27 Kasım 2010 Cumartesi

Evlendim ben

Evlendim ben...
Bir hafta önce bugün 20 kasim'da. Güneşli, gökyüzü masmavi, soğuk ama yaşaması keyifli bir Paris gününde... ve bir Kraliyet Şatosu'nda evlendim...

Herkesin düğünü kendine rüya gibi gelir herhalde ya, iste benimki de öyleydi... rüya gibiydi.

Düğün hediyem: Pandora'nın Kutusu

Persembe akşamından Türkiye'den gelmeler basladi. Persembe akşamı nikah şahidim Ünzile geldi. Gelir gelmez bir daha başbaşa vakit geçiremeyiz diye bizim evin altindaki cafe-bara gittik. Çok personalize cok güzel bir hediye kutusu hazirlamis, cok guzeldi, pandoranin kutusu gibi, paketlenmis bir sürü küçük küçük hediye vardi... O gece ve cuma gecesi evimizden insan eksik olmadi hatta son hazirliklari beraber yaptik, onlari da calistirdik:) peynir tabagimiz, sarabimiz bekarliga veda partisi gibi hep beraber cok eğlendik son gece.

Güya ben erken yatacaktim, adrenalin yüksek tabi uyuyamadık..

Cumartesi sabahi 7'de kalktim, hemen duşumu aldim 7h30'da evimin dibindeki kuaforümde randevum vardi. Güzel bir prenses saci yapildi, eve döndüm hazırlandim. 11'de Paris belediyesinde nikah vardi. Hava soğuktu ama gökyüzü günesliydi, yağmur yagsa asla ayni tadi vermezdi bu yaşananlar, iyi ki yağmadi. 10.30 gibi belediyenin önüne vardik, herkesler ordaydi zaten. Malum bütün ilgi senin üstünde, böyle insan kendini birsey saniyor bir müddet, herkesler yanina gelip resim cekilmek istiyor, vs vs..:) Ben biraz soguktan titredim, nikah memuru bile, stres yapacak birsey yok, herkes evleniyor dedi bana; "ben dondum dışarıda ondan titriyorum", diyemedim...

Annemin uğur paralari 

Anneciği uğur paraları hazırlatmış İzmir'den...
Cikista Unzile ve Didem onlari uzerimize attilar, Fransiz misafirlerimiz dahi yerlerden topladilar, kültür turizmi gibi oldu, cok hostu. Sonra yine resimler, resimler...

Normlara uygun bir cift degiliz, haliyle gelin arabamiz da carpik çurpuk

Ve biz Sylvie'nin Paris'te biraktigi dandik, carpik arabasina bindik...
Biz zaten herseyi kendimizin gerekli gordugu ve gormedigi sekilde yaptik. Hicbirsey normlara uygun, geleneksel veya oyle olmasi gerektigi gibi degildi.
Kolayimiza nasil geliyorsa oyleydi....
Mesela ben duvak istemedim ama sacima taze cicekler taktim.
Oyle özel bir gelin arabasi istemedik.
Ben gelinlik bile giymek istemedim. Annem istedigi icin giydim.
(Yoksa hâyâlimde sirti tamamen acik beyaz bir tulum giymek vardi)
Zaten bizimki 45 kisilik bir düğün oldu oyle nezaket icabi bile cagrilan kimse olmadi.

Sonra arabalara bindi herkes ve konvoy seklinde Paris'e 2 saat uzakliktaki dugun mekani Amboise satosuna dogru yola ciktik. Zira once otelimize yerlesecek ve 15'te fotograf seansi icin fotografcimizla bulusacaktik...

Unzile ve annem de bizim arabadaydi. Yol boyunca sohbet ve biraz da sabahin degerlendirmesi, yani dedikodu...
Amboise'a yaklasirken Loire nehrinin kenarinda sagli sollu kurulmus, benim artik 10 senedir tamamini gezip gormus oldugum satolara baka baka hayran kaldik...
Hele hele Amboise'a girerken...
Bir koprunun uzerinden geciliyor ve karsida tum alametiyle, dugunumuzun olacagi, Amboise Satosu goruluyor...
Zaten biz sadece sevdiklerimize de unutulmaz bir tecrube yasatabilmek icin boyle bir yerde dugunumuzu yapmak istedik...

Ilk isimiz Amboise'daki eve gidip Unzile'yi ve annemi birakmak ve geri kalanlari beklemek oldu. Tabi ogle yemegi molasi veren arabalarla konvoy duzeni biraz bozuldu...
Bizim araba aksama kadar rejimde oldugu icin biz mola vermedik.
Annemle Unzile evde Sylvie'nin hazirladigi odalarina yerlestiler, biz de kendi sato otelimize yerlestik.

