29 Aralık 2014 Pazartesi

Kısa kısa

Bugün cümlelerim aşk mektubu gibi; yazıp yazıp siliyorum...
Kısa kısa anlat o zaman hayatı.
Niye ki? Kelimelerim mi bitti?
Bitmez ki...

Hani hayat fazla gerçek ya bazen...
Hani sessiz bir ortamda yürürken topuk sesiniz rahatsız eder ya bazen...
Hani herşey kafada biter de niye bizimkinde bitmez ya bazen...
Hani rüzgar bazen bahar meltemi gibi yumuşacık eser, okşar, sarıp sarmalar; hiç ummadığınız yerden eserek hırpalayıcı bir kasırga da olabilir ya bazen...

Ne anlatacaktım ben? Haaa evet hatırladım.
Kek yaptım bu sabah. Bu seferki çok güzel oldu. Her seferinde birbirinden farklı oluyor. Çünkü basit bir tarife bile itaat edemiyorum. Hiçbir tarifin şundan bu kadar bundan bu kadar deyişine sadık kalamıyorum. Her seferinde kafama göre yorumluyorum.
Söylenenlere uymak bu kadar zor olmamalı.

Anneme dedim ki benim ayağım her yere basacak.
Budur dedim, başka ne olacak ki?

Başladık dünya haritasında gidip gördüğümüz yerleri işaretlemeye...

Konuyla alakası yok. Kopuk kopuk bugün cümleler.
Fark etmez...

Tek kural var zaten.
O da her koşulda eğleniyor, iyi vakit geçiriyor, yaşamaktan zevk alıyor olmak.
Hatta her durumda mutlu olmaya karar vermek. Evet evet mutlu olmak bir seçimdir.
Gerisi teferruat...




25 Aralık 2014 Perşembe

Noel 2014

Bir Noel daha geçti.
Bu Noel benim için daha özeldi, çünkü bu sene annem de vardı.
Noel ağacının altına yerleştirilen hediyeler, şömine önünde tokuşturulan kadehler, aile içi sohbetler, süslenmiş, döşenmiş, oturma planı iliştirilmiş bir masa, ev yapımı, patlayana kadar yenilecek yemekler... Noel aile demek, huzur, bereket, mutluluk, sevmek, sevilmek, kolay kolay hayatından çıkmayacak insanlarla çevrili olmak demek. Noel çocuğu değildim. Ama çok çabuk alışıverdim... Noel vardı sanki hep hayatımda, yılın bu zamanını iple çekerim. Yılbaşından bile daha çok severim.
Annem vardı bu sene ilk defa.
Benim kanıksadığım her ritüel yeni bir keşifti ona. Tepkilerini görmek çok güzeldi. Ağacın altında hediyeleri vardı. Şaşırdı. Hediyelerini açarken ellerini çırptı.
Noel bu. Herkesi mutlu etmek, şaşırtmak, sevindirmek demek.
Ömre ömür katan Noel...










22 Aralık 2014 Pazartesi

Noel Bresilien

Noel, biliyorsunuz aile konseptli bir kutlama.
Her sene 24 Aralık akşam yemeği ve gecesi ve 25 Aralık öğle yemeği için insanlar dünyanın neresinde olursa olsun ailelerine gitmek üzere yola çıkarlar.
Aile bir araya gelir. Sevgi yumağı olunur. 
Hediyeler seçilir, paketlenir.
Noel akşamının geçirileceği evde kurulmuş olan Noel ağacının altına özenle yerleştirilir.
Noel sofrasının vazgeçilmezleri şampanya, kaz ciğeri, somon fumé, kestaneli hindi, buche de Noel sofrada yerlerini alırlar. En güzel şaraplar açılır, her yiyeceğin ayrı bir şarabı vardır.

Gece yarısı oldu mu Noel baba geçer ve hediyeler dağıtılır. Bu ritüel asırlardır her sene yapılır. Senenin bu zamanı iple çekilir. Dört gözle beklenir.

Son yıllarda yükselen trendlerden biri de arkadaş arası Noel geceleri...
İki sene önce biz de evimizde yapmıştık. 25 kişi civarı idik.

Cumartesi akşamı çok sevdiğimiz bir arkadaşımızın ablasının evinde geleneksel Noel Bresilien gecesine gittik.
Kolumuza bir bant bağlandı. Üç kere dolandı. Her dolamada ayrı bir dilek tutacakmışız. Aynı dileği tuttum ben. Üç kere dilersem belki olur. Haydi bakalım...
Yine herkes bir hediyeyle geldi, gece boyunca şampanya çeşmesi aktı. Ve gece yarısı hediyeler dağıtıldı.
Bana düşen hediye ne dersiniz? Mini bir poker seti.

Şu tesadüf meselesi...




