neyse...
Ben o kadar değilim. Takip ettiğim spor dalları bellidir. 
Başta basketbol, futbol, tenis, turnuvanın iddiasına göre voleybol, ve büyük şampiyonalarda mutlaka ve mutlaka atletizm ve yüzme.

Fenerbahçe - Olympiacos maçını izlemek için 2'ye kadar bekledim.

Şu anda sosyal medya zaten bununla yıkılıyor, maçla ilgili tüm haberler geçiliyor, detaya girmiycem.
Çok büyük oynadı Fenerbahçe, son periodda neredeyse 20 sayılık farka rağmen başabaş bir maçmış gibi o nasıl savunma öyle, bloklar havalarda patladı.
Attırmıycaz da attırmıycaz.. . Iste o kadar ! Spectacular !!!

Datome'nin saçlar gitti !!! 

Pero Antiç aldı eline makası, kurbanlık koyun gibi tuttu Datome'nin kafasını, at kuyruğunu arkadan bir kesti !
At kuyruğunu alıp zaferle havaya bir kaldırışı var, sanki adamın derisini yüzmüş gibi...

Bana bu sumo güreşçilerinin, güreşi bırakma kararı aldıklarında jübilelerini yaparken sumo saç örgülerinin kesilme törenini hatırlattı. Onlarınki çok acı bence, zira bir daha sumo saç örgüsünü yapma hakları yok.

Datome'ninki tamamen show amaçlı elbette ama çok eğlenceli oldu. 
Bir de Datome'yi izleyenler bilir, çok sakin, olgun, İtalyan olmasına rağmen duygularının kontrolü çok elinde, ne sinirlendiğini ne sevindiğini fazla göstermeyen bir yapıya sahiptir. Şahsen ben dün Datome'yi ilk kez bu kadar gülerken gördüm. Hatta gözlerinin kenarlarında gamzeler varmış, dün fark ettim.

Saçını kestikten sonra Antiç'e bir sarılışı var, hani şu bizim Türk erkeklerinin önüne gelene söyledikleri "kardeşim" lafı var ya, işte kardeşlik en çok takım arkadaşlığına yakışıyor bence.

Datome hair cut

Spanoulis...

2006 Dünya Basketbol Şampiyonasından beri bir numaralı hayranıyım. Bayiliyorum.
Topla dans edişine, donuk bakışlı ifadesiz yüzüne bayılıyorum.
Başka koşullarda bu final daha farklı olabilirdi ama Fenerbahçe'yi hem de kendi evinde yenmek biraz zor.
Bu arada Spanoulis'in de benim kızımdan iki hafta sonra doğmuş bir kız bebeği var, 2 yaşına girecek bu yaz. 3 erkek çocuğundan sonra dördüncüde kızı bulmuşlar, aynı Beckham'lar gibi yani...
Nefis olmuş. Bak Zidane'a, aynı yoldan gitmiş ama elde var 4 erkek çocuğu, bulamamışlar kızı.
Neyse, konumuzla bir alakası yok.  Bu da minik bir spor magazini olsun !




Teşekkürler Obradoviç. Tebrikler!

Çok büyük oynadın Fenerbahçe !

Seviyoruz seni !

Herşeye rağmen...
O ragmen olan herseyin ne oldugunu biz biliyoruz. Cok ta uzdun bizi Fenerbahce.

Unutmak mümkün değil ama, hatırlamamak mümkün...

2 Mayıs 2017 Salı

Lafla peynir gemisi yürüttük : Club 55

3 günlük tatilden yararlanıp bu hafta sonu Singapur'da turist olduk.

Aslında planımız uçağa binmeyeceğimiz türden bir tatil modeliyle bir Endonezya adasına kapağı atmaktı. Ancak Singapur'da bu plana sahip bir biz değilmişiz demek ki, otellerde yer bulmak mümkün değildi. Bizim planlar başka bahara kaldı.
Eh hal böyle olunca biz de Singapur'da turist olalım dedik.

Rowan'ın yaşadığı Singapur 

Henüz görmediğim yerlere gitmeden evvel, oralarda yapılacak neler var diye fikir edinmek için bloglar okurum.
Bence en saf, en temiz, en ticari olmayan, belli bir çıkar gözetmeyen bilgi bloglarda bulunur.
Bilfiil insanların kendi deneyimledikleri yerleri, mekanları, aktiviteleri paylaştıkları, "ben bunu çok beğendim tavsiye ederim" dedikleri yazılar çok değerli.
Ve insanların kendi deneyimlerini başkalarıyla paylaşmaları bence çok büyük bir cömertlik.

Taaa Paris'teyken, Singapur'a taşınacağımız belli olduktan sonra başladım Singapur'a dair bloglar okumaya.
İngiliz bir kızın bloğuna denk geldim. Ve bayıldım...
Yaşam tarzını, hayatı yaşayış biçimini ve zevk aldığı deneyimleri kendiminkine çok yakın buldum.
Ve her yazısını okumaya, her gittiği yeri "buraya gidilecek" "burası test edilecek" diye not almaya başladım.
Aslına bakarsanız benim Singapur'la tanışmam Rowan'la oldu diyebilirim.
Çünkü her tavsiyesinin hoşuma gideceğini anladım. Ve öyle de oldu.

Siz de Rowan'ın bloğuna göz atmak isterseniz adresi şöyledir :
Singlish Living : www.singlishliving.com


Lafla peynir gemisi yürüttük : Club 55 - Marina Bay Sands Hotel Tower 2

Rowan'ın ilk yazılarını okursanız şayet, Club 55 diye bir yerden sıkça bahsettiğini, çok büyük bir iştahla bahsettiğini, tekrar oraya gitmek için bahane aradığını görürsünüz.

Club 55 daha Paris'teyken gidilecek yerler listemin başında yer alıyordu ama bir türlü fırsat olmadı.
Taaa ki bu cuma akşamına kadar...

Club 55, Marina Bay Sands Hotel Tower 2'de 55. katta yer alan bir peynir ve çikolata büfesi..
Evet pek diyetetik sayılmaz, ama Rowan'a göre orası bir cennet ve benim de deneyimlerime dayanarak bunu confirme etmekten başka birşey gelmiyor elimden...

Saat 20.30'da açılıyor. Öncesinde dilerseniz 2 kat yukarıdaki Spago'da birer kokteyl içebilirsiniz.
Biz aynen öyle yaptık.

Spago, Singapur'un Eyfel Kulesi Marina Bay Sands Otelin o meşhur Infinity Pool'un tam önünde daha doğrusu arkasında yer alan çok nezih bir bar ve restaurant. Infinity Pool kanlı canlı önünüzde.
Ve o meşhur havuzdan Singapur'a bakabilmek, bütün sosyal medya hesaplarını çökertebilmek için ellerinde telefonlar her anın tadını çıkartan insanlar önünüzde...



Sevgilim sordu, aha işte gördün havuzu, daracık birşey, bu havuz için bir gece otel parası vermeye değer mi?
Tabi ki değer !!! Valla aşkım sen istersen gelme, Singapur'dan gitmeden evvel muhakkak yapacağım birşey bu havuzu deneyimlemek !

Spago'da ben Mojito aldım, sevgilim Caiprinha.
Benim kokteylim enfesti ancak sevgilim kendisininkini hiç beğenmedi.
Tabi Brezilya'da yaşamış kişi kendisi, öyle kolay beğenmez.
Derhal değiştirmeyi başka bir kokteyl hazırlamayı teklif etti barmen. Fransa'da başınıza asla gelmeyecek ancak Türkiye gibi iyi hizmet kalitesi olan bir ülkede başınıza gelebilecek türden bir davranış olduğu için hem şaşırdık hem de böyle şık bir yere çok yakıştı diyerek takdir ettik.
Yerine birşey almadık, zira Club 55'e inme zamanı gelmişti.


Club 55'te bize ayrılan window table'a yerleştik. Ve Singapur'da görebileceğim en güzel manzaralardan biri yanıbaşımdaydı.





Club 55 şahane peynirlerin yanında marmelat ve cevizin ve özellikle çikolata bazlı nefis tatlıların olduğu bir büfe. Tek sorun, bence çok geç bir saatte büfenin açılıyor olması.
Yani şunları hiçbir suçluluk hissetmeden öğle vakti yemeyi tercih ederdim ya. Neyse...
Bir de ertesi gün de Boris'in iş arkadaşının evinde barbekü partisine davetli olduğumuzu ve bunların ertesi gün de vücudumu terk edemeyeceğini düşünürsek kendimi frenlemeli miyim acaba?