Şato otel ve fotoğraf seansi

Oteldeki karsilama harikaydi. Odamiz inanilmaz guzel suslenmis, o bu su cicek gondermis, yatagin ustu o bicim gullerle dolu... Fotografcimiz da asagida bizi bekliyordu. Esyalarimizi biraktik, ben makyajimi tazeledim ve nefis Amboise sokaklarinda ve satonun bahcesinde gun isigi varken bir fotograf seansi icin ciktik. Sokaklarda herkesten harika tepkiler aldik, cocuklardan nasil guzel tepkiler... aaa Amboise satosunun prensesi mi bu diyen cocuklar:) Bizim Amboise'a Boris'in annesine gittigimizde hep gittigimiz bir yer vardir. Bigot diye oranin en eski en prestijli artizanal cikolatacisi. Hem cikolata, sicak cikolata ve yazin dondurma... Bigot'suz bir Amboise hafta sonumuz daha olmadi, olsa eksik olur tarzinda bir musterisiyiz oranin yani... Fotografcimizla beraber Bigot'ya gittik. 75 yaslarindaki Madame Bigot da ordaydi buyuk tesaduf, bizi inanilmaz guzel karsiladi, kucucuk dukkandaki oturan butun musteriler yanimiza geldiler, bize cikolata ikram ettiler. Fotografcimiz da dogal butun bu kareleri cekti, cok nefis bir 15 dakika gecirdik, spontane.. Ordan sonra tarihi ve kraliyet satosu olan Amboise satosuna gittik. fotografcimiz zaten cok profesyoneldi o bizi cok guzel yonlendirdi.
Hem artistik, hem sensuel, hem sefkatli hem de resim cekilmiyormusuz gibi kareler olustu...



























Dugunumuz Amboise Kraliyet Satosu'nda

Resim seansimiz 16h45 gibi bitti. 17h15'te tum davetlilerimizla satonun girisinde bulusulacakti. Cunku onceden bir rehberli sato gezisi ayarlamistik. Bunun bir nedeni insanlarin buraya kadar gelmisken bu satoyu gezmek isteyeceklerini dusunmemizdi.

1. François zamaninda Leonardo da Vinci'nin de bu satoda yasamasi, eserlerinin bulunmasi ve zaten Amboise Satosunda olmesi cogu tarafindan biliniyordu cunku. Boris'in annesi bundan birkac hafta once bu satoyu rehber esliginde gezmis ve anlatilan herseyi not almis. Dolayisiyla rehberligi annesi yapti ve sahane yapti valla:) Bu gezi esnasinda da cok guzel resim kareleri olustu. Benim gelinligimin arkadan uzuuuun dantelli bir kuyrugu oldugu icin sahiden kraliyet ailesinin kendi satosunda gezen prensesi gibi hissettim kendimi.

Annesiyle ayarlamistik. Sato'nun gezisi, sampanyali kokteyl ve arkasindan dugun yemegimizin gerceklesecegi kraliyet resepsiyon salonunda bitecekti... Oyle de oldu...

18.15'te sampanya servisiyle karsilandik...

Ben salona girer girmez yuzumde bir saskinlik, bir hayranlik, bir buyulenme boyle bakakaldim, o yuksek, alengirli sato tavanina, bizim icin hazirlanmis muhtesem masalara, buyuk ihtisamli samdanlara, o gravurlu, tarih kokan herkeslerin gidip onunde resim cektirdigi somineye baka baka agir adimlarla kokteyle dogru yurudum.

Convivial, Friendly bir dugun...

Gecenin en tipik ozelligi, nasil denir "convivial" yani "friendly" olmasiydi. Toplamda 45 kisiydik. Sadece ailelerimizi ve yakin dostlarimizi cagirdik. Tabi bu en yakin arkadaslarimiz arasindan gelemeyenler oldu, ona da cok uzulduk ama geri kalanlarla da mukemmel bir gece gecirdik.

Size ayrilan surenin sonuna geldiniz

Sevgilim scientific tavriyla tum gece boyunca bir kisiyle ortalama ne kadar vakit gecirebilecegimizi  hesaplamisti....
6 dakika 30 saniye:)
Tabi buna dair komiklikler de oldu; sohbetin ortasinda "time is up" deyip kendimi baska bir sohbete biraktigim anlar da oldu...
Ciddi soyluyorum, yaptim.

Muzik secimimiz sahiden cok basariliydi.
Bir suru farkli grubun muzigini dinledikten sonra, daha cok Bossanova agirlikli bir repertoire'a sahip biraz da hareketli jazz calan ama bunun disinda yelpazesi genis bir muzik kulturu olan cok kaliteli 3 kisilik bir grupla anlastik.
Satoda dans edilmeyecek diye konusmustuk ama oyle olmadi bayaa da guzel dans ettik.
Ben dantelli, kuyruklu gelinligimle salina salina annecigimle ve sevgilimle cok guzel danslar ettim.
Kokteyl ayakta oldugundan cok fazla insan birbiriyle sohbet edebildi.
Ortam o kadar güzeldi ki yarim saat daha uzamasini teklif etti yemek servisi yapacak olan yetkililer. Yemek zamani da cok keyifli oldu, onceden bizim turlu turlu menuleri etud ederek secmis oldugumuz muhtesem yemeklerden yedik.