20 Aralık 2014 Cumartesi

Poker

Dün akşam çok enteresan bir Fransız yemeği keşfettim. İlk defa yedim. Aslında buna yemek demek ne kadar doğru olur bilemiyorum. Daha çok ritüeli olan bir yemek diyelim.
Fondu Bourguillon.
Ateşin üzerinde kızgın yağ getirilip masaya konuluyor. Sonra ufak ufak kesilmiş et parçacıkları herkesin önündeki uzun çatala geçrilip yağın içinde pişmeye bırakılıyor. Sonra da bilumum soslarla bandırılıp o güzelim etler yeniliyor. Protein sevenler için ziyafet. Ben bayıldım...




Arkasından da bir poker partisi...

Pokerle ilgili daha önce de çok yazmıştım.

Buraya tık tık (poker hayatın ta kendisi yazısı)

Bence poker bir karar alma pratiği, risk analizi ve özellikle elimizdekinin değerini ölçebilme, değerlendirebilme pratiği...
Dün akşam da nerde oyunu doğru değerlendirdiğimi, nerde hata yaptığımı çok iyi biliyorum. Yine de bazen kazanarak bazen kaybederek hep finale kalıyorum. Bire bir oyunlar çok zorluyor beni. İyi kartlarımı dahi atabiliyorum. Ama en büyük kazancımı da 9 ve 5 ile ettim. Normalde oynamaya değmeyecek kartlardı, ben de big blinddım. Kimse de yükseltmeyince flooptan sonra elim birden full oluverdi.
Hayat ta böyle olabiliyor. Beklemediğiniz olaylar ve kişiler bazen çok önemli yerlere gelebiliyor.




14 Aralık 2014 Pazar

Oyun oynayalım mı?

Kendimi bildim bileli oyuncu bir çocuktum, oyunları hep çok sevdim.
Tabi bunun sporcu kimliğimle de yakından ilgisi olduğunu düşünüyorum. Maça çıkılan her spor bir oyun sonuçta, kuralları, taktiği, stratejisi, kazanma-kaybetme sorunsalı, bir başı bir de sonu olan...
Bizim evde zaten oyun eksik olmazdı. Annem ve babam da oynardı bizimle. Herkese göre oyun mevcuttu, yoksa da kendimiz uydururduk. Biz kardeşimle en çok satranç ya da bilgisayar oyunları oynardık. Sonra ailecek Monopoly. Aslında şimdi düşünüyorum da şu anda piyasada üretilen bütün karmaşık ve stratejik oyunlara ilham veren efsanevi bir oyunmuş Monopoly. Neyse...

Oyun oynamayı çok sevdiğim için oyuncu insanları da çok seviyorum. Bana "oyun" de bitti. Kendimden geçiyorum. O anda ne yapmaktaysam hemen bırakıp geliyorum.
Birileri oyun mu seviyor, tamamdır, bu insanı her hafta görmek istiyorum. Hayır ne kadar kibirli ve çekilmez biri olduğu umrumda değil, oyun seviyorsa çekerim.

Oyun oynamayı seven bir sevgiliye denk geldiğim için ayrıca çok şanslıyım. 
Yoksa oyun sevmeyen bir adamla ömür mü geçerdi? Benimki geçmezdi...

Daha Paris'e adımımı attığım ilk sene daha sonra hayatımın en tepelerinde yerini alacak İzmir'li bir kızla tanıştım. Sonra o gitti kendine bir sevgili yaptı. Sevgilisi hangi sektörde çalışıyordu dersiniz? Oyun tasarımı. Bunlar bir grup genius tip oturup birbirinden karışık, kazanmak için puan toplamak zorunda olduğunuz birden fazla parametreyi düşünüp oluşturuyorlardı. Şimdi şu anda bu tiplerin beyninin bir labirent gibi olduğunu hayal ettim nedense. Neyse...
Paris'te geçirdiğimiz ilk yılbaşıydı, hep beraberdik, onlar ve onların oyuncu arkadaşları...
Şahane bir yılbaşı yemeğinin ardından, hediye faslı, birbiri ardına patlayan şampanyalar, şarkılar, danslar ve oyunlar... Sabahın ilk saatlerine kadar oyun oynamıştık..
Camelot ve Citadelle ne zevkliydi !!! Camelot'un mora döndüğünde oyunun ritminin nasıl birden hızlandığını, kendini tam kazanıyor sanarken rengin birden değişip tüm hesapların tepetaklak olduğunu, hele hele Citadelle'de kendine bir personnage seçtikten sonra oturup lütfen katilin öldürdüğü ben olmayayım diye düşündüğümüzü hatırlıyorum.
L'or du Dragon nasıldı? O çetin pazarlıklarda en iyi arkadaşını kaybedebilirdi insan. Öyle...
Kusursuz bir yılbaşının tarifini o geceyle yapabilirim. Ne kadar çok eğlenmiştik. Yılbaşı yaklaşırken aklıma geldi. (Atlayıp gelsene yılbaşında, elimizde şampanya kadehleri, sabaha kadar oyun oynayalım...)

