31 Aralık 2016 Cumartesi

Dilekler

Ne güzel dedin...
Sağlığımız yerinde olsun, hayallerimizce ve hayallerimizle yaşayabileceğimiz güzel bir yıl olsun.
Basmakalıp cümlelerden oluşan yeni yıl dileklerini sevmiyorum. Gereksiz geliyor.
Kırk yıl düşünsem bu kadar sade ve katman katman bir yeni yıl dileği bulamazdım.
Hayallerimizce ve hayallerimizle yaşayabileceğimiz bir yıl olsun. Aynen öyle...

Dilek deyince aklıma Japonya geliyor.
Ne inançsız bir toplum ama varsa yoksa dilek...
Her tarafta dilek ağaçları, dilek kutuları, odunları, bezleri, paçavraları. Ve hatta sektöre ayrılmış dilekler. İş hayatı için ayrı, aşka hayatı için ayrı, yaşamın genel olarak kendisine dair ayrı dilek yerleri, köşeleri var.
Dünya turumuz esnasında Japonya'nın her yerinde dileklerde bulunduk biz de.
Ama bir tanesi var ki; Yoyogi Park'ta...
Kutucuğa yazıp asmıştık.
Demiştik ki; "Bu dünya turu meselesini biz çok sevdik. Ömrümüz yeterse bunun bir de Asya ağırlıklı olanını yapabilmeyi diliyoruz." deyip asmıştık.
İşte burdayız. Singapur'da...
Asya'da her yere bir Yunan Adası uzaklığında...


Sonra yine Japonya'dan vücutsuz sadece beyin kalmış rahip figürinleri aldık.
Rivayete göre, dilek dilerken rahibin bir gözü boyanıyor dilek gerçekleştikten sonra da diğer göz boyanıyormuş. Biz de öyle yaptık. Dileklerimizden biri daha gerçekleşti...
Diğeri ise beklemede...


Bir ekim ayıydı. Paris'te güzel bir parkta güneşli güzel bir sonbahar hafta sonu geçiriyorduk.
Koluma bir uğur böceği kondu. Hemen dileğimi dileyecektim ama sonra dedim ki...
Ama benim iki dileğim var sevgili uğur böceği, acaba sen tek başına ikisini birden gerçekleştirebilecek misin?
Ve o anda fantastik, inanılmaz, büyülü birşey oldu.
Havada bir uğur böceği daha belirdi, uçtu uçtu ve gelip koluma diğer böceğin yanına kondu.
İki dilek... iki uğur böceği...

Biri gerçekleşti.
Diğeri beklemede...

Hayallerim olduğu sürece evren bütün dileklerimi gerçekleştirir benim.

Ve bunu en iyi uğur böcekleri bilir...



Herkese hayalleriyle hayallerince sağlıklı yeni bir yıl dilerim.

25 Aralık 2016 Pazar

Dragon

Kocam bir gün bana dedi ki; sen böyle çok iyisin, hoşsun, çok tatlısın, çok eğlencelisin falan ama...
( "but" is a great eraser, bunu atladığını hiç sanmıyorum)

Senin içinde bir dragon yaşıyor.
Genel olarak uyuyor.
Her zaman değil, canını sıkan her olayda, her meselede değil, ama bazen hiç tahmin edemediğimiz bir anda uyanıyor o dragon ve ateş saçıyor, yakip geçiyor...

Burçlarla ilgili biri değilim. Hatta hiç bilmem. Hatta bana burcumun sorulmasını bile komik bulurum.
Anca aslan, yay, koç, başak, ikizler, ve yengeç burçlarını, o da en yakın aile bireylerim bu burçlardan oldukları için kulaktan dolma bilgilerle bilirim.
Ne tuhaftır ki, en yakın arkadaşlarım dediğim insanlar da tam bu burçlara sahip.
Dolayısıyla gidip bir terazi burcunu ya da ne bileyim bir oğlak burcunu merak etmemişim hiç, bilmiyorum.

Geçen gün Singapur'da biriyle sohbet ediyorum... çok enteresan birşey anlattı bana.
Bir de Çin takvimine göre başka burçlar var biliyorsunuz. 12 aya dağılan burçlar yerine onlarda her yıl ayrı bir burç yılı oluyor. Dolayısıyla her burç 12 yılda bir geliyor. Yani aynı yılda doğan herkes aynı burca sahip oluyor.

Buraya kadar tamam...
Ancak bu Çinliler'in bir dragon takıntısı var. Hem de ne biçim var...
En son 2000 ve 2012 yıllarında geldi dragon yılı ve o yıllarda Singapur'da resmen nüfus patlaması olmuş. Ondan birkaç sene önce evlenen ya da çocuk yapmayı planlayan genç çiftlerin hepsi bu "proje"yi dragon senesine bırakmışlar ve çocuğu dragon olsun diye bu kadar yırtındıktan sonra, doğal olarak onu takip eden senelerde, kreşlerde, hastanelerde, okullarda yer bulmakta halk olarak epey zorlanmışlar. Bu nedenle devlet, 2024'te de aynı şey yaşanmasın diye şimdiden önlemler almayı düşünüyormuş.

Valla... ne diyeceğimi bilemedim. Yani bildim de, sözlere nasıl dökeceğimi bilemedim.

Hasbelkader dragon senesinde doğmuş bir ejderha - aslan olarak söylüyorum, illa ki dragon yapacaksanız çocuğunuzu bari aslan burcunun üzerine yapmayın.
Bak söylüyorum, bu iki burç beraber olabilecek yapıya sahip değil, ikisinin birleşimi çok tehlikeli, kimyasal silahlar kadar yıkıcı etkileri olabiliyor.
O dragon bir kere uyandı mı uykusundan, aslan onu yatıştırabilecek iyi bir takım arkadaşı değil. Bunlar anca birbirini doludizgin uçurumdan atlarcasına gaza getirirler.
Yani aslan kendi egosundan sıyrılıp, "Bak dragon kardeş neden böyle yapıyorsun bu zavallı insancıklara, onları yakıp yıkıyorsun, yazıktır, bir dur." diyebilecek biri değil.
O anca, sen misin kral, ben mi, haydi bakalım hodri meydan, deyip dragonla taş üstünde taş bırakmama yarışına girer. Ve bu bedende hem bir aslan hem bir dragonla yaşamak zorunda olan siz de "kontrolsüz güç, güç değildir" lastik reklamını hatırlar, bunları bir dizginlemeye çalışır, o dragonu tekrar uyutana kadar büyük kayıplar vermiş olursunuz. Haaa kazanıyormuşsunuz gibi gözüken durumlarınız da olur ama...
Einstein'ın dediği gibi "Bir kavganın kazananı yoktur. Ya kaybedersiniz, ya daha çok kaybedersiniz."

Mesela, dragon bir balık burcuyla işbirliği içinde olsa...
Aman dragoncuğum ne o öyle oraya buraya ateş saçmak, gel benimle suya, ateşini söndür, dalgalara karşı güle oynaya yüzelim, dese... Bak o dragon dayanabilir mi hiç bu teklife ? O da bıkmış aslında ateşin ta kendisi olmaktan. Bir suya atlar söndürür ateşini işte, mis!!!

Yalnız bir baktım da, 2017 Çin takviminde yılan senesiymiş.
Yılan !
Yılan yani, bizim bildiğimiz yılan değil mi bu?
Şimdi sana burcunu soracak yarın öbür gün aşık olduğun kadın, burcun ne? Yılan
Yani ne bileyim yahu, kim yılan olmak ister?
Diğer burçlar da çok iç açıcı değil. Kedi var mesela, maymun var...

Düşündüm de...
Dragon iyiymiş.
Aslanın üstüne de olur, neyse..
En fazla dragonu uyandırmazsınız olur biter. Ne var?



20 Aralık 2016 Salı

Singapur'da şarap tadımı gecesi

Buraları çok seveceksin, dedi bana ODTÜ'den 20 senedir görmediğim Singapur'da yaşayan bir arkadaşım..
Geçmişten, gelecekten, Singapur'daki yaşamdan, herşeyden konuştuk Duxton Hill'deki Lucha Loco nun huzur veren sakin terasında o birasını ben Margeritamı yudumlarken...
"Ben de bu dağların nesine geldim" tarzı arabesk şarkılar söylediğim de olmadı değil bu bir ayda.
Büyük, herşey çok büyük geldi önce bana, binalar büyük, yollar büyük, aslında şehir küçük ama hiçbir yer öyle kolayca birinden diğerine yürüyerek geçilecek kadar küçük değil.
Öyle Avrupa'daki gibi küçük ortaçağ sokaklarında dolanıvermek, kaybolmak, alelade bir sokaktan çıkıvermek mümkün değil.