Tabi ki hayır !
O güzelim Fransız peynirlerinin, çikolatalı macaronların, cheese cakelerin, vişneli-çikolatalı pastaların hepsinin tadına karşımda ışıkları yanmış, spectacular bir Singapur izleyerek baktım.

Sohbetimiz de o kadar keyifliydi ki; resmen lafla peynir gemisi yürüttük.







27 Nisan 2017 Perşembe

Singapur kaldığımız yerden...

İzmir'den döneli 1 ay oluyor. Hiç yazamadım bu aralar. Nisan ayı içinde herkesin gündemi başkaydı malum. Suların durulacağı nasılsa yok. Bari Singapur'a kaldığımız yerden devam edeyim dedim.

Boris'in annesi geldi bu arada Singapur'a. Gezdirdik gezdirmesine ama birşey fark ettim ben.
Burada muhakkak gezilmeye görülmeye değer birşey yok, müzesi, tarihi yerleri, ortaçağdan kalma sokakları, kaleleri yok.
Buranın müzeleri tanıştığımız ilham verici, farkli insanlar. Onların hayat hikayeleri, profilleri, eşsiz deneyimleri... Dünyalarına yapacağımız yolculuk...

Son haftalarda müthiş insanlarla tanıştım.
Hikayelerini dinlerken öyle derin bir yolculuğa çıktım ki; hemen dönmek istemedim, yolu uzattıkça uzatalım, "gerçek hayat" durağında hemen inmeyelim istedim.
Masal dinler gibi dinledim. Bazılarının gerçekliğinden bile şüphe ettim.
Çünkü gerçek olamayacak kadar masal gibiydi.
Ve onlar yalnızca masal olabilecek şeyleri gerçeğe dönüştürmüş insanlardı. Bayıldım.
Düşündüm.
Herkesin son dönemlerde kişisel gelişim kitaplarında okuduğu meselelerin somut haliydi onlar.
Hani öyle diyor ya bu kitaplar, bir insanın elde edebileceklerinin ölçüsü sadece kendisidir ve onu ne kadar istediğiyle, buna ne derecede bir kararlılık, adanmışlık ve istikrar yatırdığıyla alakalıdır, çünkü evren sizi duyar ve gerçekten istediklerinizin gerçekleşmesi için ne gerekiyorsa yapar.

Masal dinler gibi dinledim dedim ya, çok sevdiği bir masalı tekrar tekrar okutur, anlattırır ya çocuklar, bazı yerleri tekrar dinlemek istiyorum ben de.
Bir daha anlatsana, o eğitimi aldıktan sonra, o kişiyle tanıştıktan sonra, o ülkeye taşındıktan sonra ne olmuştu?

Singapur'da insanlardan sonra keşfedilmeye değer bir hiç şüphesiz de yeme içme yerleri, rooftop barları, otelleri ve şık restaurantları var. Deneyimlediğim yerleri, kendimce bloğumda paylaşacağımı da söylemiştim.

Le Comptoir

Singapur'a geldiğimden beri güzel Fransız peynirleri yemek için O Batignolles'e gitmek istiyordum.
O Batignolles'den önce O Comptoir'a gitmek varmış.
Bunların ikisi de Fransız mekanları.
O Comptoir'ı ben çok beğendim. Böyle barlar sokağı gibi bir sokakta, cıvıl cıvıl. Ortam gerçekten de Avrupa gibi. Küçücük bir masa ve etrafında yüksek tabureler. Şaraplar çok güzel. Müzikler güzel.
Tekrar gidebileceğim bir yer. Ama...
Adadada bu kadar gökdelen varken ve hepsinin tepesine çıkmayı azmetmişken sıra gelir mi bilmem.

TOWN - The Fullerton Hotel

Singapur'un en eski, en prestijli ve en görkemli otellerinin başında gelen Fullerton otelinde bir öğle yemeği organizasyonu için Town restaurantta buluştuk.
Binanın içindeki kemerli yapıların, köprülerin, Rönesans şatolarından esinlenmiş yuvarlak merdivenlerin arasından Town restoranına doğru ilerlerken doğrusu bir an için, yapay da olsa tarihin içinde sandım kendimi. Mimarisi ve dekorasyonu harika, çok elegan ve ince bir zevkle döşenmiş.

Yemekler ise "gourmand" a değil tam olarak bir "gurmet"ye hitap edecek cinsten.
Son derece rafine bir buffet. Buffet içinde İtalyan, Hint ve Japon esintileri bulunmakta, sushi, sashimi ve somon sevenler için biçilmiş kaftan.
Peynir ve tatlı bölümleri çok yaratıcı. Fransa'da bile iyisi kolay bulunmayan beaufort yedim. Ve enfesti. O kadar çok çeşit var ki hepsini deneyebilmeniz mümkün değil.
Ancak gitmeden ev yapımı dondurmanın tadına bakmanızı şiddetle tavsiye ederim.



27 Mart 2017 Pazartesi

Neredeyse 30 yıllık...

Benim gibi birçok insanın hayatının temel taşlarından birini oluşturan Tevfik Fikret Lisesi'ne başladığımızda 11 yaşındaydık.
Hazırlık sınıflarına ayrılan sobalı barakalarda yerlerimizi alırken ne heyecanlıydık !
Bambaşka bir hayat başlıyordu.

Gidip en arkaya oturdum. Hemen önümdeki sıraya uzun saçlı, havalı, kumral bir kız geldi oturdu.

Nereden bilirdim o kız hayatımdan asla çıkmayacak, hayatımın her döneminde en tepelerde yerini alacak, o benim canım ciğerim, sırdaşım, en iyi arkadaşım, anne modelim olacak...

Nereden bilebilirdim, ben bir gün hayatımın en büyük hatasını onun sayesinde yapmayacağım...

Biz onu soğuk burjuva bir kız olarak tanıdık. Öyleydi...Hala öyle. Uzaktan...
Dünyasına girince, eteğinin içine içi gözükmesin diye kat kat jüpon giymiş bir kadına benzer o.
Sizi tanıdıkça, benimsedikçe birer birer çıkarır. Bu, yıllar, belki bir ömür alır...

Ben hayatımın ilk depremini ilk onunla paylaştım.
Hayatımın en tenha köşelerine ilk onu götürdüm.

Şimdi düşünüyorum da kumbara gibiymiş bizim dostluğumuz, neredeyse 30 yıldır küçük küçük biriktirmişiz kendimizi birbirimizin yüreğinde. Şimdiki zenginliğimiz, yenilmezliğimiz ondan...

O tanıdığım en zarif, en asil kadın.
Ellerini kullanışı, duruşu, yürüyüşü büyüler insanı.
Sınıfın en güzeli olması bundan. Herkes güzel ama ondaki albeni bir başka özel...
Eliyle saçını bir geriye atışı vardır, "Savrulun ben geliyorum" der gibi..
Sanki isterse tek başına termik santral dikebilecek bir hali vardır onun.
Öyle güçlü, öz güvenli bir duruş...

Ona bir gün dedim ki: "Çocuk doğurmak mesele değil, ben anne olmak istemiyorum."
O da şöyle dedi: "Elbette çocuk doğurmayabilirsin. Sen, hayatta öyle de mutlu olabilirsin, biliyorum. Bir gün, kendinden daha fazla seveceğin birinin varlığına ihtiyaç duymaz mısın, ben ondan korkuyorum."
Kendimden daha fazla seveceğim birinin varlığı...
Kendimden daha fazla sevmek...
İçimde, anne olma fikrinin ilk tohumlarını atan odur.
Derinde bir yere dokunan, ufak ufak filizlenen, yeşeren bir fikir...
Ve şimdi çiçek açtı, benim de yüzümde güller açtı.

Anneliğini de aynı kendi karakterinde yaşar o.
Annelik der, çok içgüdüsel, çok öznel bir şeydir. Kitaplardan öğrenilmez, bloglardan öğrenilmez, hele hele ondan bundan hiç öğrenilmez, sana uygun olandır doğru olan, bu kadar.
İlham verir, akıl vermez.