Bazı hafta sonları oyun günüdür, gecesidir bizde...
Bir arkadaşımız var ; her hafta yeni oyunlar satın alıp bize geliyor. Önce kendisi kuralları öğreniyor, ya da başkalarıyla oynuyor, sonra bize gelip oyunu tanıtıyor. Valla böyle arkadaş her eve lazım, hem oyunu gidip alacak test edecek deneyecek enteresan mı değil mi bakacak, sonra bize gelip anlatacak.

Dün oyun günüydü bizim evde. 5 kişiydik. 4 erkek bir de ben...
Fark ettim de, bu İzmir'li arkadaşım hariç çevremde oyun seven kadın yok. Erkeklerin beyni zaten kesin oyunlara yatkın olmaya baştan configüre ediliyor. Arada bir pazar araştırması yaptığım oluyor, yeni kadın oyuncular için.. Bazen sever gibi gözüküyorlar ama uzun vadeli istekli olmuyorlar. Ben yine de umutluyum, motive yeni kadın oyuncular bulacağım.

Şimdiiii, oyun sektöründe fazla kadın olmadığı için, hele hele benim gibi teknolojiyi de modern bir babaanne edasıyla kullanıyorsanız oyun oynamaya ilk oturduğunuzda erkekler sizi önce fazla ciddiye almıyorlar. Onlar birbirlerini kendilerine rakip olarak görüyorlar. Başta bırakın öyle düşünsünler.
Oyuncu yerinizi kendiniz oluşturacaksınız, başka yolu yok.

Dün yeni bir oyun getirmiş Laune. Sankt PETERSBURG. Gayet stratejik çok güzel bir oyun.
Tarımdan para kazanma, kazanılan parayla şehir binaları ya da aristokrat kişilikler satın alıp puan kazanma, daha sonra satın almış olduğunuz kişiliklerin özelliklerini arttıran yeni kartlar satın alıp hem puan hem para kazanmaya dayanan bir oyun.
Hiçbir oyuna onu tam olarak anlayarak başladığımı söyleyemem. Zaten bu Laune da kesin bazı yerleri zor anlayalım diye es geçiyor, oyunun sonunda genelde hiç duymamış olduğum bir kural ya da özellik keşfetmiş oluyorum.
Yani aslında ben ilk partinin sonunda oyunu anca anlamış oluyorum.
Ancaaak....
İkinci partide herkes benden korksun !!!
Korkuyorlar zaten, valla....
Bu Petersbourg oyununun ikinci partisine fırtına gibi bir başladım ki, kazanma hırsıyla yanıp tutuşan Laune masadaki diğer erkekleri fazla kaale almayıp rakip olarak beni görmeye başladı. Her adımı benim az önce yapmış olduğum hamleye karşı bir savunma, ya da bir saldırı şeklinde oldu. Sırf bana yenilmemek için extra effort sarfettiğine yemin edebilirim.
Sonuç: Oyunu ikinci bitirdim. Ben çok eğlendim. Laune da rahat bir nefes aldı.

Ondan sonra daha önceden oynadığımız ABYSS oyununa geçtik.
Abyss, değişik özellikleri, güçleri ve puanları olan personnage biriktirme oyunu. Oyunculardan biri önüne 7. adamı diktiği anda oyun sona eriyor. Puanlar hesaplanıyor.
Gururla söylemeliyim ki; bu oyundaki rekor skor 92 puanla bende. Çizelgemiz de var evet.
Evet efendimmm, Abyss oyununda kimse kusura bakmasın bunları dağıttım...
Allahımm bazı erkekler ne kadar kötü bir kaybeden !!! Yani resmen kaybetmeyi bilmiyorlar.
Ben kazanınca Laune'da bir açıklamalar, bir açıklamalar...
Yok efendim o onu öyle yapmasaymış ben bunu böyle yapamazmışım, o kartı önce o alacakmış ama yeterince incisi yokmuş, ben tabi bir önceki turda çok inci kazanmışım ondan o kartı alabilmişim yoksa aramızda çok az fark varmış ta bilmem ne !...
Bu ne ya !!!
Bizim buna halk arasında halamın şeyi olsaydı amcam olurdu derler !!!
Alabilseydin kardeşim o zaman o 7. kartı ! Ben kazandım işte, ne konuşuyorsun hala?