Gecenin sonunda zaten cakir keyif olmustuk, artik kelimeleri yuvarliyorduk...
Hangi dilde konusuyordum, hic bilmiyorum...

Yine bir sato otel olan odamiza yerlestik...

Ertesi sabah sevgilim beni uyandirip sordu " Dilara ben bir ruyadan mi uyandim yoksa dun sahiden ruya gibi bir gun muydu?"

Dun sahiden ruya gibi bir gundu, herkesin dugunu kendine guzel olur herhalde ama benimkisi de sahiden sahane oldu...

Omrumun sonuna kadar ayni adamla kalir miyim bilmem, tekrar evlenir miyim bilmem, ama bunun uzerine bir dugun daha yapmak istemem... Olmaz.

Artik parmagimda yüzük var, toplumun kodlamasi var

Ben evlendim, bir kraliyet satosunda ruya gibi, prensesler gibi evlendim...
Artik parmagimda yuzugum var. Hicbir sey degismeyecek saniyordum, degisiyor.
Insanlarin seni kodlamasi var, sol elimde parmagimda bir yuzuk var, kategorin ayri, yerin ayri... 
Evlendim ve baska bir kadin oldum artik...
Bir secim yaptim, diger kadindan vazgectim, ya da vazgecmeye calisiyorum hala...
Hicbir seyi olcup tartmadim, uzerinde fazla dusunmedim, oyle dogal bir süreç gibi evlendim iste. 

Evlendim iste o kadar, büyütülecek birsey yok...

2 Kasım 2010 Salı

Yasam haritasinin tarifi yok: Kesfet ve uret...

Insan büyük değerlerini küçükken oluşturur. Üretmektir bunlardan en önemlilerinden biri... Sürekli gözlemlemek, gördüğünü algılamak, yaratmak ve hep üretmek... farkında olmak ve farkındalıklarımızı ifade etmek, görülebilir kılmak, ne zevkli...

Mesele bu degil mi zaten? Hepimizin bir yasam haritasi var. Bu haritayi nasil cizecegimiz ise kendi gozlemlerimiz, deneyimlerimiz ve kendi yorumlarimizdan ibaret...

Kural 1: bircok farkli seyi denemeye vaktin, enerjin, ve cesaretin olacak...

Bazi seyler sonuc vermeyecek, basari getirmeyecek, cope gidecek; vakit kaybettim demeyeceksin, cunku zenginleseceksin, hem de paha bicilmez bir sekilde...

Hayatin kilit kelimelerinden biri heyecan...
Bir ise, bir projeye, bir fikre, bir kisiye, bir arkadasliga, bir iliskiye karsi heyecan duymazsam o sey ilerlemiyor, birseylere donusmuyor demisti Ayse Arman...

Aynen öyle...

Hayatta once onu temsil eden bir misyonu olmali insanin...
Yerine getirdigi gorevler olmali... var olma nedeni olmali.

Psikiyatr Dr Umit Yazman bunu Freud'un "calis ve sev" dusunceleriyle cok guzel aciklamis bu durumu.
Soyle diyor: Insanlarin mutlu olabilmeleri icin once var olabilmeleri gerekiyor. Var olabilmek icin de mutlak surette gerekli iki eylem var o da uretmek ve sevmek diyor.

TAV'in CEO'su Sani Sener de ne demisti:
"85 yasina kadar calisacaksin, bir gun isten eve gelip oleceksin. Hayat budur!"

Öyleyse, kissadan hisse nedir?

Beynimiz sürekli çalışıp üretmekle meşgul olacak, yüreğimiz ise sürekli birseyleri sevmekle....

Basinda olum korkusu varken bile cok guzel sey ask...

"Adi Aylin" kitabinin bir yerinde soyle bir bolum vardi, cok etkileyici:

Aylin bir arap seyhiyle evli ama bu arada baska birine asik oluyor ve gizli bir iliski yasamaya basliyor. Arap seyhi bunu anliyor ve Aylin'in pesine koruma takiyor, yalniz basina hicbir yere gitmesine izin vermiyor. Buna ragmen kopamiyor Aylin diger asktan ve bir yolunu bulup yine bulusuyor onunla. Bir keresinde bir alisveris merkezinde bulusuyorlar, alisveris yapan iki yabanci gibi. Kiyafet deneme odalarindan birine beraber girip gizlice sevisiyorlar. Sonra Aylin elinde alisveris paketleri korumasiyla beraber cikip gidiyor alisveris merkezinden.