Herkes gibi bizim de meselemiz doğru davranışı, doğru yaklaşımı, doğru tutumu bulmak.
Bu, hiçbir zaman kolay değil. Ama paylaşınca, kendini diğerinin aynasında görünce daha kolay.
Okuduklarımızla, yaşadıklarımızla, deneyimlerimizi kendi süzgecimizden geçirip karşılıklı harmanladıklarımızla biz bunu yapıyoruz.
Doğru davranışı arıyoruz. Yine beraber...

Ben, hayatımın en büyük hatasını onun sayesinde yapmadım.
Biz, bunu hiç bu kadar açık konuşmadık.
Hatta bu yazıyı yazarken diziliverdi bu kelimeler, arkama yaslanıp tekrar okudum.
Neden o hatayı ben yapmadım? Çünkü o hatayı o yaptı.
Burnum yeteri kadar sürtülmemişti ve henüz ne halim varsa görmemiştim...
Bu yüzden ben onu koruyamadım.
Ve bu yüzden o beni korudu.

Uzun soluklu dostluklar herkese nasip olmaz. Biz şanslı ve farkında olanlardanız.

Bir de kıymet bilenlerden, özen gösterenlerden, en önemlisi de emek verenlerden...

Related image


8 Mart 2017 Çarşamba

Kırık cam parçacıkları

Yaklaşık 1 ay önceydi... Mutfak kapısını kapatmaya çalışıyordum sadece...

Ne olduğunu anlayamadan bir anda boydan boya cam olan mutfağımızın sürgülü kapısı tuzla buz oldu, kafamın üstünde parçalandı ve yere düşer düşmez binbir, hayır milyon parçaya ayrıldı ve etrafa saçıldı.
Çok korktum. Hemen yerleri silip süpürmeye, her tarafı temizlemeye koyuldum.
Cam parçacıkları bu.
Bir değil, üç değil, on kere bile temizleseniz tam olarak emin olamazsınız gerçekten her parçayı temizleyip temizleyemediğinize...

Temizledim sanırsınız, her yerden kazıdım en minik cam parçasını bile...
Nafile...
Evin en kuytu köşesine, aklınızın aldığı almadığı, alsa bile elinizin varamadığı evin en ücra köşesine sinsice saklanır mini mini minnacık cam parçacıkları.
Pusu kurar adeta...
Yatağınıza girer...
Evet, evet, ayağınızın altına hem de o anda size acı vermemeye dikkat ederek yapışır yatağınıza girer.
Uykuda sokar sizi, sinsi bir yılan gibi...
Vücudunuzun herhangi bir yerine batar, acıyla uyanırsınız, nedir size dokunan, canınızı bu kadar acıtan bilemezsiniz, ellerinizle yoklayınca anca anlarsınız micro bir cam parçasının gizli gizli sizi takip edip yatağınıza girdiğini...

Haftalar, aylar geçer...
Mutfak camını indirdiğinizi unutursunuz.
Sizin, camın kırıldığını bile unuttuğunuz bir anda gelir yine ayağınızın altına batıverir o bin kere temizleyip yine de temizleyemediğiniz cam parçacıkları...

Anladım ki bazı insan ilişkileri de böyle.
Özellikle en yakınınızdakilerle, hatta aile bireyleriyle...
Bazı yaşananlar, sarfedilen bazı sözler üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin, üzerinden ne kadar sular akarsa aksın aslında hep ordalar, uygun zamanı kollayıp zamanın en ücra köşesinden çıkıp bizi acıtmayı bekliyorlar.
Biz bu olayı çoktan aştık, biz bunu çoktan hallettik, unuttuk, geride bıraktık...
Biz bu meseleyi çoktan temizledik... diye birşey yok.
Kırık cam parçacıkları onlar.
Nerede saklandıklarını, nerelere pusu kurduklarını, hangi cümlenin içinde haince konuşlandıklarını bilemeyiz.
En tatlı anınızda, birbirinizi sevmek, birbirinize güvenmek, birbirinize dayanmak istediğiniz o en naif anınızda çıkagelir, ve hiç ummadığınız bir yerinize batarlar...

Elif Şafak'ın İskender'ini okudum, yeni bitirdim. Yeni bir kitap değil, ben yeni okudum.
Çok beğendim.
Arkasında söyle diyor kitabın :

Aşkı aramadan evvel, düşün bir, ya benden nasıl bir aşık olur ?
İnsanın sevdası karakterinin yansımasıdır.
Sen kavgacı isen, ha bire öfkeli, aşkı da bir cenk gibi yaşarsın.
Gönlü pak olanın sevgisi de saf olur.

Şu hayatta insan en çok sevdiklerini acıtır.
En derin yaralar ailede açılır.
Kabuk tutsa bile kanar hikâye, içten içe...


27 Şubat 2017 Pazartesi

Guns N Roses Konseri

Guns N Roses...

1996 yılında, kurucu üyelerinin grubu terk etmesiyle sönmüş, ve tam 20 yıl sonra resmen küllerinden yeniden doğmuş efsane grup...

Bu, büyük ihtimalle çıktıkları son dünya turnesi. En azından, not in this life time.

Konsere giderken yolda kalbim güm güm atıyor.
Sanki 30 yıldır görmediğim birini göreceğim.
Ne değişmiş, ne aynı kalmış, o zamanlar bu şarkıların hangi anlamı varmış, yeniden hissedeceğim.
Şarkılar biraz öyledir ya ! Belli bir döneme tekavül ederler.
O şarkıları dinlerken o dönem yaşadıklarımız, hissettiklerimiz gelir aklımıza.. Öyle.

Sahnenin karşısında, ortasında yerimizi alıyoruz. Bekliyoruz.
Sahnedeki slaytta devamlı not in this life time tour ve Guns N Roses'ın grup amblemi geçip duruyor.
Güllerin dallarıyla namluları kapatılmış sağa ve sola bakan tabancalar...
Sahneye çıkmalarına az kala slayttaki tabancalar güllerden kurtuluyor ve birkaç el ateş ediyorlar.
Bu ateş bizleri ateşliyor ve alkış, ıslık seli yıkıyor ortalığı. Ama henüz çıkan yok.
Sonra bu animasyon devam ediyor. Bir iki el daha digital silah atışı oluyor.
Bu sefer kimse alkışlamıyor.
Kısa bir süre sonra yeniden iki el silah atışı oluyor. Yine kimse alkışlamıyor.
O an bir şey dank ediyor bana. Bir dakka bir dakka, şu anda burada bir şeyler oluyor..
Herkes bilinçli olarak alkışlamıyor.
Evet evet silahları alkışlamıyoruz. O anda içime umut doluyor. Dünya iyi bir yere gidecek, daha iyi...
Hem zaten kim müzik grubuna içinde Guns olan bir isim verir ki; diyeceğim ama bunlar iki kurucu, biri Axel Rose diğeri de Tracii Guns imiş...
Ben diyorum ki...
Tigres and Roses daha iyi olmaz mıydı?
Neyse canım, benimki sadece bir öneri. Zaten artık çok geç.
Ben silahları alkışlamayan bu seyircileri ayakta alkışlıyorum. Eee zaten ayaktayım, alkışlıyorum işte.
Derken... Sahnenin tepesinden digital gül yaprakları düşmeye başlıyor, ortalık kapkaranlık, sadece kırmızı gül yaprakları.
İşte o zaman yıkılıyor ortalık, herkes alkışlıyor, evet güller, güller alkışlanmaya değer.
Ve sahnenin ışıkları yanıyor.

























İşte oradalar !!! Axel Rose, Slash, Duff McKagan...

Axel Rose, şu son 10 yılda ne yaşamış olursa olsun, ne kadar değişmiş olursa olsun, o, bağırdığında şarkıları yırtan sesi aynı. İçimize işlemiş efsane şarkıların sözlerinin çoğu ona ait. Müthiş bir solist.
Şarkı seçimleri mükemmel. Nefesi kesilmiyor, sahnede ordan oraya koşuyor, yorulmuyor.

Slash...