Sanki küçük olması gereken yerde büyüyen, büyük olması gereken yerde küçülen bir şehir burası.

Zaman... dedi. burada nasıl geçiyor hiç anlamıyoruz. Farkına varmıyoruz.
Zira mevsim yok, havalar değişmiyor, dolayısıyla kendimizi yaz gelsin, kış gelsin gibi zamanda noktalara emanet edemiyoruz. ..
Evet evet, şöyle bir ağız tadıyla yazı bekleyemiyoruz... Hele bir yaz gelsin, şu işi o zamana kadar bitireyim, hele bir kış gelsin diyemiyoruz.
Bu durumda zamanın ne kadarı aktı, ne kadarı elimizde kaldı, yazın, kışın neresindeyiz bilemiyoruz, kendimizi zamanda konuşlandıramıyoruz. Mevsim yok burda. Hep aynı...
Bu konu düşündürüyor beni... Belki bir başka yazıda yine çıkar kalemimden.

Yine de mutlu herkes, kimse gitmek istemiyor buralardan...

Singapur'da şarap tadımı

Cuma akşamı için bir şarap degüstasyonuna davet alıyorum. Singapur'da bir vine tasting aktivitesi, hem de direk şarapçı kızın evinde... Kaçırmıyorum. 

Aslında şarap degüstasyonu deyince benim aklıma Paris'te katıldıklarım geliyor.
Böyle herkesin şarabın tüm bileşenlerinden anladığı, bir şarabı, paslı, küflü, acı, baharatlı, yanık, kof, ağdalı gibi "derin" sıfatlarla tanımladıkları şarap degüstasyonlarında diyecek söz bulamadigim geceler...
Oysa ki benim aklıma, hani kızgın kumlardan serin sulara atlarsınız ya işte öyle bir tat demek geliyordu sadece; şarabı da ancak güzel-hafif-ağır diye yüzeysel kategorilere sokabiliyordum. Bunca yıldır sağlam şarap içicisiyim, en fazla hangi yemekle ne iyi gider konusunda söz sahibi olabilirim, bileşenlerinde değil. Neyse...

Bu vine tasting'i de öyle birşey sandım. Ancak alakası yok. Bu, bildiğimiz Paris house partilerinden biriydi. Tabi ortam yüzde yüz Fransız. Çok şahane. Bir de ne ev ama... Yani Brad'lerin evi ancak bu kadar güzeldir bence. Bu arada ev sahiplerini de tanımıyorum haaa, öyle ortak bir gruptan daveti aldım gittim, ve çok güzel insanlarla tanıştım, tabi başta ev sahibi şarapçı kız. O kadar sevdik ki birbirimizi, yeni bir suarenin tarihini şimdiden koyduk.

Hemen birkaç şişeyle dönüyorum eve. Malum, önümüz yılbaşı...




Orchard Road - Cafe Wild Honey

Geçen hafta ilk defa Orchard'a gidiyorum, bir akadaşımla sabah kahvesi için buluşmaya.
İnsanın kendisini evinde gibi hissetmesi mantığıyla düzenlenmiş bir cafe resto, ama bence son derece "impersonel", hiçbir özelliği olayan bir yer. Starbucks'tan hallice...
Zaten biz de oradan bir alt kata iniyoruz. Orada Coffee Academics diye bir yer var orada oturuyoruz. Kahveleri mükemmel, ve yüzde elli kadınlarından arkadaşımla harika sohbetimize eşlik ediyor..

Bu arada haftaya Noel. Bu ne biçim Noel ???
Açıkçası bu sene hiç havaya giremedik. 
Ayrıca burda da sicak hava koşullarına rağmen her yerde süslenmiş çam ağaçları...
Yok. Hiç olmamış...

11 Aralık 2016 Pazar

Singapur aşkı bana extra large

Tamam bir Roland Garros değil, bir Paris Masters değil ama dünyanın öbür ucunda hem de davetiye biletlerle geldiğimiz bu İnternational Premier Tennis League maçında karşımızda dünya tenis starlarını görünce hem şaşırıyoruz hem de tadını çıkarıyoruz.

Liza'ya diyorum benimle tenis maçına gelir misin? 2 çocuklu arkadaşım daha çocukların bakımının lojistiğini ayarlamadan tereddütsüz kabul ediyor.
Singapur gibi dünyadan biraz kopuk bir yerde yaşarken herhangi bir davete hayır demek için insanın çok geçerli bir nedeni olması gerekiyor. Ben, Singapur'a İbrahim Tatlıses gelse giderim mesela...

Meğer bu Coca Cola İnternational Premier Tennis League maçlarıymış. Valla bunca senedir tenis severim, hemen her turnuvayı da takip ederim, hiç duymadım. Böyle bireysel bir spora takım ruhu katıp sanki bir takım oyunuymuş gibi gösterme çalışması gibi geldi bana. Yani biraz Cup Davis havası var ama o en azından ülkeler bazında. Yani bir iki starın dışında hangi ülke tenise en çok önem veriyor, hangi ülkede iyi eğitmenlerle bu spor iyi öğreniliyor Cup Davis en azından bunu ölçüyor. Ama Coca Cola Premier League tam anlamıyla toplama kampı. Mesela izlediğimiz maç Japan Warriors ve UAE Royals takımları arasında. Japan Warrior dedin mi akla Kei Nishikori geliyor tamam o var. Ama takımda Jelena Jankoviç, Fernando Verdesco var. Royals'larda da Ana İvanoviç, Tomas Berdich falan var. Biz de öyle yerel küçük bir turnuvadır diye gittik, bir de baktık karşımızda Martina Hingis, Ana İvanovic, Jelena Jankovic falan oynuyor. Çok alakasız ama çok ta şık oldu. Çok eğlendik. Biletler için çok teşekkürler.
Yalnız içerde çok üşüdük yaa, o klimaları nasıl tam gaz çalıştırıyorlar, bir ceket alıp gitmeliymişim...






Geçen hafta Duxton Hill'de L'Entrecote'ta yemen yerken tam karşımızdaki barın adı beni hemen fethetmişti. La Champaneria... Gerçekten, bence mutluluğa giden yol baloncuklu bir kadeh beyaz şaraptan geçiyor. 
Yani şahsen bir kadeh şampanya benim o andaki tüm sorunlarımı çözer. 
Ben daha o akşam buranın planlarını yaparken, bir de baktım cuma akşamı Boris'in ekibiyle bir gece düzenlenmiş, ve tam da nerde? La Champaneria 'da... 

İçki Singapur'da acaip pahalı. Yani Türkiye'ye kıyasla bu fark hissedilmeyebilir, lakin Türkiye'de de iyi bir şarap ucuz değil. Ama Fransa'ya kıyasla inanılmaz pahalı. Yani Paris'te 10 - 15 euroya aldığımız hem de çok iyi bir şarabı (5 euroya da şarap olduğunu var sayarsak) burada 3 katına alıyoruz. Sişeler arka arkaya patlıyor. Biz de çok eğleniyoruz. Ben zaten Duxton Hill'in ortamını çok seviyorum, burası da mutlaka tekrar geleceğim bir adres olarak kaydoluyor defterime.

Singapur Aşkı - Günün Şarkısı

Bu arada geçen gün bir telefon konuşmamızda en yakın arkadaşlarımdan biri bana: "Singapur yazılarını takip ediyorum. Ancak hala bu şehir ülkeyi sevdin mi sevmedin mi anlayamadım, böyle bir ibare yok." diyor.
Bir keresinde de soyle demişti ki; "Singapur yazılarını başka bir tarzda yazıyorsun, sadece gördüğünü yazıyorsun, yazı karakterin değişmiş."

Himmm, bunlar bana birşey düşündürüyor. Bu, başka bir yazının konusu olabilir.

Ben insanları ve şehirleri birbirine çok benzetiyorum.
Nasıl bazı yazıların yoğunluğunu bazı insanlar için hissedilen duyguların yoğunluğu belirliyorsa, bence şehirler için de aynı şey geçerli. Bana bazı yazıları nasıl yazdırıyorsa bazı şehirler, bazı söylemleri, o betimlemeleri, o detaydan hikaye yaratmaları, o ithamları, övgüleri, serenatları yaptırıyorsa, demek ki şu anda sadece gördüğümle algıladığım bir Singapur var hayatımda, iligime kadar hissettiğim bir şehir değil...

Belki de...

Singapur aşkı bana extra large, bana extra large, bana extra large...