Sonra soyle diyor Aylin kendi kendine: Basinda olum korkusu varken bile cok guzel sey ask...
Aynen oyle!!!

Buraya tarih atmayacagim, bir olay anlatmayacagim... Ama ben hep bilecegim...
Aynen oyle!!!

How we humans are predictably irrational

There are books who changed your life? or modified your perception of every aspect of everyday life?
"Predictably Irrational" did it to me.

I highly recommend the book of DAN ARIELY, a behavioral economist;
"Predictably Irrational"

He explores the hiden forces that shape our decisions.
By doing that, he brings some dose of psychological study to explain every aspect of our behaviors. This, is really amazing, because he offers the insights into the irrationality of everyday life; the general ways we get ourselves into trouble.

Mixing experiences and clever experiments with outstanding analysis, Ariely demonstrates how expectations, emotions, social norms and other invisible illogical forces skew our reasoning actions.

He claims that the mistakes that we make as individuals or as institutions are not random.
We are systematically able to make predictable mistakes.
while purchasing something, in our daily relations, or even in love...

Packed with studies and thought-provoking responses, this book changes the way we interact with the world, from the small decision we make in our own lives, to the collectives choices that shape the global economy.



30 Ekim 2010 Cumartesi

Tek tas yuzugum ve serseri ruhum

Oyle oluyormus...
Yuzuklerin Efendisi filmindeki gibi yuzugu parmagina takinca agirligini hissediyormus insan...

Serseri bir tarafim var benim.
Tek basima gece cikarim, yeni arkadaslar edinirim, yalniz gezerim.
Tek basima var olmayi severim.
Kapali kapilari acmayi, her yere yalniz basima girip cikmayi severim...
Rutine tahammulum yoktur. Lineer bir cizgisi olmamayi severim...
O olmasa nasil bir hayatim olurdu diye test etmeyi severim.
Serseri bir ruhum var benim, spora diye bir cumartesi sabahi evden cikarim, spordan arkadaslarla yemege gideriz, muhabbet sarar ordan birseyler icmeye daha gideriz, yeni insanlarla tanisiriz daha da kaliriz, sonra Christophe bana gidelim der gideriz, orda da sabahlariz.
Ertesi gun ordan once spora gider sonra evime donerim.
Serseriyim...
Evden spora diye cikar ertesi gun donerim, hesap ta veririm ama bir daha olsa yine yaparim.
Yaptigim extreme bilirim ama yapmaktan alamam kendimi, hayatin boyle spontane gelisen guzelliklerine sirt ceviremem, surprizleri itemem, prensiplerim diye bir sinirlama getiremem.
Serseri bir tarafim var benim elimde degil var iste... Ben boyleyim...

Simdi artik elimde olmak zorunda, cunku parmagimda yuzugum var.
Icimde degisen birsey yok ama biraz degisse artik...
Ben durulsam, normal seyler istesem hayatta, normal bir is, bir aile hayati istesem, serserilik, bilinmezlik, spontane surprizler, siradisi bir yasam ritmi pesinde olmasam...

Bazen dusunuyorum sevgilim neden bu kadar degerli benim icin diye..
Cunku hayatimdaki en istikrarli sey o.
Hayatin, normal ve duzenli olan bir tarafini temsil ediyor. Bu sayede kendimi bir yolda yuruyor hissediyorum. Yolumu sasirdigim, kaybettigim zamanlar oluyor, bana hatirlatiyor, istikamet boyleydi, gel bu yoldan yuru diyor, onu dinliyorum, yola devam ediyorum.

Simdi bir yuzugum var benim. Yuzuk bir sembol, bir kavram, salt objenin otesinde...
Hic oyle hayallerim olmadi ama aslinda keyifliymis bu surecin icinde olmak...

Bana dedi cuma gunu hazir ol once hikayesi olan bir yere gidicez diye.. Cuma gunu ikimiz de sikir sikir giyindik ve ciktik evden. Louvre Muzesi'nin oraya gittik once.
Dogru, simdi hatirliyorum.
Piramitlerin onunun ikimiz icin de ozel bir anisi var.
Ordaki havuza para atip dilek dilemistik...
Sonra yuzugu cikardi ve bu dileginin gerceklesmesi yolunda bana evlenme teklifi etti.
Cok yogun bir andi...
Tarif etmeye calismak, kelimeleri kullanma yetimi cok cok asiyor...

Fotograflar cektik Louvre'daki piramitlerin onunde.
Oradan Seine Nehri'nin uzerinde yemek yiyecegimiz tekneye dogru ilerledik. Cok romantik, cok guzel bir ortamda Seine Nehri gezintisi de yaparak guzel bir yemek yedik.
Butun gece parmagimda yuzugumle parladim...
Aksam eve dondugumizde, serseri ruhum durulmus, yuzugumun goz alici asaletine kendimi kaptirmis, evlilik duzeninde de olaganustu guzelliklerin olabilecegine ikna olmus biriydim...