Zamansız bir style. Kıvırcık saçları, şapkası, gözündeki güneş gözlüğü, kot pantalonuyla çok cool.
Slash'in yaptığı solo gitar performanslarda kilitlenip kalıyor herkes.
Dev ekranı yöneten kişinin gözleri sürekli Slash'in parmaklarında. Zoom ediyor.
Bu nasıl bir gitar çalış ? O eller, o parmaklar nasıl bu kadar hızlı hareket edebiliyor ? Hangi telden hangi tele geçeceğine bu kadar hızlı nasıl karar veriyor?
Slash... Boşuna tüm zamanların en iyi gitaristlerinden biri değil. Herkes hayran ona !
Değil hangi melodinin hangi akorttan çıkacağını, hangi akortun ne kadar titreyeceğini, titrerken yanındakine ne kadar değeceğini, değip ne kadar zamanda geri geleceğini biliyor.
Slash'i gitar çalarken izlemek bir ayrıcalıkmış ! Küçük dilimi yutacağım, inanılmaz.
Hiç bitmesin istediğimiz şeyler vardır ya öyle bir haldeyim, sonsuza kadar çalsın bu adam.
Düşündüm de, Slash tek başına konser verse giderim. Veriyormuş zaten... Biz söyleriz şarkıları. Bilmiyorsak ta öğreniriz. Sen gel, gitarı böyle coştur, böyle konuştur yeter !
Gitarın dili olsa neler söylerdi kim bilir...
Hele o gitarı kafasının arkasına alarak yani bakmayarak çalışı... Dev olmak böyle birşey herhalde. Birşeyleri iyi yapmak yetmiyor, imkansızı yap yapabiliyorsan...
Pek birşeye benzemeyen bu adam gitar çalmaya başladığında adeta Tanrı'yı oynuyor, evet evet tanrısal bir haller geliyor üzerine. Büyüleyici...
Tek başına solo performansından sonra Sweet Child O Mine'a girişiyle inliyor Singapur.
Çin'den duyulmuştur eminim.

Duff McKagan

Bassistler gitaristler kadar ünlü olmuyor ama McKagan'a ben bayıldım.
Bir kere adam Spartaküs gibi. Jilet gibi bir vücut, yıllar hiç dokunmamış. İnanılmaz yakışıklı. Karizmatik. Hani şu rock konserlerinde, onu görsün diye kadınların kendini yırttığı türden...
Sahnedeki duruşu, bacaklarını koyuşu, gitarı tutuşu, gitarla dans edişi, saçlarını geriye atışı, sahnede yer değiştirişi... Wow ! Hayranlıkla izliyorsunuz.

Anladım ki; ben, gitar çalan rock yıldızlarını hâlâ çok sexy bulan bir nesle aitim.
Benim yaşım kaç olursa olsun, sahnedeki adamların yaşı kaç olursa olsun...
Bizim zamanımızda rock öyle bir yere sahipti.
Rock yapan, hiçbir şey umrunda olmayan bu cool adamların dünyayı değiştirebileceğine, dünyayı kurtarabileceğine inanırdık biz.
Rock'un düşmeye başlamasıyla R&B'nin yükselişe geçmesi dünyanın bozulma süreciyle aynı.
Sorunu çok uzaklarda aramaya gerek yok. Bütün suç R&B'nindir kanımca.
























Dövmeler 

Saçı uzun olmayan, takıp takıştırmayan ve bir yerlerinde dövmesi olmayana rockçı denmiyor.
Yalnız var ya, Slash'ın sağ kolunun iç tarafında bileğiyle dirseği arasında bir kadın silüeti dövmesi var. Harika ! Uzun saçlı, ince belli, omuz başları belirgin, çizmeli, güçlü ve sexy bir duruşu olan bir kadın dövmesi. Boylu boyunca bir kadın. ama bir siluet. Bayıldım... Çok güzel yapılmış bir dövme.
Sonra yakın çekimde görüyorum, Axl Rose'un kolunda da bir kadın dövmesi var. Yine uzun saçlı, güçlü ve sexy bir duruşu olan bir kadın...
Mc Kagan'ın dövmelerini göremedim ama bas gitarının tam ortasında bir kadın figürü çizilmiş.
Aaaa uzun saçlı, uzun bacaklı, sexy bir duruşu olan bir kadın o da...

Bunların hepsi aynı dövmeciye mi gitmiş, hepsi aynı kadına mı vurulmuş anlayamadım.

Şu "not in this life time" meselesi var ya...

Düşündüm de; bunlar geçen sefer neden o kadar birbirine girmişler ki? Şu anda müthiş görünüyorlar.
Parayı mı kırışamamışlar acaba ?
Hiç sanmıyorum.
Bence sorun Slash ve Axel Rose arasındaki ego sorunu. Başka ne olacak ki?
Star kim? Sahne kimin?
Öyle görünüyor ki bu sorunu halletmişler.
İlk defa bir konserde sahneyi şarkı söyleyen yıldızla tamamen eşit paylaşan bir gitarist görüyorum. Axel'in hemen yanında, onun hizasında ve gitarı kameraların zoomunda bir Slash.
Evet evet star yalnızca Axel Rose değil, star Slash te. Eksiği yok, belki fazlası var.
Zira Slash takdim edildiğinde yıkılıyor ortalık... Ama doğruya doğru, böyle gitarist görmedim ben.

Guns N Roses dünya turnesinde.
Çocukluğumuz, gençliğimiz geçit yapıyor sanki.
Eğer yaşadığınız şehirden geçiyorsa mutlaka gidin derim. Bu fırsat kaçmaz.
Bir sene boyunca her gün yollarda, her gün bir şehirde çadırı kur, şarkı söyle...
Where do we go now? Where do we go sweet child o mine?

Guns N Roses ayağınıza kadar gelmiş, kalkıp gidin. Çünkü böyle bir turne bir daha olmaz.

Cause nothing lasts forever
And we both know hearts can change...



21 Şubat 2017 Salı

Not in This Life Time

Onları ilk kez ortaokul ve lise yıllarımda gittiğimiz Antalya Kındıl Çeşme Orman Kampı'nda tanıdım.
Kındıl Çeşme öyle bir yerdi ki, daha şahane bir tatil ortamı düşünemiyorum.
Genç olmaya başladığımız o eşsiz dönemde orada sayısız değerli anı biriktirmiş herkes bilir, ne demek istediğimi anlar benim.

Ben onları ilk kez orada tanıdım. Nasıl mı ?
Tabi ki o dönemlerde öyle yaşadığımız harika bir gençlik ortamında.
Antalya Kındıl Çeşme'nin plajında, ateşin etrafında, gitar çalıp şarkı söyleyen o Antalyalı gençlerin tınısında...
O zamanlar öyleydi. Öyle yaşanırdı gençlik...
Kızlı erkekli bir grup genç akşam oldu mu kumsala gider oturur gitar çalıp Akdeniz Akşamları'nı söylerdik.
Ya da... "Knock knock knockin' on heaven's door" u...

GUNS N ROSES - Not in This Life Time Tour -

Ben onları ilk defa Antalya'da bir kumsalda tanıdım.
Büyüdüm. Ankara'nın barlarında duydum diğer şarkılarını.
Biraz daha büyüdüm...

Şimdi Singapur'da kanlı canlı görmeye, mazinin tozunu attırmaya, 20 yıl önceki Dilara'nın pabucunu dama atmaya hazırlanıyorum.

"Not in this life time" meselesi...

Özellikle 90'lı yıllara damgasını vurmuş bu grup, bir müddet sonra her efsane grup gibi dağılır.
Sonra ısrarlara dayanamayıp tekrar birleşip konserler verirler ama bu sefer grubun içindeki tansiyon yüksektir. Anlaşmazlıklar, gerginlikler onları "ebediyen" ayırır.

Hatta 2012 senesinde grubun kurucusu Axel Rose, bir röpörtajında, kendisine yöneltilen grubun tekrar bir araya gelip gelmeyeceğiyle ilgili soruya aynen şöyle cevap verir:

"Not in this life time !"

Bu arada...
Her kim böyle büyük laflar ederse, böyle iddialı redler, keskin restler çekerse, hayat eninde sonunda o lafları bir güzel yalayıp yutturuyor ve o asla dediğiniz şeyi başınıza getiriyor.
Bu her zaman böyle !

Axel Rose'un bunu henüz öğrenememiş olmasına şaşırıyorum.
Bir daha toplanacak mısınız? Not in this life time !
Böyle cevap verilir mi yaw, yuh yani!
Ne bileyim, bakarız, pek mümkün gözükmüyor ama hayat bu falan diye yusyuvarlak bir cevap ver, nereden baksak elimizde kalsın, boşa koysak dolmasın, doluya koysak almasın...

Hayat böyle. Bazen iyi ki böyle. Yoksa Guns N Roses sahiden tarih olmuştu...