7 Aralık 2016 Çarşamba

Yüksek yüksek tepelere...

Bir arkadaşım var. Kendisi özel, benim için özel, 30 yıllik arkadasim...
O günkü ruh durumumuza göre günün şarkısını belirleme oyunumuz var bizim.
Bugünkü şarkıyı herkesle paylaşmak istedim. Günün şarkısı budur.

Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar,
Aşrı aşrı memlekete, kız vermesinler.

Uçan da kuşlara malum olsun, ben annemi özledim...
Hem annemi, hem babamı, ben İzmir'i özledim.

Babamın bir atı olsa, binse de gelse...
Annemin yelkeni olsa, açsa da gelse..
Kardeşlerim yollarımı bilse de gelse...

Uçan da kuşlara malum olsun, ben annemi özledim...

6 Aralık 2016 Salı

Singapur'da 3 gün 3 gece doğumgünü

Geçen cuma sevgilimin doğumgünüydü. 3 gün 3 gece kutladık...
Yani en azından ben öyle yorumlamak istiyorum, zira benim gibi doğumgünü çocuğu değil o. Doğumgünlerini kutlamaz, yaş almayı kutlanacak bir olay olarak görmez.

Ve hatta ilk defa bu yıl "hayat çok kısa" sözü düşmüyor dilinden. Çevredeki herkes gibi yaşlanmak değil onun derdi. Ya da 10 yıl öncesi gibi pürüzsüz bir cilde sahip olmak değil, dış görünüm değil... Zaten, öyle bir devirde yaşıyoruz ki herkes kendisini çıtır hissediyor değil mi? Zaten kimse yaşını göstermiyor. Bak şimdi en yakınında duran arkadaşına sor kim bilir kaç kişi ona yaşından ne kadar küçük gösterdiğini söylemiştir. Siz, siz zaten asla yaşınızı göstermiyorsunuz, ona ne şüphe! Herkes böyle traji-komik haller içinde. Yok efendim şimdinin 40'ları eskinin 30'larıymış. 60'lar şimdinin 40'larıymış... Yani 50 yaşına geldiğimizde tam olarak kaç yaşında olacağız acaba diye bir soru geliyor şimdi aklıma.
Şu yaş muhabbetlerine hiçbir zaman prim vermedim. Kanımca, "çok iyi görünüyorsun" ya da "güzel bir kadınsın/adamsın" bence fazla fazla yeterlidir ve hatta en güzel iltifat budur ! Neyse...
Sevgilimin yaşla hesaplaşması böyle birşey değil. O, oyun gün geçtikçe bitiyor diye üzülüyor...
20'li yaşlarda hatta 30'lu yaşların başında sonsuzmuş gibi, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen zaman, gün geliyor bazı şeyleri yarıladın diyor sana...
Çok sevdiğimiz bir oyunun ortasında olmak, oyunu o kadar sevip tekrar baştan başlamak, bir parti daha oynamak istemek gibi...
İşte ne var ki, bu oyun tekrar oynayabileceğimiz bir oyun değil.
Bu seferde en iyi performasını gösterdin gösterdin, gösteremediysen haydi hemen şimdi başla.
Hayat gerçekten çok kısa...
O kadar sevdik ki hayat seni, dur daha gitmek istemiyorum, daha çok çok herşeyinden yaşamak istiyorum senin, bitme hemen, öyle çabuk çabuk gelme aylar, yıllar, aceleniz ne?
Ne yavaşlatır zamanı? Ne yapsak anlayamadan geçmez yıllar?
İçini bolca doldurmak bence. Aşkla, sevgiyle, huzurla, eğlenceyle daha da önemlisi kendini yenilemeyle, yeni şeyler öğrenme, yeni şeyler deneyimlemeyle doldurmak zamanı.
Okul yıllarınızı düşünün. 1 yıl ne kadar da uzun gelirdi insana de mi wow! 1 yılda neler neler olurdu, ne çok şey değişirdi? O zamanlar daha yavaş ilerlerdi zaman. Biz içine çok şey koyabildiğimiz, çok şey öğrendiğimiz ve birbirinden farklı deneyimlerle büyüdüğümüz için...
Bence tarif bugün de aynı.

3 gün 3 gece doğumgünü

Sevgilimin doğumgünü. Özel birşey yapmayalım derken 3 gün 3 gece kutluyoruz. Öyle denk geliyor.

2 Aralık'ta ailece havuza giriyoruz önce. Birileri dünyanın bir yerlerinde soğuktan titrerken, biz aralık ayında açık havuzda yüzüyoruz. Şükrediyoruz.
Sonra, en sevdiğim siyah elbisemi giyiyorum. 
Çünkü bir kadını güzel yapan üç şey neydi? Siyah bir elbise, kırmızı bir ruj ve onu seven bir erkek...
Cuma akşamı şehrin animasyonlu semtlerinden Duxton Hill'e gidiyoruz. Evimize yürüme mesafesinde böyle renkli bir semtin olması harika.
Yemeğimizi L'ENTRECOTE ta yiyoruz, en sevdigim restaurantlardan biri. Paris'te de var.
Bir kere kırmızı etleri şahane. Yanındaki mantar sosun tarifini asla vermiyorlar, müthiş güzel. Bu aralar Avustralya şaraplarına merak sardım. Yine harikaydı. Yine çok beğendim.

Cumartesi günü, bizimle tam aynı zamanda Singapur'a expat olmuş Fransız bir çift arkadaşımızın oturdukları condoya davetliyiz. Komşu festivali varmış. Çocuklar için havuzda animasyon, her birinin elinde su tabancası, kenarda barbekü, pişen etlerin mis gibi kokusu, böyle cıvıl cıvıl bir gün. Biz de şampanyamızı alıp gidiyoruz. Madem festival varmış, bir de yanında eşantiyon doğumgünü..



Tanjong Beach Club - Sentosa

Demek bir aralık günü evimizden çıkıp bir beach club e bruncha gitmek te vardı pakette...

Brunch için bir Çinli, bir Türk, iki buçuk Fransız bir pazar günu Singapur'da Sentosa Adası'nda buluşuyoruz.
Tanjong Beach Club'e adım atar atmaz da unutuyoruz nerede olduğumuzu. Bodrum'dayız sanki.
Tam bir tatil beldesi burası. Arabadan iner inmez ayağımın dibine top düşüyor. Beach volley oynayan kızların topu. En aşağı 6-7 tane beach volley alanı var. Harikulade.
Kumsalın üzerinde de güneşlenen, denizle havuz arasında kararsız kalan insanlar...
Ortam harika. Brunch ları fena değil. Ama çok yüksek not veremeyeceğim.
Zaten rehberimde buraya akşamüstü koktail içmeye gelin diyor. Güzel müzik dinleyip yalınayak gezmeye. Bir de beach volley oynamaya...




Akşamüstüne kadar süren uzun brunch'tan sonra Sentosa adasındaki akvaryumu gezmeye gidiyoruz.

Doğrusunu söylemek gerekirse akvaryum gezmeyi sevmiyorum. Barcelona, La Rochelle, Nassau ve özellikle Valencia'daki o devasa akvaryumdan sonra artık göreceğim yeni birşeyin kalmadığını düşünüyorum. Ama sevgilim ısrarla beni denizler altında yirmi bin fersah aşındırıp balıkların sessiz gizemli ortamına sokuyor.

3 gün 3 gece doğumgünü kutladığımızdan doğumgünü çocuğunu kırmıyoruz.

1 Aralık 2016 Perşembe

Singapur'u Keşif - Haftanın Özeti

Yap boz hayatları seviyorum.

Bir yere kurulup yerleşip oranın her yerini, her köşesini arşınlayıp, içine çekip, derin dostluklar kurup, yeni ritüeller, alışkanlıklar, başka başka yaşam biçimleri edinip, bir gün gelip tak orayı terk etmesini, pılımı pırtımı toplayıp, bohçamı alip başka bir yere atmasını, herşeye sil baştan deyip yeni bir yerde yeni bir hayat kurmasını seviyorum.

Yap boz hayatları seviyorum. Göçebe ruhluyum. Böyleyim...

Bir insanları bırakmıyorum elimden hepsi o.

Beni korkutmuyor yer, iz, yol yordam bilmemek, kimseyi tanımamak, "confort zone" da olmamak...
Herşeye baştan başlamak, yeniden inşa etmek, ederken büyümek, bildiklerine eklemek, eklenmek... 

Yabancıların, yerleşik düzene kafalarında geçememekle eleştirdiği, Türkçe'de "nerede yaşıyorsunuz?" sorusunun karşıtının "nerede oturuyorsunuz?" olması bana çok uyuyor.