O değil de, benim zeki, analitik, scientific sevgilim hiç kazanamıyor yaaa... Valla.
Hatta biraz mızıkçı da. Onun turu geçiyor, iki adam oynuyor sonra bu çıkıyor, bir dakka bir dakka ben hamlemi geri alıyorum öyle değil böyle yapıcaktım, yok şu kadar para vermem gerekiyordu fazla verdim banka geri ödesin bilmem ne diye...
Hoppalllaaaa... Geçti borun pazarı çocum, deyince de kızıyor illa yaptırıyor.
Offf yaw valla erkeğin de mızıkçısı, kötü kaybedeni de bir tuhaf oluyor.
Yemin ediyorum, en temiz, en hızlı, hiç bekletmeden ben oynuyorum.

Zaten onların yaptıklarını ben yapsam, işte kadınlar böyle oynar zaten diye kesin yaftayı yapıştırırlar.




12 Aralık 2014 Cuma

Aralık, Noel, hediyeler

Kış birden geldi Paris'e. Hazırlıksız yakalandık sanki. Daha bundan sadece 1.5 ay önce ekim sonunda minicik shortumu giyip Buttes de Chaumont parkına güneşlenmeye gittiğime inanamıyorum. Koluma da iki tane uğur böceği konmuştu o gün. Ama onun hikayesini başka bir gün anlatacağım.
Kış birden geldi. Oysa yazın yeni aldığım güneş gözlüklerimin sefasını süremedim daha. Başka bahara kaldı artık.
Pencereden bakıldığında çok soğukmuş izlenimi veren herşey var, gri bir gökyüzü, biraz rüzgar, kış uykusuna yatın sakın dışarı çıkmayın der gibi bir hava. Ama öyle değil. Hava soğuk değil aslında. Yani ben soğuk diye buna demem... Hakiki soğuğu bilir misiniz? Böyle ellerinizi keser, yüzünüzü keser hava. Dışarıda geçen her dakika ızdıraptır. Bu hava soğukmuş gibi yapıyor ama değil. Çık saatlerce yürü dışarda, kış kokuyor her taraf. Kışın bir kokusu vardır ya kendine has hani böyle biraz küflü, işte öyle. Ama böyle kokmalı aralık ayı. Aralık ayı soğuk olmalı, kışın karakterini yansıtmalı, yoksa ben o Noel'den birşey anlamıyorum...

Noel demişken... Noele 2 haftadan az kaldı. Yılın en şımarık ayı aralık ayı, herkeste özel bir haller var. Herkes ellerinde hediye paketleriyle koşturup duruyor oradan oraya. Düşünün bir kere, şu anda sizi mutlu etmeye çalışan insanlar var şehrin bir yerlerinde...
Şu hediye faslına bu sene daha pratik yaklaşıyorum. Material bir hediye yerine ailenin her ferdine benimle beraber bir konser, sirk, gösteri vs... bileti hediye ediyorum. Bence "hizmet" çok iyi bir hediye. Mesela biri de bana yüz ve vücut bakımı, bir masaj, bir Pekin sirki, hele hele bir de Paris Opera Garnier'de sadece 1. ve 2. kategoride kalmış yerlerden bir Opera hediye etse bir çantadan çok daha makbule geçer doğrusu. Pekin sirkine yer kalmamış ne yazık ki ! L'Empreur de Jade... Offff ne şahane olurdu! Bu Pekin sirkine üç kez gittim her sene gidebilirim, muhteşem.

Şehir yine bezenmiş, giyinmiş, süslenmiş... O tuvaletini çoktan giymiş, bizim sıramız da gelecek.
Bu arada fark ettim de, Avrupa'nın çeşitli şehirlerinde Christmas marketlara gittim. Paris'tekine hiç gitmemişim. İnsan sahip olduklarına körleşiyor. Sahiden öyle.
Annem gelsin, beraber gideriz.


10 Aralık 2014 Çarşamba

Yeni yerleştirilen çöp torbaları

ODTÜ'den eski bir arkadaşım geldi Paris'e. 10 yıl oldu nerdeyse görüşmeyeli.
"Hiç değişmemişsin." dedi bana. "Hiç değişmemişsin." dedim ona.
Ne tuhaf! Hem hep değişmek isteriz, hem de değişmeyen şeyler aslında ne güzeldir, ne kadar huzur verir ve nasıl sıcacık akar insanın içine...
Biz, biz olarak ta değişmemişiz. Araya yıllar, yollar girmiş, biz aynı biz, kaldığımız yerden devam. Kahkahalar, beyin fırtınaları, konuştuğumuz konunun 1 mil uzağında daldan dala atlayıp kaybolmalar...
Ve sessiz geçen dakikalar...
Bence bir insanın yanında sessiz vakit geçirmek insanı rahatsız etmiyorsa, "konuşacak birşeyimiz kalmadı" duygusu değil, "şu anda disconnected olma ve kendimle başbaşa kalma ihtiyacındayım, bir 10-15dk sonra sana ve dünyaya geri bağlanırım" duygusunu yaşamanıza izin veriyorsa, o kişi, hayatta sizi saran çemberin birinci dalga insanlarından biridir.