29 Ekim 2010 Cuma

Olum... 20 Aralik 2009

Ben olum uzerine yazmam, yazamam...
Her ne kadar iflah olmaz yaralarim olsa da, hayata cok bagli, hayati buyuk bir tutkuyla yasayan biriyim....
Paul'un en buyuk kizi Dominique 20 Aralik 2009 gunu, biz Paul'un 70. yas gununu kutlarken vefat etti. Ne tuhaf bir kesisme, eszamanli iki olay, biri dogumu biri olumu simgeliyor...
48 yasinda cok basarili bir doktor ve 4 cocuk annesi...
Bu olum, duygusal olarak direk bana dokunmadi belki, yasamimi etkileyecek bir faktoru olmadi ama dusundum de hic dusunmuyoruz olumu aslinda...

Hani olum diye birsey var evet ama bizim basimiza gelmez, bizim bir yakinimiz, hele hele hayatta direk dokundugumuz bir kisi olmez...

Olmek... Sanki hic olmeyecekmisiz gibi yasiyoruz.
Boyle dusununce, insanin cok seye "bosver, onemli degil" diyor, ama uzun sure oyle de olamiyor...
Hayatin kendi dinamikleri var, cekismeleri, sorunlari, kaprisleri, guc savaslari var.
Olumlu dunya deyip bir sure idare ediyoruz ama sonra yine yasam kavgasi denilen mucadele gelip yerini aliyor hayatimizda..
Unutuveriyoruz olumu, tam da ortasina dusuveriyoruz hayatin...

Iyi ki de boyle oluyor, yoksa nasil anlardik kanli canli yasadigimizi?..

Disarilarda olmak kesmiyor beni

Benim sosyal hayattan anladigim disarilarda olmak, arkadaslarla barda; aperoda, ev partilerinde olmak degil... Yalniz olmamak icin birileriyle zaman oldurmek degil... Hayatim eglenceden ibaret diye gosterip sahte iliskilerle cevrili olmak degil...
Arkadaslarin, disarilarin beni cok oyalamadigini goruyorum her seferinde. Dun yine bir aperodaydim ve gereksiz bir vakit kaybi oldugunu cok net gordum. Hicbir yer kesmiyor, hickimse oyalamiyor, tanimlayamdigim bir bosluk var icinde, asla dolmuyor. Aslinda ben bu boslugu ilk kesfettigimde ask saniyordum, ama simdi aski bu boslugu doldurmak icin kullandigimi gordum.
Adi Aylin'deki Aylin Radomisli gibi, asla tatmin olmayan bir tarafimin sikildigi icin imkansiz asklarla oyalanarak kendisini hep canli tutma egiliminden baska birsey degil.

Bildigim birsey var, disarilarda olmak degil, arkadaslarla sohbet degil zamani dolduran bana gore.
Kesifler ve deneyimler... Bir sey yapiyor olmak, beraber... bu bazen bir sarap degustationu da olabilir ama surekli gecelerde icmek ve insani bir adim ileriye goturmeyecek gereksiz sohbetlerle zaman oldurmek degil.

Zenginlesmek ancak evreni algilayis bicimimizi genisleterek deneyerek, gorerek ve yasayarak olur, insanlar da birer kesif dogru ama ben en azindan cok fazla insanin hayati siradan yasadigi cok az insanda bir ufuk genisleten bir algilayis tarzi oldugunu dusunuyorum. Hayati lineer bir cizgide yasamayan, lineer cizginin misyonlarini yerine getirmeyi kendine hedef koymayan her hayattan ogrenilecek cok sey var. Am o hayatlarla eszamanli iletisim icinde olmak mucize.

Ayse Arman'in yazilarini okuyorum yine bir gun.
Bir kadin vardi 82 yasinda, 40 yas grubuna ogutler veriyor.
Diyor ki:
"Olumlu olun, çalisin, uretin, beyniniz hep mesgul olsun. Actualiteyi hep takip edin. Yeni cikan kitaplari da bilin, bu yilin moda renlerini de..."
Calismadigim bu donemde kendimi daha fazla dinleme ve kesfetme firsatim oldu cok konuda. Insanlardan uzaklastigim kendi kendime yasamayi sevdigim bir donemdeyim. Her daim sohbet kesmiyor beni. Zira herkesin cok fazla konusacak seyi yok aslinda, ortak bir aktivite paylasmak daha guzel. Konusmaya gerek olmadan...
Bu teyzenin soyledigi gibi hep calisip uretmek lazim, beynin birseylerle mesgul olmayinca abuk subuk seylere takiliyor insan...
Ister istemez...