Evet şu anda Singapur'da oturuyorum ama yarın pılımı pırtımı toplayıp başka bir yere gidebilirim, geri dönebilirim, dünya üzerinde herhangi bir noktayı seçip oturmaya orada devam edebilirim. Böyleyim...

Gerçi... Bunun bir bedeli var. Bu bir değiş tokuş.
Bazı şeyleri buna değiştim ben. Kısacası düşlerimi düşlerle ödedim.

Şimdi zaman, Singapur yollarında yürüme zamanı...

Singapur'u keşif

Singapur'da Singapur'lular gibi hawker centerlarda yemek yemeyi çok seviyorum. Ama cuma akşamı canım acaip Fransız mutfağı çekiyor. Ve Garçon da yiyoruz. Tabaklarımızı görür görmez kendimizden geçiyoruz. Çok lezzetli. Evimize çok yakın, dünya mutfaklarının bulunduğu Essen Pinnacle diye bir yerin içinde. Burada ayrı bir yerden de içkini alıyorsun, hemen yanındaki standta. Ordan da bir kadeh beyaz Avustralya şarabı alıyorum. Avustralya'da savignon üzümünden böyle nefis şaraplar olduğunu bilmiyordum. Harika.

Tiong Bahru

Keşfe evimize yakın semtlerden başlıyoruz. Tiong Bahru diye bir semt var. Paris'in Marais'sine benziyor. Son zamanlarda yükselen bir yıldızmış burası. En göze çarpan özelliği buradaki evlerin boyunun üç katı geçmemesi. Yani Singapur'un o meşhur gökdelenlerini buradan görmüyorsunuz. Başka bir havası var. Bugün yarı turist yarı Singapur'lu olup elimizdeki rehberin tavsiyesine uyuyoruz ve Tiong Bahru Market and Food Center'da yerli yemeklerden yiyoruz.

Aslında Tiong Bahru'yu bu kadar trendy hale getiren bir Fransız bakery. Tiong Bahru Bakery
Burada her türlü Fransız patisserie'sini bulmak mümkün. Güzel bir kahve de cabası...




Marina Bay ve Clarke Quay

Bu yerler için apayrı bir yazı yazmam gerekecek biliyorum ama zaten bugünkü sadece gözlerimizi gezdirdiğimiz bir akşam, alıcıgözle bakmıyorum. Daha sonra alıcam. Vaktim olduğunda...

Clarke Quay her hafta sonu gelinse hiçbir zaman insanın canının sıkılmayacağı cıvıl cıvıl cafeler, barlar ve restaurantlardan oluşan keyifli bir yer.  Bir akşam mümkünse girls out şeklinde deneyimlemem lazım sonra yazacağım.

Marina Bay Sands Light Show

Marina Bay Sands Hotel hiç şüphesiz Singapur'un Eiffel Kulesi...

Bir de Merlion'u da unutmamak lazım tabi ki, o da Singapur'un simgesi.

Suyun kenarına ne kursanız oraya hayat getirir, neşe, coşku, mutluluk getirir değil mi?
Marina Bay de aynen öyle.
Görkemli Marina Bay Sands Hotel ve altındaki her türlü ihtişamlı yapı bu şana şan katıyor.






















Marina Bay Sands'in light şovuna denk geliyoruz. Neden bilmem çok etkileyici bulmuyorum.

Güzel yine de, bak karşı kıyıda tek başına duran binanın canı sıkılmış, bizimle iletişim kurmak istiyor, kalbini mi kıralım, bize göz kırpıyor işte, dans ediyor, cevap vermeyelim mi yani, verelim tabi ki...
Alkışlıyoruz biz de...




Kemeraltı'ndan hallice bir Chinatown

Çinliler her şehirde kendilerine muhakkak bir mahalle edinip orayı minik bir Çin'e dönüştürmeyi beceriyorlar sahiden de. Başka şehirlerde başka Chinatownlar da gördüm. Londra'da, New York'ta, San Francisco'da... Ama ben sadece New York'takini ikna edici buldum, sahici buldum. Gerçekten orada minik bir Çin var sanki ve turist gelmiş gelmemiş değil dertleri, orada kendi ülkelerindeki gibi yaşamak olsun yeter gibi.

Açıkçası Singapur'dakinden çok daha fazla şey bekliyordum, ne de olsa yaşayanların büyük bir çoğunluğu Çin asıllı, gerçi onlar kendilerini tamamen Singapur'lu görüyor ve Çin'le alakaları olmadığını düşünüyorlar. Ne tuhaf değil mi, bizde de biz aslen bilmem nereliyiz, bilmem nere göçmeniyiz, bizim dede toprakları bilmem neresidir demek bir gurur kaynağıdır. Neyse...

Singapur'daki Chinatown benim gözümde Kemeraltı'ndan hallice... Çok beğendiğimi söyleyemem. Zaten Çin yemeklerini de çok sevmem. O zaman İzmir marşıyla geliyorum, mehter marşıyla gidiyorum...

Singapur'da arkadaş

İnternet ve sosyal medya sağolsun, artık arkadaş bulmak, sosyal çevre kurmak çok kolay.
Dünyanın öbür ucuna da gitsen, hatta daha gitmeden biliyorsun ki orada arkadaşların var.
Hizli bir getirisi bu teknolojinin...
Çarşamba günü öğlen 7 şahane Türk kadınıyla Grand Hyatt Hotel Pete's Place  de buluşuyoruz, ve İtalyan mutfağından oluşan güzel bir öğle yemeği eşliğinde sohbet ediyoruz.
Singapur öyle bir yer ki kimileri geliyor kimileri gidiyor... Ben geleli 10 gün oluyor, içimizden biri 10 gün sonra Singapur'dan ayrılıyor. Hayat böyle... Yapacak birşey yok.

Bugün de resmen bir blind date yaşıyorum.
Bizim çok özel bir grubumuz var. Gönlümdeki adı hala yüzde elli. 80 kere isim değiştirdik, hatta son adımız ne oldu bilmiyorum bile. İşte o grubumuzdan çok sevdiğim Bologna'lı arkadaşımın beni şu anda Singapur'da yaşayan Milano'lu arkadaşıyla buluşturması... Bence globallik budur. Ne olacak ki başka?

Yağmurlu ve çok ta keyifli olmayan bu Singapur gününde beni görmeye buralara kadar geldiğin için teşekkür ederim. Sohbetimiz yarım kaldı. Devamı haftaya...

24 Kasım 2016 Perşembe

Singapur'a Giriş - İlk İzlenimler

Singapur'a gidilecek, Singapour' taşınılacak derken hiç gelmeyecekmiş gibi görünen o gün, günün birinde geldi çattı. Anca biletimi aldığımda, önümde apaçık duran dünya haritasını gördüğümde idrak edebildim, sahiden de çok uzağa, dünyanın öbür ucuna gidiyordum... 
Dünya turu yaptığımızda da gelmiştik bu taraflara gerçi ama, onların dönüş bileti vardı.

Bu seferki "one way ticket"...

Türk Havayolları'yla on numara bir yolculuk

THY'nin Singapur'a İstanbul'dan her gün gece saat 02.10'ta uçağı kalkıyor. Ben her gün sefer olmasına bile şaşırırken uçağın dolu olabileceğini hiç düşünemezdim. Uçak Singapur'lu doluydu, sıradan bir kasım ayının bir peşembe gecesi...

Gidişime birkaç gün kala gözümde büyüyen yol, Türk Havayolları'nın on numara ilgi, alaka, yardım ve hizmet kalitesi sayesinde inanılmaz güzel bir yolculuğa dönüştu. Hostes kızlar birbirinden güleryüzlü, kibar ve özenli. Bizlere, bizi sanki evlerinde ağırlıyorlarmış gibi muamele yapıyorlar. Bayıldım. Servis, ikram, azıcık uyku, güzel bir film derken bir de bakmışım Singapur'dayım...

Singapur Changi Havaalanı okuduklarıma göre çok afilli, atraksiyonlu bir havalimanıymış ancak bunları giden yolcu bölümünde görebiliyormuşuz.
Bavulumuzu kapıp taxiye atladığımız gibi evimize varıyoruz.

Singapur'a dair ilk izlenimler

Ağustos ayından beri Singapur'a dair bir sürü şey okuyorum. Bütün okuduklarımın sonucunda hep aynı hissi duyuyorum, Singapur sanki dünya dışında bir yermiş gibi geliyor bana. Ülke değil de gezegen gibi. Bildiğim tüm ezberleri bozacak bir yer gibi...