O efsane grup, 2016 yılının başında, hem de as mı as, has üyeleriyle, o bildiğimiz Guns and Roses olarak büyük ve müthiş bir dünya turnesi hazırladıklarını resmi olarak açıklıyor.

Bu dünya turnesinin adı ne mi?

Not in This Life Time Tour 

Ve Guns and Roses ilk defa Singapur'da konsere geliyor.

Bu cumartesi. 25 Şubat 2017.

Biletlerimiz aylar öncesinden alındı.

I just can't wait...





16 Şubat 2017 Perşembe

Flamenco

Flamencoyla ilk tanışmam 2005 yazında, İspanyolca öğrenmek için gittiğim yaz okulunda, İspanya'nın Andaluzya Bölgesi'nde oldu.

Yazın bu bölgenin Feria dönemi olduğunu da düşünürseniz bütün İspanyollar sokakta, ellerinde çalgı, dillerinde ezgi, kadınlar Flamenco elbiselerini giymiş sokakta dans ediyor.
Hele bir de durup izlemeye kalkarsan hemen gelip seni ortalarına alıp, alkışlarıyla ritim tutup sana meydan okur gibi önünde bir tur atıp seni de dans etmeye zorluyorlar. Müthiş bir ambians.
Bu bahsettiğim tam olarak Malaga'da oluyordu. Ama Sevilla, Granada, Cordoba, Cadiz hepsinde aynı...

Flamenco'ya ilk kez o yaz vuruldum. Aklımın köşesine yazdım. Ben de bir gün bu dansı mutlaka yapacaktım.
Sonra Paris'te Flamenco gösterilerini takip eder oldum.
Hatta yıllar önce benim Noel hediyemdi. Kocamın annesi, kocamın erkek kardeşinin karısı ve ben, bir Flamenco gösterisi gecesi. Blanca Li.

Nasıl cüretkar hareketler onlar, kadının adeta konuşan, tepki veren ayak sesi, nasıl sert, kesin, net bir duruş...
Nasıl bakışlar, o nasıl kafayı tutuş, ve aslında bu bir kafa tutuş...
Nasıl bir kendine güven, nasıl bir meydan okuyuş...
O nasil bir tutku !

Bir kadını Flamenco yaparken gördünüz mü hiç? Ama gerçekten, kanlı canlı...
Wow !!!
O ayakların yere her vuruşundaki dişiliği, gücü, meydan okuyuşu...
O ellerin her kıvrılışındaki zerafeti, yumuşaklığı, bedenine hakim oluşu...

Etkilenmemek elde değil.

Bence 300 Spartalı'nın karşısında sadece Flamenco yapan kadınlar durabilir.
O kalibrede başka bir grup bilmiyorum.

Ben de kendi kendime dedim ki; bunca yıldır salsa, latin dansları, tango falan yapıyorum, bir geçmişim var, bu Flamenco da çok zor olmasa gerek, herhalde kotarırım bu işi.

Dedim ve, arkadaşımın arkadaşı yazısından hatırlayacağınız Flamenco yapan o güzel kadının peşine takılıp, flamencoya başlama girişiminde bulundum.

Yok arkadaşlar, hiç göründüğü gibi değil. Çok zor bu !!!
Beceriksizliğim beni bile şaşırttı.
Hay allah bir dakka kaç topuk vuruyorduk, kollar içe, eller eller, biri kapanırken diğeri açılacak, bir de tobassay tobassay diye şarkı söylenecek... Hay kaçtı ritm !
Çoooook zor !

Ayten dedi, merak etme, bu en zor dans dedi.
Salsa bir ayda öğrenilirken Flamenco 10 yılda anca öğrenilir, dedi.

10 yıl mı ???
Yani şimdi başlasam Gaia ortaokulu bitirirken ben anca Flamenco yapabiliyor olurum.
Artık annesinin yıl sonu müsamerelerine gelir kızım.

Yok valla. Ben Flamencoyu başka kadınlara veya bir başka bahara bırakayım.
Ben gidip spor salonumda iki halter kaldırayım, bir boxe yapayim, 50 şınav çekeyim yetmezse bir de 10km koşayım.
Anca o paklar beni.

Special Dedicace : Nalan Kara Lopez 

Nalan'cım, canım, ben bir Malaga'ya geleyim. Sokakta öğreneyim bunu Arjantinli tangocular gibi.

Olmayacak başka türlü...


13 Şubat 2017 Pazartesi

International çiftler

Geçen hafta Chinese New Year dolayısıyla ev sahibimiz apartmanın girişinde bir lion dance gösterisi ve arkasından bir öğle yemeği düzenledi.

Düşündüğümüzden daha fazla katılım var. Ama özellikle aynı condo da oturduğumuz Polonyalı - Belçikalı bir çiftle tanıştik. Ve bayaa sohbet ettik. Öğle yemeğinin sonunda önümüzdeki cumartesi ne yapıyoruz diye sordular. Ve bizi, cumartesi öğleden sonra barbekü şeklinde kutlayacakları bebeklerinin 1. yaşgününe davet ettiler.

Singapur'da bu zincirleme arkadaşlık modelini çok seviyorum. Bir activite yok ki oradan bir insan kazanmadan çıkmış olayım ! Sahiden harika !
Gidiyoruz.
Ve onların da kendileri kadar international, 1 ila 2 yaş arasında çocuğu olan, güzel insanlardan oluşan arkadaşlarıyla tanışıyoruz.
Favori çiftlerim : Avustralyalı-British, Polonyalı-Brezilyalı, Koreli-Yeni Zelandalı.
Böyle karışık çiftleri çok seviyorum. Bence muazzam bir zenginlik. Bunu en iyi bizim grup bilir...
Hepsini tekrar göreceğimi düşünüyorum.

Düşündüm de, Singapur'da daha fazla Avustralyalı ve Yeni Zelandalı'yla tanışmak istiyorum.
Avrupa'da rastlamak kolay değil ama Singapur, komşu kapısı sayılır.
Avustralyalı ve Yeni Zelandalı'larda başka hiçbir millette görmediğim bir dinginlik, bir huzur, bir ermişlik, bir sakinlik var. Tabiatın insanı onlar için söylenmiş bir söz sanki.
Kuzey Avrupalı insan modeline uyuyorlar ama onlardan daha sosyal, daha sevecen, daha iletişim kurmayı seviyorlar.
Modern hayatın hem içindeler hem dışında sanki...
Çok beğendiğim bir halleri var bu adalı insanların.
Ada demişken, dünyadan bu kadar uzakta, biraz kopuk yaşamak nasıl birşey diye sormak istiyorum.
Koreli kızla yıldızımız bayaaa tuttu, onunla en kısa zamanda birşeyler yapacağız. 
Ona da şu, Kuzey Kore - Güney Kore böyle nasıl yaşıyorsunuz diye mi sorsam?
Eeee ne var? Yıllardır herkes bana soruyor ya ne olacak bu Türkiye'nin hali diye. Ben de sorucam.

Bu güzel organizasyon için Patricia ve Cedric'e çok teşekkür ediyor en kısa zamanda görüşmek üzere diyoruz.




9 Şubat 2017 Perşembe

Liderler var ülkesini vezir eden...

Bu hafta Singapur'da turist olmaya karar veriyoruz Liza'yla ve soluğu Singapur National Museum'da alıyoruz.

Singapur'un nüfus dokusu, İngiliz kolonisi altında liman yapımı çalışmaları için getirilen Çinliler ve Hintliler ile toprak ile bağlı olduğu Malezyalılar'dan oluşuyor.
Çok derin ve zengin bir tarihi, kültürel yapısı olduğu söylenemez, ancak etnik kökenlerinin çeşitliliği, her dilden, dinden, ırktan barındırdığı insan yelpazesi işte o muazzam.

Ben bugün sizlere beni çok etkileyen bir liderden bahsetmek istiyorum.

Bugünkü modern Singapur'un kurucusu o : LEE KUAN YEW

Singapur sadece bir nesilde 3. dünya ülkesinden 1. dünya ülkesine...

Hani insanı kendine hayran bırakan, ömrün boyunca minnettar olduğun, ilham aldığın, saygı duyduğun ve takip etmek istediğin liderler vardır ya, işte LEE KUAN YEW bunlardan biri...