Pulp Fiction'daki "silence" ile ilgili bölümü hatırlıyor musunuz?
Öyle diyordu Uma Thurman :
"That's when you know you have found somebody really special, when you can just shut up for a minute and comfortably share the silence."
"Why do you feel it's necessary to talk about bullshit in order to feel comfortable?"

İşte öyle. Yanında sessizliği de paylaşabildiğiniz, bunun rahatsızlık vermediği kişi sizin en yakınlarınızdandır.

Sessizlikten bahsederken... Anlatacak ta ne çok şeyimiz birikmiş...
Konuş konuş bitmedi konular, aslında hiçbir konuyu bitiremedik ki, o konunun bağlı olduğu milyonlarca konuya atlamaktan, oradan oraya slalom yapmaktan...
Ama mottomuz neydi? Vardığımız durak değil, yolculuğun kendisi mühim olan. Hiçbir konuyu bir yere bağlayamadığımız için hayıflanmadık, o sohbetten bu sohbete geçerken biz çok keyif aldık.

"Bloğunu okuyorum, çok seviyorum, neden daha sık yazmıyorsun?" dedi bana.
Gezip gördüğünü de yaz, Paris'in gri, soğuk havasını, en sevdiğin kotunu ve bej botlarını, hediye gelip evinde uzun süre barınamayan çiçekleri, yemeklere tuz koymadığını, her seferinde yeni bir çöp torbası yerleştirirken ne kadar mutlu olduğunu yaz mesela...

Kime ne benim yeni yerleştirilen çöp torbalarına karşı beslediğim duygulardan...

Ama mesela dün ilk defa katıldığım yeni bir gym class'ı anlatayım. "Barre au Sol" ama bu barre'sız yapılanı. Fitness salonlarının yeni konseptlerindenmiş bu ders, bir gidip göreyim dedim, eksik kalmıyım. Classic bale hareketlerinin daha önce hiç bale yapmamış insanlara indirgenmiş, uyarlanmış hali. Hem esneklik kazandırıyor, hem posture hem de upuzun taş gibi bacaklar yapıyor. Yemin ediyorum ders boyunca bacak kaslarımı neredeyse bir saniye bile bırakamadım; böyle her an gergin ve havada. Hayır kendime balerin havası vermek için öyle ördek gibi yürüyemiyorum henüz; ama bacak boyum dünden bu yana 1 cm uzadı sanki...

Herşeyin mükemmel olmasını beklemek çok anlamsız, bak yaptığımız kek te kabarmadı ama tadı şahane.

Bir kız vardı, adı neydi bilmiyorum, bloğunda şöyle demişti bir gün:
Herşey her zaman istediğin gibi olmaz.
Biliyorum dedim, kabul ediyorum demedim...

Tamam. Bundan sonra daha sık yazmayı deneyeceğim.
Deneyecekmiş !
Deneyeceğim sözü bana hep Yoda'yi hatırlatır. Ne demişti?

Do or do not.

There is no try...

5 Aralık 2014 Cuma

Dansla dalga geçen bir dans gösterisi : TUTU

Dün akşam Paris'te çok enteresan bir dans gösterisine gittim.
Hani böyle bazı korku filmleri olur ya, diğer korku filmlerinin effectleri ve klişeleriyle dalga geçen, korku filmiymiş gibi yapıp aslında bizi güldüren...
İşte bu da dans dünyasıyla dalga geçen, muhteşem bir dans performansı ortaya koyarken aynı zamanda bizi gülmekten kırıp geçiren bir gösteri.

TUTU de Philippe LAFFEUİLLE

Her şekle giren, bebek te olabilen, kadın da olabilen 6 dansçı.
Özünde hepsinin bale kökenli olduğu çok belli.

Baleyle dalga geçen bir yaklaşımla başlıyor gösteri.
Özellikle balerinlerin parmak ucunda yürümesi öylesine ti'ye alınıyor ki balerinlerin kendilerini sahiden dev aynasında gördükleri sonucunu bile çıkartabiliriz. Sanki sessiz sessiz bir yere gitmek ister gibi yürüyor dansçılar parmak ucunda. Çok komikler.

Balerinlerin kariyer meselesi meşhur Kuğu Gölü balesi, TUTU'de oluyor Kaz Gölü balesi...

Sonra Dirty Dancing'in o herkesin hafızasına kazınan dans kareografileriyle dalga geçilip yeniden yorumlanıyor. Müthiş komik...

Sonra hepsinin upuzun elbiseler ve bellerine kadar peruk taktıkları bölüm, aman aman...
O nasıl dişilik öyle !