Gelmeden evvel bir arkadaşımın babasıyla karşılaştığımda bana "Eee Dilara Çin'e gidiyormuşsun." diyor. Yani... neredeyse öyle. Çin'i arkana al, dümdüz yürü hemen sağda Singapur'u görceksin gibi bir tablo oluşuyor zihnimde. Ayrıca itiraf etmeliyim ki; Singapur'un dünya üzerindeki yerini ancak buraya gelme planları yaptığımız zaman öğrendim ben de.

Toplumun %60'ı Çin, %30'u Hintli gerisi de Malay. Expatların sayısı da hafife alınacak gibi değil tabi.

Singapurlular 1965'e kadar Malezyalılar'ın egemenliğinde yaşamışlar. O zamana kadar buraları mandalina bahçesiymiş, diyemesem de komple yağmur ormanıymış. Zaten o zamanlar burada çok az kişi yaşıyormuş ve onlar da balıkçılık yapıyormuş. Ama Malezya'dan ayrılıp kendi bağımsızlıklarını ilan ettiklerinde prangalarını parçalayıp bir mucize gerçekleştirmişler ve bugün herkesin bidiği gibi inanılmaz zengin bir ülke ve her yerde devasa gökdelenler var.

İklim

Eveeet iklim ve hava sıcaklığı herkesin merak ettiği, tam anlayamadığı, ne denli çekilir/çekilmez olduğunu kestiremediği birinci konu.
Malum, tropikal iklimden dolayı burası yılın her günü ve günün her saati sıcak ve nemli. Yani 12 Ağustos öğlen 14'te de hava neyse, 22 Aralık gece saat 03.10'da da, 28 Nisan akşamüzeri 17'de de aynı...
Meteroloji Singapur'da pek popüler bir bilim dalı olmasa gerek.

Şimdi hava sıcak mı, evet ben geldiğimden beri 28-30 derece ama beni baymadı nedense. Öyle abartılacak, yaşanması zor falan değilmiş kesinlikle. İzmir'in tam yazı bundan daha fazla rahatsız edici, hem sıcaklık hem nem oranı olarak bence. Terlenmiyor demiyorum, elbette terleniyor ama hafif rüzgar da esiyor arada ferahlatıyor. Ayrıca gökyüzü genelde bulutlarla kaplı her an yağmur yağabilir zaten burda kimse şemsiyesiz dışarı çıkmıyor. Yani güneş tepenizde apaçık agresif bir şekilde bedeninizi delmeye çalışmıyor. Şu 1 haftalık şahsi fikrim gayet alışılabilir, yaşanılabilir bir sıcaklık ve nem olduğudur.

Müthiş yeşil bir ülke... Böyle bir yeşillik görmedim. Her taraf ama her taraf ağaç, bitki, ağaçlar devasa. Bu ağaçlar nasıl bu kadar kocaman olmuş, nasıl bu kadar büyümüş, bu nasıl bir şehir bölge planlamacılığıdır böyle diye düşünmeyin, zira bu insanoğlunun yapabileceği birşey değil. Bu tropikal iklim, aynı kalan sıcaklık ve yağmurun işi. Şehir yağmur ormanlarının ortasına kurulmuş. Şehrdeki tüm cadde, bina, gökdelenlerin araları bu ağaçlarla dolu. Bazı yerler var ağaçlar öyle dallanmış budaklanmış her yerinden yeşillik fışkırıyor ki, içeriye adım atamazsınız.

Ülkenin birçok anadili var. Ama temel olarak İngilizce ve Çince. Ancak şu 1 haftalık tecrübemle has Singapurlular'ın İngilizcesini anlamakta zorlanıyorum. Anladım ki o zaten Slinglish imiş. Yani Çince İngilizce karışımı birşey. Öyle yaygınmış ki Slinglish sözlükler bile varmış. Hadi bakalım...

Hawkers

Singapour'da dışarıda yemek yemek bazen evde kendin yapmaktan daha ucuz. Hawkers denilen food courtlar var. Envai çeşit yemek var önünüzde ve siz porsiyonunuzu kafanıza göre seçip kasada 3-5 SGD ödüyorsunuz (1 Euro = 1.5 SGD) Biz de ilk hafta bu hawkerslarda yedik, çok ta lezzetliydi. Ama yine de ben evde hafif yemeklerimi yapmaya, büyük salatalarımı hazırlamaya devam edeceğim.

Bulaşık makinam yok.

Paris'ten giderken canım, emektar, çok ta şıkır şıkır çalışan bulaşık makinamızı satmak zorunda kaldık. Valla arkasından bir ağlamadığım kaldı verirken. Çok ta ucuza gitti garibim. Zira buradaki evlerde bulaşık makinası kullanımı yaygın değil. Hatta bulaşık makinası için teşkilat bile kurulmamış, giriş yeri yok. İki nedeni var. Birincisi iklim çok sıcak olduğu için bakteriler çok çabuk ürüyebiliyor ve zaten mutfakta yağlı bir tabak bıraktığınız anda 1 saat içinde karıncalar sarıyor(muş). Bulaşık makinasının da bir iki tabak için çalıştırılmayacağını düşünürsek hepten olayı iptal ederek çözüm bulmuşlar. İkincisi de eve yatılı maid yani hepler almak burada çok normal, hatta luxe bile değil. Evde yatılı bir çalışanın olunca bulaşık ta dert değil tabi.

Evlerde bu maidler için özel bir oda var. Mutfağın içinden geçilen minik bir bölüm daha var evimizde. Miniskül bir oda, mutfakla bu odayı birbirine bağlayan miniskül bir koridor ve bu koridorda da onun miniskül banyo ve tuvaleti. Yani aslında senin yaşam alanına hiç girmiyor. Şu anda böyle bir yatılı çalışan alma niyetimiz yok. Fikre kapalı değilim. Sadece değişen koşullarla ihtiyaçlarımız büyürse o zaman düşünebiliriz.
Şimdilik eve temizliğe gelen biri ve bulaşık eldivenleri beni paklar.

Singapurlular'ın çocukları sevme biçimi

Singapurlular bu işi çok iyi yapıyor. Ne Fransızlar gibi özel alana girmiycez diye abartıp son derece soğuk ve sevgisiz duruyorlar, ne de Türkler gibi özel alan da neymiş çocuk kamunun malıdır diye düşünüp cıvık cıvık bir sevgi anlayışıyla hiç tanımadığınız birinin çocuğunuzu kucağına alması, öpmesi şeker vermesi gibi insanı sinirlendiren şeyler yapıyorlar. (Bu arada tamamen mutlak yabancılardan bahsediyorum, sokaktan geçen insandan) Singapurlular bir çocuk gördüler mi yaklaşıp "little baby" "so cute" "so beautiful" gibi hoş şeyler söylüyor en içten şekilde gülümsüyorlar. Ama asla dokunmuyorlar. Asla. Avrupalı çocuklar özellikle açık tenli sarışın gibi olanlar çok ilgilerini çekiyor. Geçen gün Gardens By the Bay'de dolaşırken Hintli bir kadının ailesiyle beraber Gaia'yla fotoğraf çektirme isteğine tanık oldum. Ne diyeceğimi bilemedim. Neyse acemiliğime geldi bir ayrıcalık yaptım.

Tanjong Pagar ve Gardens By The Bay

Geçen hafta sonu buradaki ilk hafta sonumuzdu. Tabi biraz jetleg durumumuz vardı ondan ağırdan aldık gezme işini. Tanjong Pagar gibi hareketli, cafelerin barların olduğu merkezlerden birine yakın oturuyoruz. Oraya gittik. Çok keyifliydi.

Pazar günü de Garden By The Bay'e gittik. Burası Central Park gibi bir yer. Her hafta sonu gelse sıkılmaz insan, yapılacak çok şey var. Daha Super Tree'lere çıkmadık. O devasa seralarını gezmedik. Tekrar geleceğiz. Gelmişken Gardens By The Bay'in büyük hawkerı Satay By The Bay de yedik yemeğimizi.

Yemekten sonra da her akşam 19.45 ve 20.45'te gösterilen Garden Rhapsody'i izlemeye gittik. Ağaçların müzikle ve ışık oyunlarıyla dans etmesi. Mükemmeldi. Bu arada Gardens By the Bay'e giriş ve Garden Rhapsody gösterisi ücretsiz, herkese açık. Yalnızca ağaçlara tırmanmak ve seralar ücretli. Bir kere de denk getirebilirsek bunu Super Tree Grove üzerine çıkmışken yukarıdan izlemek istiyorum.