Bu işler öyle okul okumadan olmuyor.
Sadece okumak ta değil, en iyisi olmak, sınıfın birincisi olmak, kendinle yarışmak...

Önce Singapur'da üniversiteye gidiyor. Sınıf arkadaşı, gelecekteki karısıyla burda tanışıyor.
Devlerin aşkı büyük olur.
Lee Kuan sınıf birincisiyken Kwa Geok, müstakbel karısı, onun notlarını geçmek için var gücüyle çalışıyor, ve geçiyor. Sonra aralarında düello başlıyor, en yüksek notu bir o alıyor, bir diğeri...
Birbirlerini etkileme şekilleri bu. Ve böyle flörte şapka çıkartmak düşüyor bizlere...
Daha sonra London School Of Business'e gidiyor ve ardından Cambridge Üniversitesi'nde hukuk profesörü oluyor.

Öyle bir Singapur hayal ediyor ki Lee, bütün etnik kökenler, Hintlisiyle Çinlisiyle Malezyalısı müslümanı, hıristiyanı, budistiyle herkes barış içinde yaşasın.
İngiliz sömürüsü olmasın. Ama İngiltere giderken burayı da yakıp yıkmasın.
Multinational şirketler gelsin, burada iş yapsın, halka iş istihdamı olsun.
Kalkınan, medeni, zengin insanların yaşadığı huzurlu, güvenli, refah bir yer olsun Singapur.

Singapur 9 Ağustos 1965'te Malezya'dan ayrılarak bağımsızlığını kazanıyor.
Ve Lee hayalindeki Singapur'u yaratmak için çok çalışıyor. Kabinesini kuruyor.
Başarıyor da...
Suçun olmadığı, güvenliğin yüzde yüz denilebilecek düzeyde olduğu, herkesin huzur ve refah içinde yaşadığı bir ülke yaratıyor.

Zaman zaman çok otoriter olması, yasaklar koyması, radikal sınırlamaları ile eleştirilere hedef olsa da bulundukları nokta ortada.

Mevcut Singapur politik siteminde "rüşvet" le çalışan siyasetçileri bulmak için Corrupt Practices Investigation Bureau 'su kuruyor.
Bütün bakanların banka hesaplarını teker teker inceletip paranın kaynağını açıklamalarını bekliyor. Ve dürüst olmayan, Singapur'un iyiliği için çalışmayan siyasetçileri tutuklatıyor.

Lee'nin Singapur'u : Rakamlarla konuşalım

Lee 1959-1990 tarihleri arasında Singapur'un başbakanlığını yapıyor.

Gross National Product per capita (Kişibaşı yıllık gelir)
1959 > 1.240 $
1990 >18.437 $

Dış Ticaret
1959 > 7.3 milyar $
1990 > 205 milyar $

İnsan ömrü
1959 > 65 yaş
1990 < 74 yaş

Nüfus
1959 > 1.6 milyon
1990 > 3 milyon

Okuma-yazma oranı
1959 > %52
1990 > %90

Singapur'a gelen turist sayısı
1959 > 0.1 milyon
1990 > 5.3 milyon

Sadece 30 yılda Lee Kuan Yew Singapur'u dünyanın en zengin ülkeleri arasına sokuyor.

Singapur'da bir doğal kaynak yok. Ve bir röportajında Lee şöyle diyor:

"Singapur'un tek doğal kaynağı insanı ve güçlü çalışma ahlakıdır."

Kıssadan hisse :

Liderler var ülkesini rezil eden, liderler var ülkesini vezir eden...


7 Şubat 2017 Salı

VIRGIN ACTIVE Experience : POUND

Halbuki niyetim Singapur'a gelir gelmez gidip başka bir salona kaydolmaktı...

Ancak... Singapur'da başka bir salon beni anında fethetti.
Virgin Active'e adımımı atar atmaz anladım, burası benim dedim. Benim salonum burası.

Richard Branson adı bile ilham verici, adını telaffuz etmek bile damarlarımda akan kanı hızlandırıyor. İnanılmaz yaratıcı. Onunla ilgili apayrı bir yazı yazmam gerekiyor.
Onun gibi müthiş yaratıcı bir insan hangi sektöre el atarsa atsın orasının vasat olma ihtimali yok.
Spor mu, evet neden olmasın, kimsenin sunmadığı şeyleri sunacağız, insanların beyinlerini de bedenlerini de şaşırtacağız, demiş sanki...

Bir kere soyunma odaları tam bir SPA. İçinde, lüks bir otel odasının banyosunda bulduğunuz herşey var.
Salona girer girmez, antrenman havlunuzu, büyük banyo havlunuzu ve dilerseniz bornozunuzu alıyorsunuz.
Sadece spor ayakkabılarınızı getirmeniz yeterli. Salon short, t-short ve çorap ta tedarik ediyor.
Ancak bu kıyafetleri genelde sadece erkekler kullanıyor.
Biz kadınlar sanki Nike veya Adidas bize sponsor olmuş gibi davranıyoruz.

Sauna ve steam room tamam her spor salonunda var ama Ice Room, işte bunu ilk defa görüyorum.
Antrenman sonrası ağrıyan kaslara birebir. Üstelik buz kürü tam bir gençlik aşısı, üzerine koyduğun her yer düzleşir. Antrenman sonrası eline al bir avuç buz, gezdir yüzünde, offf nasıl iyi gelir insana !
Himalaya Salt Inhalation Room, duydunuz mu hiç ? Antrenman sonrası bol sodyumlu havayı teneffüs ederek küçük bir dinlenme molası nasıl olur?
Experiential Shower, evet evet sadece duş değil, bu bir deneyim, yağmur altında yıkanmaya ne dersiniz?
Sleep Pods, antrenmanınızı bitirdiniz, belki 1 saat sonraki müthiş derslerden birini bekliyorsunuz, söyle 20 dakika bütün dünyadan kopup, zero gravity teknolojiyle hiçbir ses duymadan minik bir siesta yapmaya ne dersiniz? (Tıpkı Dare Devil'in suyun içinde dünyadan kopması gibi)
Foot Baths, birilerinin, bu kadar sporu bize yaptıran, bizi taşıyan ayaklarımızı dikkate alıyor olması fikri çok güzel. Antrenmanınızı bitirdiniz, şöyle özel bir odada complementary çayınızı, kahvenizi alıp ayaklarınızı önünüzdeki ayak küvetine koyup suyu da doldurup geriye yaslanıp anın tadını çıkarmaya ne dersiniz?

Bir spor salonu düşünün ki sizi her gün şöyle karşılıyor:



Fitness ve ağırlık çalışmaları için aletler son teknoloji. Yepyeni. Son moda.

Dersler...
İşte onlar orjinalliğin dibine vurmuş. Bilmediğim tanımadığım bir sürü ders gördüm, bir an önce deneyimlemek için can atıyorum hepsini..Ve tabi ki hepsini paylaşacağım burda sizlerle.

Mesela POUND...

Bunu ilk defa New York'taki spor zincirleriyle ilgili birşey okurken keşfetmiştim yıllar önce.
Ve Paris'te sadece bir tek salon bunu öneriyordu. Club Med Gym The Pure.
Sadece bu ders için bile o salona geçmeyi gözden geçirmiştim.
Ama geçemem ki... 10 yıldır evim gibi kullandığım salonu, bir aile gibi olduğumuz spor arkadaşlarımı bırakıp nereye giderim dedim ve gidemedim...

Virgin Active'in timetable'ında POUND'u görünce gözlerim yuvalarından çıkıyor sandım.
Ve geçen hafta hemen bu derse katıldım...

STOMP'u izleyen var mı? Hani şu gazete, tencere, tabak, boru ıvır zıvır herşeyle müzik yapan grup...

Neyse, bateri çalan var mı?
POUND müzikle sporun, fitness hareketleriyle bateri hareketlerinin birbirine geçtiği mükemmel bir ders.
Elinizde iki adet bateri sopası, herkesin bildiği, sevdiği, enerjisi yüksek zamansız şarkılar, ve siz o ritimde vücudunuzun her bir kasını çalıştırıyor, muazzam deşarj oluyor ve müthiş eğleniyorsunuz.
Müzik eşliğinde spor yapmıyorsunuz, bizzat müziğin içinde onu yaşıyorsunuz.