28 Ekim 2010 Perşembe

Bir boxe'um eksikti onu da yaptim...

Evet sportif olmanin burnu buyuk tavri bu olmali.
Herseyi yapabileceginizi saniyorsunuz, hani boyle yuksek atlama mi onu da yaparim, Hirvat Blanca kadar olmasa da atlarim ben de falan diyebileceginizi saniyorsunuz.
Iste yine ben boyle ne kadar hizli cevik sportif oldugumla ovundugum bir gecede Ukraynali bir boxe antrenoruyle tanistim. Burda iki yakin arkadasimin hocasi. Beni de boxa davet ettiler. Dedim yaparim nolcak hizli olmak degil mi boxe biz oyle gorduk Rocky filmlerinde.
Sonra François dedi dis korumalik alsan iyi olur. !!! Bir dakka simdi, nasil yani harbi harbi boxe mu yapicaz? Yani bayaa bayaa birbirimizin suratina vurucaz yani? Valla oyle.
Giydim boxe eldivenlerini basladik yumruklari tekmeleri savurmaya, ciddi soyluyorum.
Bir cocukla boxe yaptim, o da onceden kungfu yapmis, bana diyor ki cenemi hedef alarak vur bana. Yahu dedim, aksam evime gidip bugun bir Fransiz'in agzini burnunu kirdim diyerek uyumak istemiyorum..

Keyifli miydi? Keyifli olabilirdi ama pedogojik formasyon eksikligi oldugu icin yani hareketlerin teknik olarak nasil yapilmasi gerektiginin gosterilmesi eksik oldugu icin boyle sokakta kavga eden insanlar topluluguymusuz gibi bir goruntu vardi. Benim haricimde 3 tane de kiz vardi hatta 2'si gayet guzel, cici bici hatunlar. Yani tabi her insan beyninin ve ruhunun isleyisi farkli ama bazen mesela bu ornekte oldugu gibi bir kadini boxe yapma istegine iten dusunme ve hissetme biciminin ne oldugunu cok merak ediyorum.

Kissadan hisse boxe'u da tatmis oldum, dansa benziyor, bir ritmin var ve o ritmi takip etmek gerekiyor, hizli olmak gerekiyor ve en onemlisi atakla defansi ayni anda yapabilmeyi reflex edinmek gerekiyor. Bir daha donecek miyim bilmiyorum, hayatta kesfedilecek daha o kadar cok sey var ki....
Ama belki bir kere daha denerim...

19 Ekim 2010 Salı

Evleniyorum...

Kendimi hâlâ "buyuyunce ne olacaksin?" sorusuna cevap vermeye hazirlanan bir kiz cocugu gibi gorurken, bir de bakmisim gelinligimi almisim, karsisina gecip dalmisim, "benim evlenme yasim geldi mi?" diye kendi kendime sorup karismisim...

10. yil

Oyle boyle derken 10 yil gecti...
Evlenmek istemiyormusum 10 yildir... istemiyordum...
Iste birden boyle inme indi bana; kendimi boslukta dusuyor dusuyor ve dusuyor hissettim... Dedim ki ben evlenmek istiyorum artik, madem burda yasamayi sectim, hala bu toplumda bir hayatim varmis gibi bir hallusinasyon icinde olmak istemiyorum.
Zira var mi yok mu ben de bilmiyorum...
Secimimi yaptim, Paris'te yasiyorum. Oyleyse 10 yillik bu iliskiyi evlilik yoluna sokmamak neden...
Evlenmek, bir ise yaramayacaksa insanlar neden evleniyor ki zaten dedim kendi kendime...

Gercek sevgi nedir?

Sevilmeyecek biri oldugumuz zamanda bile bize tahammul edebilen, kosullara bagli olarak degismeyen, her kosulda sevmeye devam edebilen, pesini birakmayan kisidir...

Herseyin bu kadar bireysel yasandigi, herkesin bu kadar ben merkezli yasadigi bu donemde bu nasil zor bulunur birsey, tarifi yok.

2 aydir basladik hazirliklara.
Evlenmek soyle birsey: 3M Migros'tan alisveris yaparken, ayni urun icin sunulan binbir secenek arasinda kaybolmusken, aslinda aradigin urunun yan bakkalda var oldugunu fark edip seceneklerini teke indirmek ve memnun oldugun ayni urunu devamli ayni bakkaldan almak gibi birsey.

Davetiyeleri hazirlarken guzel anlar yasadik. Her davetiyenin altina kendi yazimizla notlar yazdik, personalize...Biraz duygusal oldu, bazilarina daha cok ozendim, daha cok sey paylasmis olduklarima. Ozellikle anneme ve Inanc'a yazarken agladim bile.
Dedim ki onlar da okurken aglayacaklar, oyle de olmus...
Annem dun aradi. "Ne guzel yazmissin oyle Inanc bile agladi, "en son gozlerim ne zaman dolmustu hatirlamiyorum." dedi", dedi annem.