Tango adımlarıyla, gymnastik performanslarıyla dalga geçtikleri bölümler çok yaratıcı.
Bu arada topuklu ayakkabı en dişi olmayanı bile dişi yapabilir, yürüyüşünü ve endamını değiştirebilir.
Bir erkeği bile...
Topuklu ayakkabıları içinde sundukları Tango gösterisinde ince, uzun, düzgün, kaslı bacakları muhteşem ve son derece dişi görünüyordu...

Ben içlerinden özellikle Loic Consalvo ve Julien Mercier'yi inanılmaz yetenkli buldum.
Consalvo'nun her türlü yüz mimiği inanılmaz komik ve etkileyici. Mercier'de de nasıl vücut var aman allahım, bir bölüm sadece onun sırtının hareketlerinden oluşuyordu. Evet 5 dakika bir adamın sırtına bakarak sıkılmadık. (Gerçi en son bunu Nadal maçında da söylemiştim, sırt fantezim mi var nedir?)

TUTU

Paris'e gelirseniz, onlar sizin oralardan geçerse kaçırmayın derim.
Dans teknikleri tam not alacak seyivede ancak dans performansı sergilemekten ziyade güldürmek gibi bir amaçları var.
Ve bence amaçlarına da ulaşıyorlar.


STOMP: Kaçırırsanız çok şey kaçırırsınız...

18 Kasım 2014 Salı

Çiçek vaktinden evvel açmaz.

İçinde "yeni" kelimesi geçen her cümleyi çok seviyorum.

Okunmamış kitaplar, gidilmemiş yerler, tanışılmamış insanlar, dokunulmamış yaşamlar...
Kurulmamış hayaller...
Henüz bizi değiştirmemiş, henüz yaşanmamış deneyimler...

Yeni olan herşey eskiden gelir, demişti Anish Kapoor.
Yeniyi çağıran; eski deneyimler, eski öğrenilmişler, hücrelerimize çok önceden yerleşenler.
Ancak...
Tekrara düşeni, günden güne eskiyeni, bugüne kalamayanı, yarına tutunamayanı attım gitti.
Yarına tutunamayanı atmadıkça, yeniye yer açılmıyor.

İnsanın dilediği ne varsa böyle zamanlarda gerçekleşiyor.
Üstüne düşmediğin, köşene çekilip beklediğin...
Talepte bulunmak yerine hayatın getirdiklerini karşıladığın...
Kaçırdıklarını, senden götürdüklerini hesaba katmadığın, rüzgara arkana alıp aynı heyecanla yürümeye tam hız devam ettiğin zamanlarda...

Hayat hep dağılır.
Biz de hep onu toplamak isteriz. Parçalarını birleştirmek isteriz. Öyle derli toplu düzen içinde dursun isteriz.
Duramaz. Durağan değil. Doğasına aykırı doğanın...
O yine dağılır. Biz onu yine toplarız. Her toplamada büyürüz. Olan biten sadece budur.

Sağlam sandığımız hiçbirşey yok.
Hayatın hepimizden güçlü bir döngüsü içinde savrulup gidiyoruz. Gün gelir, bir de bakmışız, biz farkına bile varmadan o döngünün dışına fırlatılmışız.

Sıkı sıkı tuttuğum bazı ipleri bıraktım.
Yüklenmiş gidiyorum türlü türlü tadı, insanı, anıyı.
Arkana bakmadan yürürsen, bazı yükler ağırdır, zaten yürüyemez, sana yetişemez. Kalır.

Herşeyi akışına bırakmalı.
Pişen yemeği soğumaya, yağan yağmuru durulmaya...
Hiç kimseye, hiçbir şeye acelem yok. Acele ettikçe hep geç kalınır.
Zaman benim en iyi arkadaşım.

Su yolunu bulur.
Olmamış armut yenmez.
Çiçek vaktinden evvel açmaz.




7 Kasım 2014 Cuma

BRAHIM ZAIBAT : Rock it all

Onu ilk defa 2012 yılında, Madonna'nın Nice'teki konserinde favori dansçı olarak görmüştüm.
Dansından, sahne performansından, sexapelinden, adamı baştan çıkartacak güzellikteki vücudundan etkilenmemek mümkün değildi.
İnsanı kilitliyordu.
Sahnede hareket eden onlarca kişinin içinden gözümüz onu takip ediyordu.
Biz böyle ağzımız açık kalmış, gözlerimiz yerlerinden fırlamış, fantezilere dalmış bir şekilde izliyorduk. Oha diyorduk bu ne? Bu nasıl adam böyle?

Madonna'nın konserine de bayılmıştım ve içinde ona da yer veren bir yazı da yazmıştım.
Bu adamlardan her kadına birer tane lazım, akıllara zarar, adamı yoldan çıkartır bunlar diye...