Simdilik hala geceleri ayaktayım, gündüzleri uyuyorum. Bu ayarlarımı düzelttikten sonra daha fazla gezebileceğimi umut ediyorum.

Bir de konuyla alakası yok ama dün akşam yatmadan önce Walking Dead'in son sezonunun ilk bölümünü izledim. Çok hızlı ve sert giriş yapmışlar, o nasıl bir vahşetti öyle, bakmamaya çalışsam da gördüm herşeyi. En son böyle bir vahşet Saw 4 'te görmüştüm ve zaten hemen bırakmıştım izlemeyi. Lakin Walking Dead'i bırakamam. Böyle olunca gece de gözümün önünden gitmedi sahneler, uyuyamadım.

İlk fırsatta buluşmak dileğiyle...









14 Kasım 2016 Pazartesi

Izmir'den giderken...

Izmir'de neler yaptim?

Bir kere bu sefer hiç kalmadigim kadar uzun kaldim.
Aileme doydum doydum, doyamadim... Bu sefer aramizda biri daha vardi. Keyfini cikardik.
Sahilde yuruduk, parklara gittik, denize girdik...

Orda kahvalti, burda aksam yemegi...
Mihlama yedim ilk kez. O nasil bir kalori bombasi oyle, iyi ki giderayak kesfettim.

Ardindan Sports International'a gidip bir terledim. Iyi geldi.

Elhambra Sahnesi'nde Zaide operasini izledim. 

Begendim beğenmedim orasi ayri...
Her seferinde kendisini anarim. ODTU'de çok degerli bir hocam vardi, Sencer Ayata. Soyle derdi:
"Cocuklar, sevseniz de sevmeseniz de yilda en az iki defa operaya gitmelisiniz. Bu aliskanlik sizi ve seçimlerinizi çok yukariya çekecektir."
Bu tavsiyesini ogrenciyken dinlemedim.
Sonra bir gun Paris'te gittigim, opera sanatçilarinin servis yaptigi o ozel restoranda yedigim yemegin ardindan bana bir aydinlanma geldi. Opera nasil harika birseymis dedim. Ve o gun bugundur gittigim her sehirde sergilenen eserleri kovalar oldum.

O deneyimin yazisi blogda var, merak edenler varsa buyrun :
Bir yer dusunun Carmen size servis yapiyor : BEL CANTO


1 haftalık güzel bebek

Taaaa anaokulunda arkadaş oldugum, sonra ortaokul ve lisede ayni sinifi paylastığım, üniversite yillarimiz boyunca sayisiz mektup yolladigim ve aldigim, ve o mektuplari hala sakladigim, Fransa'da doktorasini yaparken bana ettigi davetle aslinda Paris'te yasamanin kapilarini ilk defa araladigim sevgili arkadasim anne oldu. Kosa kosa gormeye gittim daha 1 haftalik bebegi...
Ben uzaktan bile bakmaya çekinirken kucagima birakiverdi. Al dedi. Elim ayagim dolasti. Aldim, kokladim.
Simdi arkadasligimiz baska boyuta tasindi. Cunku biz ayni biz degiliz. Anneyiz...
En sert yanlarimiz yumusayacak, en sivri uçlarimiz artik batmayacak...

Zor dönem

Zor bir dönemden geçen arkadasimi gördüm. Tereci'de kahvalti ettik. Bol bol hasret giderdik.
Tereci demisken, en guzel kahvaltiliklar orada olabilir ancak kahvalti mekanlari iç açici ve keyifli degil. O kapali localarda bana daral geliyor. Ne gokyuzu gorebiliyor insan, ne deniz, ne de bir parça toprak... Tercih etmiyorum ben pek orda kahvaltı etmeyi.

Arkadasim, biraz metanet, biraz sebat. Geçecek bu zor gunler. Geçecek...
Sonra havai fişekler patlayacak. Gör bak.

Eller havada

Şöyle eller havada bir gece geçirmek istedim. Aslinda aklimdaki mekan burasi degildi. Olsun.
Canim arkadasimla muhabbet olsun yeter ki...
Ama cikista o Bostanli'da yedigimiz kokoreç neydi oyle? Muhtesem!!!


Havva'nin Üç Kizi

Izmir seyahatimde bu kitabi okudum.
Simdi, son yillarda Elif Safak'a giydirmek pek bir moda oldu. Siyasi durusu, ya da durussuzlugu mu diyelim, olaylara hep burjuvazi gozunden bakip populer kulturun ogelerini sanki halktan biriymis gibi degerlendirisi, o olmazsa olmaz arafi... Tum elestirilere katiliyorum.  Ama hakkini yemeyelim arkadaslar bence sahane bir yazi dili var Safak'in. Kullandigi kelimelerin zenginligi, deyisleri, benzetmeleri muthis.
Havva'nin Uc Kizi'nin baslarini begensem de, sonu hiç olmamis. Hatta oylesine olmamis ki, bence son 30 sayfa aceleye gelmis, boyle yarinki matbaaya girmek zorundaymis da birkaç saatte yazilmis gibi. O nasil bir son oyle? Hiç degmedi. Teget bile geçmedi.

DuRock Cafe Karsiyaka

Izmir demek eski arkadaslar demek... Yillanmis dostluklar, 20 yasini bildigin biri demek.
Yine boyle bir arkadasimla kiz kiza disari çikip muhabbetin dibine vurduk. Gelsin saraplar gitsin kokteyller, saat kaç olmus? Eyvah !!! Evde bizi bekleyen bebeklerimiz var ! Nasil da unuttuk !

DuRock Cafeyi ben inanilmaz begendim. Bir kere ortam çok kaliteli. Içkiler çok guzel. Buyuk ekran televizyon var her yerde ve her daim maç açik. Yani onemli bir maç varsa zaten full çekiyor, civil civil mukemmel bir ortam oluyor. Maç varsa siz siz olun onceden rezervasyon yaptirin.


Ilkokul arkadaslarimla buluşma

30 yil sonra ilkokuldaki en yakin arkadaslarimla bulustum. Birbirimizi hem taniyoruz, hem tanimiyoruz. Cok heyecan verici degil mi? Yepyeni çoook eski dostlar edindim.
Hayir hiçbirsey kaldigi yerden devam etmiyor. Hersey esas simdi basliyor.
Birbirimizi artik hiç birakmayacagiz...



Hilton'un tepesinden Izmir'e baktim

Rooftop barlardan sehre en tepeden bakmayi, o isiltiyi yasamayi çok seviyorum. Bunu dunyanin her sehrinden yapiyorum. Fark ettim ki; Izmir gibi bir liman sehrinin guzelligini bir bakista içime çekmemisim hiç. Sordum en sevdigim arkadasima, benimle gelir misin? Geldi. O beni hiç kirmaz. Gerçi onun guzelliginden Izmir'i pek seyredemedim. Onun yazisi aceleye gelmesin. Dunyanin oteki ucunu beklesin...

Hilton rooftop bari herkese tavsiye ediyorum. Tam aperitif zamani, 19:30 civari boyle bir yer nasil bu kadar bostu hiç anlamadim.

Izmir'den gitmeme 3 gun kaldi.
Içimi bir korku sardi...
Artik Paris'te yasamadigim gerçegi ancak simdi dank etti.

Sahiden Singapur'a mi tasiniyorum ben?


9 Kasım 2016 Çarşamba

İlkokul arkadaşlarım

Sene 1983 Cumhuriyet Ilkokulu

7 yasindaki bir cocuk için okul evimizden bir hayli uzakti. Her gun tek basima 15-20 dakikalik yolu yuruyordum. Tabi o zamanlar dunya daha guvenli bir yerdi, korkulacak bir sey yoktu.
Simdi dusunuyorum da, butun dunyayi gezme sevdamin tohumlari bu gunlerde atilmis.
Evimden çikip Karsiyaka Iskelesi'ne kadar yuruyebiliyorsam, dunyanin oteki ucuna neden gitmeyeyim? Singapur'a mesela...

Dedi ki bana; ben zaten daha o zamanlarda ozgur bir kizmisim. O disari cikmayi tercih etmezken ben gezermisim. Hatta bir keresinde taaa onlarin evine kadar gidip dergi goturmusum ona. Halbuki dergi bahane, ben onu gormek istemisim sadece.