Rage Against The Machine'in "Killing in the Name" şarkısında resmen ortalık yıkıldı, duvarlar sallandı, bir an bütün ayna paramparça olacak ve kafamızda patlayacak sandım.
Ortalık savaş alanı gibiydi. Elimde bateri sopaları ben de başka bir savaşı düşünüyordum o anda.
Herkes avazı çıktığı kadar şarkıyı söylüyor, ve bateri sopalarıyla yere vurarak bir aşağı bir yukarı squatt ve lunge yapıyordu. (Belli bir kareografi var tabi ki, Norisa'yı takip ediyoruz). Müthiş !

Ve sonunda yüzünde kocaman bir tebessüm, bitap düşmüş insanlar... İşte bu! Daha ne olsun !

Pound'a tekrar gitmek için şimdiden sabırsızlanıyorum.

Ve Richard Branson'un o ünlü sözü, ilk kitaplarından birinin adı, soyunma odasının kapısında her gün bize ilham vermeye devam ediyor...


2 Şubat 2017 Perşembe

Let's brunch...

Singapur'da hayat ya birşeyleri keşfetmeye ya da bir şeyleri halletmeye çalışarak geçiyor.

İki hafta sonra 3 aydır burada yaşıyor olacağım.
Kendi çapımda benim herhangi bir yerli olabilmem için orada bir spor aboneliğim olması lazım.
Bir yere adapte olmam bu kadar basit.
Bu hafta, geldiğimden beri birçok salonda yaptığım deneme seansları sonucunda çok içime sinerek Virgin Active'e üye oldum. İleriki zamanlarda ne kadar yaratıcı bir salon olduğundan daha detaylı bahsedeceğim. Zira bunca yıldır gym insanıyım, Paris'te görmediğim bir sürü yenilikle karşılaştım.
Her yerini kurcalayasım geliyor salonun. Her tarafı kurcalama meselesi evde bulaşıcı galiba.

Bir de, acaba diyorum 3 ayın sonunda, şöyle Singapur'da mutlaka yapılması gereken 10 şey diye bir yazı yazsam, hani çok mu Singapur gezi rehberi gibi, ya da erkeğinizi elde tutmanın 10 yolu tadında kadın dergisi makalesi gibi mi olur diye düşünüyorum.

Neyse, ben düşünedurayım...

LET'S BRUNCH

Ne demiştik, teknoloji sağ olsun, her ne kadar beğenmesek de, tüh kaka deyip zaman zaman itsek de sosyal medyanın insanları birbirine bağladığı, yakınlaştırdığı reddedilemez bir gerçek.
Hani neydi, bir reklam vardı, Nokia, connecting people, Nokia halt etmiş ya. Neyse...

Artık dünyanın öbür ucuna gelmeden arkadaşların var. Arkadaşlarının arkadaşları var.
Bir de sosyal medya, FB grupları var.
Bir tanesi var ki, çok aktif, hemen her hafta birşeyler oluyor.
Fransız kadınları grubu diyeceğim ama Fransız kadınlar azınlıkta.
Fransızca konuşan expat kadın grubu diyelim. Zira içinde her uyruktan kadın var. Güzel olan da bu.

Bu hafta bu gruptan Venezuella'lı Gabriela evinin kapısını bizlere brunch davetiyle açtı...

Ayakta olan davetleri seviyorum. Aynı "Soirée Parisienne" ler gibi...
Yoksa oturduğunuz anda grupla kontağınız kesiliyor ve sağınızdaki ve solunuzdakinin monopolünde kalıyorsunuz. Ayakta oldunuz mu herkesle sohbet edebiliyor, sohbette derinleşebiliyor, gerçekten arkadaş olmak istediğiniz kişileri seçebiliyorsunuz.

Gaby'nin evi, salonu çok büyük olduğundan tabi ki hepimizi ağırlayabildi, hatta çoluk çocuk rahat rahat hareket edebildik. Kapının hemen sağında kahvaltı büfesi, hemen solunda içecekler barı, salonun en dibinde ise "kreş" diyebileceğimiz çocukların oyun alanı.
Bu arada portakal suları da Mum şampanyalı, onu da söylemeden geçemem.
Biliyorsunuz, mutluluğa giden yol baloncuklardan geçiyor bana göre...

Gaby'e de bayıldım.
Dünya güzellerinin hep Venezuella'dan çıkması, Venezuella'nın güzellikte marka olması tesadüf değil.
Hatta merak ediyorum, güzel olmayana Venezuella nüfus cüzdanı veriliyor mu acaba?

Gaby hem çok güzel, hem mükemmel bir ev sahibesi, iki çocuk annesi hem de konuşurken gözlerinin içinde baloncuklar patlıyor. O az önce içtiğim şampanyanın baloncuğu muydu yoksa?

Anais'in de doğum günüymüş bugün. Mumların benim yaptığım pastanın üzerine konması beni ayrıca mutlu etti.

Mükemmel bir gün oldu, hepimiz için.
Yeni buluşmaların sözleri alındı verildi...









Çok yakında, Singapur'un meşhur Ladies Night gecesinde buluşmak üzere...

23 Ocak 2017 Pazartesi

So French

Perşembe akşamı bir grup Fransız kadınıyla şehrin en güzel mekanlarından birinde buluşuyoruz.
Fullerton Bay Hotel'in terasındaki LANTERN barda.

Lantern, şüphesiz çok yüksek değil, Singapur'a yatay bakıyoruz, Marina Bay Sands Hotel karşımızda, ışıklarının altında kokteyllerimizi yudumluyoruz. Kokteyllerinden beklentilerinizi düşük tutmanızı öneririm.
Yine de tekrar tekrar gelinecek bir yer. Hatta çok romantik bir mekan bana kalırsa. Ama bir daha Lantern'in denizin en kıyısında, MBS'in karşısında masa ayırtmak lazım bence.
Barın kenarında camdan bir havuz var. Atlayıveresiniz geliyor ama olmuyor. Zira burada bar havuzları sadece otel müşterilerine ayrılmış durumda...

Neyse ki, grubun içinde daha önceden tanıdığım, hatta yılbaşını ailece beraber geçirdiğimiz bir Kenya'lı bir de İtalyan arkadaşım vardı da onlarla takıldım, o kadar sıkılmadım.
Bence burası muhabbetin dibine vuracağın biriyle gelinmesi gereken bir yer.
Bir dahaki sefere aklımda bulunacak.

 




Fransa'da ocak ayı sonunda kralların pastası tarzında galette des rois diye birşey vardır.
İçi badem ezmeli bir tart aslında. Sevgilim de çok güzel yapardı bir zamanlar ama tarifini kaybetmiş.

Burada katılmış olduğum şarap degüstasyon gecesinde tanışıp arkadaş olduğum Belçikalı bir kız var, onun daveti üzerine Les Petits Gaulois Fransız kreşininde cumartesi 10-13 arası gerçekleşen galet gününe gittik. Üzerine bir de şarap degüstasyonu varmış. Bir de kermes varmış ohhh!

Bir de giderken kral tacının kazanıldığı figürin bizim galetin içinden çıkmasın mı? Elimizde koca bir sepet bisküvi ve bonbon hediyesiyle eve döndük, çok hoş oldu.


Bon bon demek benim için oyun demek. Bir an önce bu bonbonların yeneceği bir oyun günü düzenlemeli evde !

Bu pazar günü evimizin çok çok yakınında, 136 Neil Road, THE LOKAL diye bir mekan keşfediyoruz.
Kapısının önünde kuyruk olan yerden şüphe etmeyeceksin.
Civarda o kadar yer varken bu insanlar kapının önünde süt bekleyen kedi gibi içeri girmeyi bekliyorlar. Hatta beklemek için özel bir bank bile konulmuş.
Gelir gelmez bankadan numara alır gibi bir numara alınıyor. Makineye kaç kişi olduğunuzu, masanızı başkasıyla paylaşmayı isteyip istemediğinizi giriyorsunuz. Ve sıranız geldiğinde biri gelip sizi çağırıyor.
Elbette, masanızı paylaşmak isterseniz sıra daha çabuk geliyor. Biz bu opsiyonu girdik. Zaten masada herkesin aynı dili konuşma olasılığı çok düşük yani kimse birbirine rahatsızlık vermiyor.
Yemekler bir enfes !
Sadece hafta sonları yapılan brunch özel seçenekler var. Şahane. Benim tabağımdaki de komşunun tabağındaki de harika görünüyordu.