Madonna olacakmış. Gülmeyin. Belki yarası var...

Sonra bir gün tesadüfen, artık kendi kanatlarıyla uçmaya başladığını, kendi gösterisini hazırladığını, Rock it all tour kapsamında Fransa turnesine çıktığını ve 3 ve 4 kasımda Paris'te olacağını öğrendim.

Derhal 4 kasıma biletimi aldım.



BRAHIM ZAIBAT 

Lyon'un banliyölerinden Madonna'nın sevgilisi olmaya uzanan bir hayat hikayesi...
Ama içinde hep dans vardı...
Ve çünkü zaten dans vardı...

Lyon sokaklarında yoldan geçenlere dans ederek bozuk para toplamak için günde 8 saat dans çalışırmış.

2001 yılında Avrupa ve Dünya Breakdance şampiyonu olduktan sonra yolu açılmış.

Madonna'nın "Material Girl" iç çamaşırı markasının promosyon çalışması için Macy's alışveriş merkezinde dans ederken tanışmışlar. 2012 yılında da, benim de izlemiş olduğum, Madonna'nın dünya turnesinde favori dansçılarından biri olarak dans etmiş. Bu arada da sevgilisi olmuş.

Gerçi kendisinden 23 yas buyuk ama o da Madonna yani, biyolojik yaşı 56 bile olsa, mental ve enerji olarak yaşsız bir kadın o...
Zaten geçen sene ayrilmislar basindan okudugum kadariyla...



ROCK İT ALL

Siz de benim gibi dansın her dalına biraz bulaşmışsanız, dansın her çeşidini izlemek güzel gelir.

Brahim Zaibat'ın esas alanı süper dinamik, havada dönüp ayaklarını yerden kesen akrobatik danslar, breakdance, hip hop...
Ama dansın bir türünü bir kere çok yüksek platformlarda sergileyince Brahim Zaibat bir çağdaş dans, bir cha cha, vals, rock yapamayacak mı?

Tamamen gençlerden oluşan bir kadro. Yaşları ortalama 25.
Hatta bazıları profesyonel bir iş yapıyormuş gibi değil de sokaktan toplanmış dansçı şeklinde.
Sanki sahnede öğreniyormuş gibi. Zaten gösteriye de bir avuç gencin seyircilerin önünde ısınmaya çıkıp kendi kendilerine dans edişiyle başlıyor.
Sanki az sonra o muhteşem gösteride devleşecek olanlar bu çocuklar değil...

Ve dansın her türü sahnede.
Çok akrobatik. Çok dinamik. Çok sensüel. Çok akıcı. Çok yaratıcı. Çok enerji yükseltici.
Gözlerinizi yerlerinden fırlatıcı...

Brahim kadar diğer dansçılar da müthiş...
Hele hele uzun saçlı esmer kızın solo modern dans gösterisine bayıldım.
Hareketlerinin su gibi akışkanlığına, esnekliğine, estetiğine, duyguyu aktarışına, sahneyi kullanışına hayran kaldım...
Daha sonra bu kızın, yine müthiş bir dansçı olan kızıl saçlı kızla düosuna. O kızıl saçlı kız, kısa boylu ve hafif kalın olmasına rağmen nasıl inanılmaz bir vücut kontrolüdür öyle... Dansı çok etkileyici.
Ve elbette ki son derece sensüel ve sportif Brahim Zaibat'la düosuna bayıldım. İzlerken hiç bitmesin istedim...

Gösteride en orjinal bulduğum bölümlerden biri de "ayna" bölümüydü.
Sahiden Brahim'e tıpatıp benzeyen bir dansçısı var. Onunla karşılıklı kusursuz bir harmoni içinde tıpatıp aynı yaptıkları hareketlerden oluşan bölüm, çok iyiydi.

Zaibat'ın dans perfomansı tartışılmaz. Yaşı daha 28, az zamanda çok işler yapmış, mükemmel bir dansçı.
Ayrıca photoshoptan çıkmış gibi bu vücudun gerçek olduğuna gözlerimizle gördüğümüz için inanıyoruz.

Yoksa bu ne kardeşim! Yunan heykeli misin?



















Brahim Zaibat'ı izlemek için bütün yerler kapış kapış gitmiş. 3 ve 4 Kasım full çekmiş.

16 Aralığa bir tarih daha almışlar. Casino de Paris.

Valla bu gösteri beni kesmedi. Sanırım ben tekrar gideceğim.

Gelen varsa, orada görüşürüz...

3 Kasım 2014 Pazartesi

Sağlıklı Yaşam (5) : Kalıcı değişiklikleri nasıl yaratıcaz?

Türkçe, Fransızca, İngilizce beğenerek takip ettiğim bloglar var.
Bunların başında Scott Adams'ın dilbert.com adlı bloğu geliyor.