Ilkokul arkadaslarim...
Bir doneme damgasini vuran, arkadaslik nedir beraber ogrendigimiz, ilk defa gerçek seçimlerimizi yaptigimiz, hayatimin ilk 10 yilinin doku taslari...
Ilkokul arkadaslarimla bulustum tam 30 yil sonra. Hem de oyle FB'tan falan da degil, old fashion, sokakta yururken karsilastim biriyle, biri beni buldu, digeri hepimizi...
Gormeyi istedigim kim varsa gordum. Birisi hariç. Onunla da yollarimiz kesisecek bir gun, inaniyorum.
Yeni eski dostlar edindim. Farkliydik farkli olmasina... Hepsini alip bagrima bastim.
Hepsinden yeni birsey ogrendim. Ozellikle en buyuk aciyi yasamis olanindan...
Nasil bir metanet, nasil bir durus, hayata tutunus, hayran oldum, buyulendim.
Ne saf, ne temiz ne guzel gunlerdi...
Dogumgunleri partilerimiz olurdu. Hepimiz gelirdik. Ne guzeliz, minicigiz, bebegiz. Gozlerimiz isil isil...

Ne tuhaf, bir insanin 30 yil once bile olsa bir takim insanlara karsi duydugu sevgi fosillesmis gibi yasamaya devam ediyor bedeninde. Ve bir gun geliyor, ufak bir dokunusla uyaniyor ozlemler, bitmemis hikayeler...

Simdi yeniden bulduk birbirimizi. Herkes kendi ruzgariyla uçuyor, kendi parkurunda kosuyor.

Eski hikayelere kaldigi yerden devam etmek mumkun degil ama...

Yeni hikayeler yazmak mumkun.






31 Ekim 2016 Pazartesi

Zaide vs Romeo ve Julliet

Elhambra Sarayi'nda sergilenen ne varsa giderim demistim bir yazimda.
Giderim tabi gitmesine ama sergilenen ne varsa begenirim diyemem.
Guzel Izmir'imde ne var ne yok gelmeden once bakiyorum her seferinde. Dansin Rengi balesi vardi, bilet alamadik, kaldi. Ne var ki Zaide'yi kaçirmadik. Canim arkadasim gitti aldi biletleri.
Oyle... Old school. Internetten falan degil, gidip giseden aliniyor biletler.

Zaide - Mozart

Bu operayi neden begenmedim?
Tabi, soylemesi ayiptir dunyanin muzik sehirlerinde, muzigin kalbi Viyana Devlet Operasi'nda operalar dinledikten sonra begeni citam yuksek. Ancak Zaide bana extra hafif geldi. Bir kere teatral. Turkce konusulan, muziksiz bolumleri var. Hiç boyle birsey gormedim bir operada. Biraz yavan geldi. Ne bileyim operanin o ulasilmaz, asil havasini bir tik indirmis gibi geldi. Ben sevmedim.
Ayrica performans etkileyici degildi. Zaide'yi canlandiran sanatçi kiz çok basarili ama Gomatz hiç olmamis. Cocugun sesi çok silik ve hafif. Soylediklerinin hiçbiri içimde bir yerleri bulmuyor. Sabun kopugu gibi havada aninda yok oluyor. Degmiyor.

Elhambra Sahnesi

Zaide'yi begenmedim ama canim arkadasimla bize bir gece çikmasi oldugu için çok mutlu oldum. Onunla geçirdigim her an çok kiymetli...
Donerken yolda onu dusundum. Bu postu yazarken ona dair birseyler karalasam, ah ne çok sey dusunuyor ve hissediyorum onun için...
Bazi insanlari yazmak çok zordur. Kelimleri dogru seçmek gerekir ve hatta kelimelerin yetebilmesi gerekir. Ya yetmezse?

Bu isi baska bahara birakmaya karar verdim.

Romeo ve Julliet balesini kaçirmayin !

19 Kasim'da Romeo ve Julliet Balesi var. Bilet olsaydi gidisimi erteleyecektim. Ama iki gosterimde de yer yok, simdiden bitmis.

Izmirliler siz simdiden aralik ayi için kosun giselere. 8 ve 10 aralikta iki gosterimi de daha olacak Romeo ve Julliet'in. Biletler 1 ay onceden satisa sunuluyor.
Bence bu kaçmaz !

21 Ekim 2016 Cuma

Izmir'de olmak

Yenilerde bir yazimda dedim ki, belki ilk askim degil ama en çok asik oldugum sehir Paris...
Dogru.
Ama...
Izmir dedin mi akan sular duruyor, ve o sular hiç boyle durmuyor baska bir sehirde...
Paris'e duydugum asksa, Izmir'e duydugum sevda...

Ozune donuk, içine donuk, batinin gobeginden gelip yuzu batiya donuk, ayçiceginin cekirdegi diger tabirle "çigdem" misali yuzu gunese donuk, ellere karisip, dunyaya karisip kalbim hep aileme donuk, 20-30 yillik arkadaslarimla yuregimizde "mazinin ayak sesleri" sohbetlerimiz hep gelecege donuk...

Evim Izmir'de degil ama Izmir'de her zaman evimdeyim. Izmir'deyim.
Kahverengi dolabimin onundeyim, içi içimin en derinlerine uzanan...
Izmir her geldigimde baska baska kiyafet giymis, modaya uymus, trendlere uymus, suslenmis puslenmis, oysa ben onun en paspal hallerini biliyorum, oyle seviyorum.
Izmir'de olmak, aileyle, eski dostalarla olmak, onlara doymak çok guzel.

Bu Izmir'in bir anlami daha var benim için çok ozel...
Malum... Ilk kez ana kucagina, kucagimda bebegimle geliyorum.
Ilk kez Izmir'e anne olarak geliyorum. Ilk kez Izmir'imin havasini içimden bir parçayla soluyorum.
Izmir'i ilk kez kizimla yasiyorum.
Mutluyum...


18 Eylül 2016 Pazar

Bir şehri tam kalbinden...

Bir şehri tam kalbinden, beyninden vurup gitmek var

Aklımda...

Bir yağmur çooook uzaklardan çağırıyor.

Gelirsen...

Severim diyor.




 


























17 Eylül 2016 Cumartesi

Paris yine ayaklarımın altındaydı : GEORGES

Rooftop bar ve restaurant turlarıma devam...

Çarsamba akşamı gittiğim Perchoir dan indim, yolun karşısına geçtim. Yukarı çıktım.
Georges Pampidou Müzesi'nin tam en üst katına... Restaurant Georges.

Burası çok şık gastronomik bir restaurant diye geçiniyor ama ben hemen notumu verdim. Daha doğrusu veremedim.
Hadi ayıp olmasın diye 3 veriyorum. O da tamamen bizi masamıza yerleştiren hostes kızın daracık kalem eteğine bayıldığımdan, hatta çıkarken nereden aldığını sorma cüreti gösterdiğimden... (Ouff tanıdık zincirlerden biri değilmiş, herkesin üstünde görmücem yani, haftaya derhal gidip iki rengini alıyorum)

Evet Georges Pampidou Müzesi'nin en üst katında. Yakın olduğu yerleri düşünürsek manzaranın mükemmel olması lazım. Ama değil. O kadar değil ki terastan resim bile çekmek gelmedi içimden...

Bir de fiatlar anlamsız pahalı. Gerçekten bu yemeklerin nesine bu kadar para istediklerini anlayamadım.
Wharton School of Pennsylvania'nın Marketing derslerini takip ettiğimden beri tüketim toplumunun bazı öğelerine çok sceptik yaklaşıyorum. Mesela pricing, ücretlendirme en ilginç konulardan biri. Hoca da öyle diyor zaten. Çok az profesyonel doğru bir fiatlandırma politikasına sahip diyor. Aha işte ben de tam bu noktada sormak istiyorum; hiç te cazip olmayan bir açıdan, hiç te cazip olmayan bir masadan Notre Dame'ı görücez diye, hiç te öyle abartılacak bir lezzette olmayan bu yemeklere bu kadar fiatı nasıl biçiyorsunuz?
Buraya gelen müşteri yelpazesi... Zlatan'la aynı yerde yemek yeme ihtimali için verdiğimiz bir rakam yani. (Ki zaten o ihtimal artık iyice zayıf)
Ben senin beni sevebilme ihtimalini sevdim gibi birşey oluyor.
Yok. Her ikisi de çok pahalı. (Gerçi ikincisi daha fazla)

Bir de, saat 22'den sonra müziğin sesini iyice açıyorlar. Sanki gece clubü. Zaten mekan çok keyifli değil, en azından güzel sohbet ediyoruz diycez ama birbirimizi duyamıyoruz.

Evvelsi gün gittiğimiz Perchoir kesinlikle bin kat basar buraya.
Şimdi sırada 1 saati aşkın beklememize kat be kat değermiş diyorum, hadi itiraf ediyorum 1,5 saat bekledik. İyi ki beklemişiz...
Montparnasse'ın 56. katındaki Ciel de Paris de çok iyiydi.