Bir de içecek olarak Clean and Green diye tahmin edersiniz ki; bilumum kereviz, ıspanak, yeşil elmadan oluşan bir içecek aldım.

Yani ismini öyle bir koymuşlar ki; almamak mümkün değil, sanki bunu içtiniz mi bütün günahlarınızdan, hatalarınızdan arınacaksınız, ruhen ve bedenen temizleneceksiniz, bunu içtikten sonra hayat yeniden başlayacak sanki...

Bence marketing profesyonellerinin bize son zamanlarda yutturduğu en büyük çılgınlık şu detox palavrası... Kerevizin fiatını 15'e katlamaktan başka birşey değil !

18 Ocak 2017 Çarşamba

Arkadaşımın arkadaşı

ODTÜ'deki ilk yılım. Introduction to Sociology dersi alıyoruz.
Ayşe Hocam sınıfa giriyor ve şöyle diyor:

"Everyone has a story. Just, listen to them."

Bu söz mü içimde yıllar yılı yeşerdi yoksa ben zaten hep böyle miydim, bilmiyorum.
Ancak...
Hayat hikayesi dinlemeyi çok seviyorum.
İnsanların, bulundukları noktaya gelene kadar neler yaptıklarını, neler atlattıklarını, nasıl değişimler geçirdiklerini, nasıl seçimler yaptıklarını, nasıl bir hayat haritası çizdiklerini dinlemeyi çok seviyorum.

Kitap yazabilme kabiliyetim olsa, hikayesiyle yoğrulduğum insanların rızası olsa, bir de belki bir 40 yıl daha yaşayıp 40 fırın ekmek yesem, sonra o olgunluğa erişsem, Mina Urgan'ın  "Bir Dinazor'un Anıları" gibi ben de bir biografi kitabı yazarım belki kim bilir...

6 degrees of separation

Singapur'da edindiğim arkadaşların %75'i arkadaşımın arkadaşı şeklinde...
6 degrees of separation gibi yani. Siz birini taniyorsunuz, o birini taniyor, o birini taniyor...
Yaşadığınız şehirde, çalıştığınız yerde, bir FB gurubunda ya da işte eskiden, okuldan, ordan burdan mutlaka ama mutlaka Singapur'da arkadaşı olan birini tanıyorsunuz.
Bence bu köprüyü kurmak birilerine yapilabilecek buyuk comertlik.

Pazartesi günü böyle bir vesileyle şahane bir kadınla tanıştım.
Derin, dingin, elegan...
Nasıl atipik bir hayat hikayesi var !!!
Her gün havai fişekler patlamış sanki hayatında, yıldızlar yanıp sönmüş, parıl parıl parlamış.
Uçan halı gelmiş ordan oraya almış götürmüş..
Bir şehri terk etmekten, bohçasını alıp ordan oraya gitmekten, yap boz hayatlardan, herşeye sıfırdan başlamaktan, yeniden inşa etmekten korkmamış. Yapmış.
Yaparken zamanın içini tıka basa doldurmuş ta...
Her rengin her tonunu görmüş. Beğenmediklerini giymemiş bir daha.
Yıllar sonra bu renklerden kendine en yakışanını, en sevdiklerini seçmiş.
Sadece onları taşıyor şimdi hayatında.

Bir de güzel... Hem de nasıl güzel... Yaşını merak bile etmedim.
Şu, yaşını göstermiyorsun muhabbetleri beni çok bayıyor biliyorsunuz.
Sonra birşey anlatırken pat diye yaşını söyledi, ki zaten çok genç, "işte bu!" dedim.
Bu güzel kadın yaşlanmadan yaş almanın ilmini bulmuş.
Sırrını sormadım. Cümle aralarında yakalamaya çalıştım.
Evinde yaptığı ekmekte, sağlıklı beslenmesinde, sporunda, yogasında, flamencosunda, denizinde, güneşinde... ama en çok ailesine bağlılığında, kocasına duyduğu aşkta, hayata duyduğu tutkuda...

Daha konuşacağımız çok şey vardı. Bir dahaki sefere kaldı...



16 Ocak 2017 Pazartesi

Singapur doludizgin...

Bana şöyle dedi: "Dilara Singapur'u nasıl buluyorsun? Senin Paris'e aşık olduğun gibi aşık olunacak bir yer değil burası, de mi?"

Bu, en sevdiğim şeylerden biri.

Herhangi bir konuşmada söylemediğim bir sözün, bir cümlenin biz sohbet ederken birinin ağzından çıkması... Bloğu okumuş o zaman, derim içimden, mutlu olurum.
Zira... Ben ona Paris'e aşık olduğumu hiç söylemedim. 
Zaten aşk bu, öyle zart diye söylenmez, hatta bazen hiç söylenmez.
Ama yazdım ben. Bloğun adını bile öyle koydum. Kaç kere, kaç farklı şekilde yazdım bunu ben...

Bloğun okunması şüphesiz beni çok mutlu ediyor, çok memnun, çok tatmin ediyor.
Bazı kişilerin okuması ayrıca değerli...
Onlar biliyor kendilerini gerçi. Blogtan geçen ayak izlerini görmezsem yazının benim için eksik kalacağını biliyorlar.
Gizli takipçisi olduklarım var yani benim.
Onlar beni takip ederken, gizli gizli ben de onları takip ediyorum, okumuş mu okumamış mı diye...

Wild Honey'de düzenlenen sabah kahvesinde bunu duymak hoşuma gitti.

Din Tai Fung - Paragon 

Perşembe günü, Boğaziçili Turco-İtalyan bir arkadaşımla öğle yemeği yedim.
Asya mutfağını pek sevmem ancak Din Tai Fung gerçekten çok severek tekrar gideceğim bir yer.
Sebzeli steamed dedikleri raviolileri bir şahane.

İzmir'li Boğaziçili bu pek zeki kadın muazzam bir kariyer yapmış, benim de çok ilgili olduğum marketing, communication, PR, event management alanlarında. Anlattırdıkça anlattırdım eski işlerini. Özellikle brand manager olarak yaptıklarını hayranlıkla ve ilgiyle sanki okulda bir lecture dinliyormuş gibi dinledim. Kendimi on the job training'te hissettim. Çok güzeldi.
İnsanların dinlemek yerine konuşmayı tercih etmeleri garip.
Bence kazançlı olan her zaman dinleyen kişi. Zira ben, benim ağzımdan ne çıkacağını biliyorum, ama senin ağzından ne çıkacağını bilmiyorum.
Ve bu da, karşıdaki kişi şayet bilgi, deneyim, paylaşım cömertliği gösterirse dinleyenin kazanması demek.

Bu arada birşey fark ettim, Singapur'da çok fazla Boğaziçili var. Avrupa'da genel olarak ODTÜ'lülerle karşılaşırken burada çok fazla Boğaziçi'liyle tanışıyorum. Bu da, Boğaziçi'nin daha çok market ve business oriented bir okul olduğu savını doğruluyor sanki.

Cumartesi BBQ - welcome party - yeni arkadaşlıklar

Müthiş bir Türk komşumun olduğunu geçen sefer yazmıştım.
Bana dedi ki; cumartesi müsaitsen barbekü alanını rezerve ediyorum. Hoşgeldin partisi.
Saat 16'da indik aşağıya.
Bir çiftle daha tanıştık. Onlar da beraber vakit geçirilmesi inanılmaz keyifli insanlar.
Barbekü ve balık erkek işi biraz de mi? Onlar mangalla uğraşırken biz kadınlar aperitiflerimizi aldık.

Türk misafirperverliğinin haddı hududu yok galiba.
Hiçbir şey getirme dediğin biri bile gelirken koca bir salata, kocaman bir ev yapımı humus, bir tepsi kıymalı börek ve koca bir tiramisu ile gelebiliyor.
Böyle bir cömertlik, böyle bir özveri, hamaratlık herkesin harcı değil. Müthiş takdire şayan...
Ve o humus yok mu o humus, o nasıl birşeydi öyle, böyle bir humus yemedim ben hayatımda. Üstün !

Herşey mükemmeldi. Çok teşekkür ederiz.
Etler şahane, organizasyon şahane, ortam, muhabbet, insanlar şahane...

Bugün düşündüm de bazı günler, geceler insanın ömrüne ömür katıyor.
Bu, bir ocak günü, tatildeymişiz gibi havuz başında yapılan bu bbq partisi ömrüme ömür kattı...