Kelimeler guzel kullanildilarinda ne kadar guclu olabiliyorlar...

Bu yazinin sonunu getiremedim, devami var...


18 Ekim 2010 Pazartesi

Selvi Boylum Al Yazmalim

Eski bir turk filmi vardi. " Selvi boylum al yazmalim" diye, filmin sonuna dogru Turkan Soray bi asik oldugu adama bakiyor, bir de kendisine emek harcamis, onun iyiligi icin herseyi yapmis adama bakiyor. "Ask mi emek mi?" diyor. Asik oldugu adamla kalkip gidemiyor, emek harcayanla kalmaktan bir yani tatmin ve bir yani eksik...
Askin emekten daha degerli olmasi nereden gerekiyor?
Kontrol altina alamadigimiz yonumuzu sevdigimizden.
Kontrol edilemedigi, onceden belirlenemedigi icin hep bir surpriz hep bir belirsizlik, olculemezlik, dolayisiyla bir challenge icerdiginden boyle pesindeyiz. Gercek hayat ve askin beraber var olmasi imkansiza yakin duzeyde zor bir olasilik. Cunku ask gercek hayatin illuzyonu, gercek degil. Ask bir hallusinasyon. Gercek oldugunu sandigimiz, asikken aslinda gercegin o oldugunu sandigimiz yanilgilar dizisi...
Asikken kendimiz degiliz, daha aptal kiliyor ask, zaaflari ortaya cikariyor, normalde yapmayacagin soylemeyecegin seyleri yaptiriyor, asla sapmayacagin yollara saptiriyor...
Cunku asikken kendimiz degiliz... Bilim kurgu filmlerindeki gibi birsey giriyor icimize, sanki bir baskasi yonetiyor bunyeyi, herseyi...

Gulden Kale Dustu kitabindaki intihar mektubu geldi aklima...

"Simdi kendimi su catidan asagi biraksam herseyi sona erdirsem... Hayatim bir film seridi gibi gecer mi gozlerimin onunden ve asagi inine kadar pisman olur muyum yaptigima az biraz once? Simdi kendimi biraksam surdan hersey sona erecek diyorum, bedenim paramparca olacak, ben diye birsey kalmayacak. Bir yandan da, yarin gidip kulagima bir delik daha deldirsem daha mi guzel olurum acaba diyorum..."

4 Ekim 2010 Pazartesi

Cezayir günleri

Gurbette aksam geçmez derler. Doğru demişler, geçmiyor...

Hani böyle kendini yalnız ve boşlukta hissedersin ama yine de burada, bu yerde bulunman gerekiyordur, gidemezsin bir yere, çantanı alıp çıkamazsın, aslında bir uyuyup uyanma aralığında kaybolur ya bu his ama şimdi çıkışı bulamayacak kadar derindesindir... öyle iste...

Yarın başka bir gündür, siler, süpürür bu boşluğu, boşlukta yüzdükçe tutunursun birşeylere, bir bağ kurarsın zamanla, bir hayat yaratırsın. Yine de zordur en başları. İşte böyle başladı Cezayir günlerim...

Türkiye'min 50 yıl gerisinde, yolları cehennem, trafiğe her çıktığımızda duyduğum "ben burda ölebilirim" hissi, ağır, vıcık vıcık yağlı yemekleri, geri, yapışkan insanları...

Böyle bir ülkeye bir daha yolum düşmez umarım...

Düşerse de; başa gelmis bir kere der; çekeriz yeniden...

Her yerin en cok Paris'e donuslerini severim.

Orhan Veli'ye sormuslar:
Ankara'nin en cok nesini seviyorsunuz?
Cevap vermis:
Istanbul'a donuslerini...

Ben de nereye gidersem gideyim, en cok Paris'e donus yolunda mutlu oluyorum,
her yerin en cok Paris'e donuslerini seviyorum.

Izmir haric...

Ilk baslar uzun geliyor, hic bitmeyecekmis gibi, sonlara yaklastikca 1 haftam daha olsa diyor insan kendi kendine...

Guzel gunler cabuk geciyor, Izmir'e zaman yetmiyor.
Izmir'e hic doyulmuyor...

20 Ağustos 2010 Cuma

Barcelone 13 Mayis 2004

Benim ilk Ispanya gezim...
Barcelona bizim Izmir gibi bir yer, deniz kenarinda, sicacik, boyle insanin yasama sevincini uce katlayan, negatif bir ruh haline yer olmayan, her an her yerden biri cikacak, birseyler olacakmis hissiyati veren dinamigi cok yuksek bir sehir.