Bu arada bu akşam birisi 57, diğeri 66 yaşında iki arkadaşımla çıktım.
Yaş aralığı ne olursa olsun kadın kadına sohbet etmenin zevki gerçekten doyumsuz.
Ve biz kadınlar bir araya geldiğimizde en çok nelerden konuşurduk?
İlişkilerden.
Aynen öyle...

Ve ben, tadına doyamamışım gibi, inadına Paris...





15 Eylül 2016 Perşembe

Paris'e başka bir tepeden baktık : LE PERCHOIR

Biz kadınlar bir araya geldiğimizde sadece ilişkilerden konuşuruz.
İş arkadaşımızla, şefimizle, komşumuzla, çocuğumuzla, annemizle, babamızla, herhangi bir arkadaşımızla olan ilişkilerden ve en çok ta aşka dair ilişkilerden...
Kadın kadına dışarı çıkmanın keyfi ise tadından yenmez...

Bunca yıldır Paris'te yaşıyorum, hep Fransızlarla takıldım.
Birşey diyim mi? 12 yıl sonra vardığım nokta şudur; ana dilde edilen eşsiz bir muhabbetin yerinin hiçbir şeyle doldurulamayacağıdır.

Hafta içi bir akşam şahane ötesi bir mekanda 3 şişe devirdikten sonra hala 1 şişe daha söyleyip dans etsek mi diye kovalamanın, geyiğin dibine vurup en ince detaydan espri malzemesi yapıp gülmenin, kahkaha atmanın zevki ancak kendini bu kadar teslim ettiğin insanlarla yaşayabileceğin bir duygudur.

LE PERCHOIR - le Marais -

Son zamanlarda rooftop barlara taktığımı söylemiştim.
Bu zevkimin başlangıcı hiç şüphesiz 240 5th Avenue New York'a dayanıyor. NY'a yolunuz düşerse bu adrese uğramadan geçmeyin. Empire States uzanıverseniz dokunacakmışsınız gibi...

Rooftop barlar genelde anglosaxon ürünü, Paris'te çok fazla yok ama olan da sahiden harikulade.

Bu akşam Sex and the City tadında bir akşamdı. 4 kadın, içki, olağanüstü bir mekan ve sohbet.
Hotel de Ville'in yanında Le Perchoir Marais.

Hafta içi içeriye 20h15' te alıyorlar.
Evet saat 19'dan itibaren müthiş bir kuyruk oluyor. İtiraf ediyorum 1 saati aşkın ayakta sırada bekledik.
Değer mi?
Kesinlikle değer !
Elinizde kadehinizle çatıdan baktığınızda Hotel de Ville, Notre Dame Katedrali, Eyfel Kulesi hem de gecenin ışıklarıyla enfes bir görünümle elinizin altında...
Ortam, servis ve müzikler çok keyifli.

O kadar şık bir yer ki fiatlar çok uçuk olur diye bekledik ama hiç öyle değildi.

Le Perchoir bir rooftop bar zinciri. Internetten web sitelerine bakabilirsiniz. Paris'in başka semtlerinde de var. Oralarda muhtemelen bu kadar sıra beklenmez, ancak Marais'dekinin manzarası tartışmasız bu efora değer.

Paris'i doyasıya yaşıyorum bu günlerde. Sıkı sıkı içime çekiyorum...

İnadına Paris diyorum...









10 Eylül 2016 Cumartesi

Paris'e tepeden baktık: CIEL de PARIS

İlk değil belki ama, en büyük aşkım hiç şüphesiz Paris.
Öyle bir aşk ki, yıllara rağmen heyecanını hiç yitirmeyen, izlerken hala büyülendiğim, bıkmadan usanmadan hiç sıkılmadan beni keşfetmeye çağıran...

Her karışını bildiğim, her sokağını kokladığım, her haliyle sevdiğim, farklı farklı açılardan görmek için mekan kovaladığım, bakmaya doyamadığım şehir Paris...

Uzun zamandır aklımdaydı. Bir türlü fırsat olmamıştı. Sanki günler sıkıştı. Kim bilir...
İşte o gün bugündü. Hayat fazla ertelemeye gelmez. Gelmemeli. Deyip rezervasyonumuzu yaptırdım.

CIEL de PARIS - Montparnasse Kulesi Rooftop Restaurant -

15. bölgedeki Montparnasse Kulesi'nin 56. katında bulunan çok şık bir rooftop restaurant.
Cam kenarında bir masa ayırtmak istiyorsanız önceden rezervasyon yaptırmanız tavsiye edilir.




Enfes bir Paris göz ziyafetiyle, şahane bir damak ziyafetinin mükemmel buluşması.
Ancak hiç şüphesiz starımız sadece Paris'in sunduğu o doyumsuz manzara.

Restauranın içi biraz karanlık, biraz loş, sanki herşey bakışlarınızı ve dikkatinizi dışarıya bakmaya davet ediyor. Zaten bakmaya doyamıyorsunuz.

Şehrin aralarında üstten geçen metrolara bakıyoruz. Nasıl da oyuncak tren gibi görünüyor...
Otobüsler, arabalar, maket gibi, iki parmağımızla dokunup yerini değiştirebilecekmişiz gibi. 

Buradan bakınca şehrin ihtişamının yanında herşey çok küçük kalıyor. Ve burdan bakınca insanın hiç gidesi gelmiyor, böyle masalsı, güzel bir şehirde yaşadığına defalarca şükrediyor.

Paris, bugün sana tepeden, çok tepeden, şarabımı yudumlarken en tepeden baktım. Çok görkemliydin.
Bir bakışta her yerini gördüm, her sokağına gözlerimle girdim, çıktım sanki.

Bu göz ve damak ziyafeti için Ciel de Paris'e çok teşekkürler.

Ciel de Paris
Tour Maine Montparnasse 56 ème étage, 33 Avenue du Maine, 75015
Tel: +33 (0)1 40 64 77 64 Métro: Montparnasse







20 Ağustos 2016 Cumartesi

Numa Paris

Seine Nehri 'nin üzerinde duran bu yeşil şeye uzun zamandır gidesim var ama mümkün olmadı.
Günler çuvala girdi ya, sesli harf satın alır gibi gün ayarlıyorum bu günlerde. O kadar dar bi zaman.

Buna aslında cafe de la mode diyorlar. Fashion bir rooftop bar olmaya çalışıyor ama daha çok yolu var. Ortam çok silik, teenager ve soğuk. Seine Nehri'ni şarabımı yudumlarken görcem diye hiç gerek yok.
Bence daha iyisini yapabilirim...

Ama sevgili arkadaşım Şahika nin doğumgününü vesilesiyle geldik şampanyamızı içtik, bu bize yeter...




29 Temmuz 2016 Cuma

40

40 bin kere masallah orasi oyle de...

Kili 40 yarsam,
Bana bir harf ogretenin 40 yil kolesi de olsam,
Içtigim kahvenin 40 yil hatiri olsa da,
40 dereden su getirsem,
40 firin ekmek yesem,
40 yilda bir basima gelse de,
40 yil dusunsem aklima gelmezdi 40 yasina basacagim...

Eskiden olsa 40 gun 40 gece kutlardim da, karnimda 40 hafta tasidigim minigim var artik.

Bu 40 yasi ben çok sevdim.
40 yillik arkadaslarimla kutladim.

40' sa sahane ! Yolun yarisina bile gelmedim.
Hayat ! Sana asigim, her yasimi cok seviyorum. Bir oncesini bir saniye bile aramiyorum.
Su, hiç yasini gostermiyorsun muhabbetlerine bir dakika prim vermiyorum.
Cunku dolup cosup tasiyorum. Her anini yasiyorum hayat senin !!!
Sukrediyorum, sahip oldugum her seye, her mutluluga, her ana sukrediyorum.

Sukretmek... 40 yil dusunsem dilimden dusmeyecek bir soz olacagina inanmazdim.
Seviyorum hayat seni...
Oyle demisti birisi bana : "Dilara, sana en cok yasamak yakisiyor".
Otesi yok...

Hosgeldin yeni yasim...

Seninle çok iyi anlasacagiz.
Cok guzel gunlere, nice guzel deneyimlere imza atacagiz.
Her yasimi çok seviyorum, onemi olan o yasin hakkini vermek diyorum.
Ask dolu, saglik, mutluluk, heyecan, yenilik dolu bir yas olsun yeter.

Hosgeldin yeni yasim.

Ve bize 40 bin kere masallah !!!