Rue Rambla'ya bayildik. Sagli sollu sokak artistlerini izlemekten o yoldan baska bir yere gitmek istemedim sanki. Boyle birseyi hayatimda ilk defa goruyorum, boyle bir takim sokak sanatcilari degisik kostumlere burunup hareketsiz duruyorlar. Kostumunu ya da durusunu ya da verdigi enerjiyi begendigin bir artiste bozuk para atiyorsun ve o da hareketlenip sovunu yapiyor sana. Tum olay bu kostumle beraber hazirladigi bir sey varsa gormek, kimileri ugrasmiyor sadece selam veriyor..

Melekler vardi, sahaneydi. Ben onlari bayaa tastan heykel sandim oyle muazzam bir makyaj, oyle muazzam hareketsiz bir durus, ayni heykel gibi.. Essizlerdi bana gore.
Sahane parlayan bir gunes altinda guzel bir kahvalti sonrasi geziye devam. Olimpyatlar zamani kano yarislarinin yapildigi limani gorduk. Orijinal degil ama guzel.

Barcelona'da fark ettigim birsey var. biz Paris'te fena kaziklaniyoruz!! Buyuk bir portakal suyu ve cappucino'ya burda sadece 3.60 odedik, oysaki Paris'te kimi yerde bir kahve bile icemedigin oluyor o paraya.

Aksamustu Picasso muzesinde buyulendikten sonra istikamet otel.
Sehir Paris'e nazaran temiz degil. Sokaklari dar ve hatta balkonlardan camasirlar sarkiyor, eski Istanbul sokaklari gibi, eski degil hala bile vardir degil mi ben gormesem de... Yapilarda gortik tarz hakim. Genel olarak sehir cok canli. Her taraf sokak muzisyenleri, sokak sanatcilariyla dolu. Genel olarak mutlu insanlardan olusan bir kultur denebilir.

Ertesi gun Olimpiyatlarin yapildigi parka gittik, hersey sanki dun olmus gibi bir izlenim veriyor insana, sanki temizlememisler bile oyle anisi kalsin diye...

Gaudi eserlerinin gezildigi gun:
Gaudinin yaptigi binalarin bir ozelligi var. Hicbri yerinde 90 dercelik bri aci yok, asla kare yok hep yuvarlak biraz yuvarlak... Ozellikle Avenudan de la Gracia ve Rue de la Disputat.. Gaudi'nin imzasini attigi eserlerle dolu. Gorulmeye deger.

Sagra da Familia: Barcelona'yi sembolize eden yapilarin basinda geliyor Sagrda familia katedrali. Gaudi'nin basladigi ancak henuz bitiremedigi bir eser. Yuruyerek en yukariya kadar ciktik, daracik bir merdiven misali birseyden yukariya kadar ciktik. Katedralin tamamlanmis planini gorduk. Calismalar hala devam ediyor ama bence torunlarim bile bu sehri ziyarete geldiginde calismalar hala suruyor olacak. Bir de Ispanyollar disiplinli calismalariyla unlu bir toplum da sayilmazlar..:)

Yazmak

Kendimi bildim bileli yazarim. Oyle beylik laflar etmek icin degil...
Durup bir dusunmek, hissetmek, yasadigini tekrar yasamak ve fotografin kucuk bir ani olmusuzlestirmesi misali, yazarak o anlari hep var etmek icin yazarim.

Yasadiklarimin fotografini, hayati ve evreni kavrayisimi, kelimelerle cekmek icin...

Ben hep yazardim, eski usul gunluklerim vardi. Kac kocaman defter devirdim ilkokuldan bu yana, Izmir'e dondugumde ara ara okurum, gorurum nasil olgunlastigini yazilarimin yillar icinde, buyudugumu gorurum, insanin kendi buyumesini kendi yazdiklarindan takip etmesi olaganustu guzel birsey...

Simdi bu gunlukler yerini moleskinlere birakti. Kolombiyali arkadasimin 2002 yilinda, dogumgunumde bana hediye ettigi moleskinle basladi yeni seruven... Yeni diyorum cunku moleskinin iki yuz yildir bilinen sanatcilar ve intellectueller arasindaki ununu okuyunca insan yazarken daha bir havaya giriyor, kendini Hemingway'le falan ozdeslestiriyor...

Paris'teki hayatim eylul 2003'te basladi...
Ne kadar kalirim, neler yaparim bilmiyorum henuz...
Bugun okulumun ilk gunu, trendeyim. K's Choice dinliyorum, biraz huzunlu bir tarafi var.
Ya da bugun ben oyle duymak istiyorum.
Baska bir ulkeye yerlesmekle anilar bile yer degistiriyor sanki.
Simgeler, muzikler, insanlar, yasam bicimleri hep birseyleri bir yerleri animsatir ya insanlara, son iki yildir tum anilarimda bu sehir ve bu insanlar var artik...