Scott Adams bloğunda  hayatın her alanına uygulanacak willpower diye bir conceptten bahsediyor.
Nedir willpower? Türkçeye çeviremeyeceğim; bu nedenle willpower olarak kullanmaya devam ediyorum.
(Willpower: the ability to delay gratifications, resisting short-term tentations in order to get long-term goals.)

Scott Adams, her kişinin sınırlı willpower'a sahip olduğunu ve willpower rezervimizi doğru yere doğru miktarda aktarmamız gerektiğini, aynı anda birden fazla alana willpower aktarırsak bunlardan birinde büyük ihtimalle kötü seçimler yapacağımızı söylüyor.
Çünkü mücadele ettiğimiz her alanın bir "steep price" ı var. Başka bir yerden çıkma ihtimali var.
Dolayısıyla, hayatımızda, willpower aktarmamız gereken yerler üzerinde iyileştirme yapmalıyız.

Yani ihtiyacımız olan düzenli bir diet sisteminin willpower'a ihtiyaç duymaması gerekiyor.

İnsanların başaramamasındaki sorun şurda: Yiyecekleri, lezzetli yiyecekler - az kalorili tadsz yiyecekler, carbonhidrat - protein gibi sınıflara ayırıp, belirli bir süre kendilerini bir grubun yiyeceklerini tüketmek zorunda hissedip, diğer grubun yiyecekleri için hala ölüp bitmeleridir.

İnsan, kendisiyle, bu kadar uzun süre mücadele halinde yaşayamaz...

Diğer bir deyişle yaşam kalitemizi arttırmak için willpower kullanmak zorunda kaldığımız alanlar üzerinde değişiklik yaratabilirsek sınırlı willpowerımızı başka alanlara çevirebiliriz.

Kalıcı değişiklikleri ancak artık willpower kullanmadığımız anda gerçekleştirebiliriz.

İnsanlar yıllarca bana şöyle dedi:

"Her gün spora nasıl gidiyorsun? Bana çok zor geliyor, sen bu motivasyonu nasıl buluyorsun?"

Ne cevap vereceğimi genelde bilemezdim. Benim için bu durum o kadar natüreldi, o kadar hayatımın bir parçasıydı ki; "Bilmem ki; ben yürümeye başladığımdan beri spor yapıyorum, alışkanlık herhalde" tarzı birşeyler gevelerdim.

Ama şimdi biliyorum cevabı.
Her gün spor yapıyorum, bu bana hiç zor gelmiyor, hatta bunu hiç düşünmüyorum bile.
Çünkü spor yapmak için willpower rezervimden hiç kullanmıyorum.

Peki ya sağlıklı beslenme için kullanılan willpower?

Şimdi burada bir parantez açmak istiyorum.

Anthony Robbins'in kitaplarından öğrendiğim birşey var: Bütün eylemlerimizi sadece iki duygu yönetir. Acı ve Zevk.
Biz, herşeyi ya acıdan kaçmak için yaparız, ya zevke ulaşmak için...
Öyleyse kalıcı çözümler üretmek için ne yapmamız lazım?
Acıyı nereye, zevki nereye bağladığımızı kendimize öğretmemiz lazım.
Esas sorun insanların kısa dönemde acıdan kaçıp zevke ulaşma yolunda eğilim göstermesi ve dolayısıyla uzun vadedeki zevki yaşayamamasıdır.
Daha ince ve fit olmanın potansiyel zevki, sağlıklı beslenme adına bir takım yiyeceklerden mahrum olma acısının karşısında yenilgiye uğrar.
Yoksa insan, kendisine zararı olacağını bildiği halde neden pastaları börekleri yutar, çikolataları, dondurmaları yer?
İnsan acıdan kaçmak için daha çok şey yapar, zira zevke ulaşmak için yapılacaklar daha zahmetlidir.
İşte bu yüzden diyete inanmıyorum.
Diyet yapıp acımızı kısa dönemde kontrol altına almak başarılı olmayacaktır.
Çünkü hala acıyı o şişmanlatıcı güzel yemekleri yiyememeye bağlıyoruzdur.
Sağlam ve sağlıklı insanlar, hiçbirşeyin tadı, kendini zayıf hissetmek kadar güzel değildir derler.
Zevki sağlıklı yiyeceklere bağlarlar.  

Bu değişikliğin kalıcı olabilmesi için, acıyı o yiyecekleri yemeye bağlamalıyız ki bir daha onları hiç arzulamayalım. 
Zevki de bizi besleyen, bize enerji veren ve vücudumuza gereğinden fazla kalori olarak girmeyecek yiyecekleri tüketmeye ve akabinde fit bir vücuda sahip olacağımız düşüncesine bağlamalıyız.

Vücudumuzu ne isteyip ne istemeyeceğimize programlayabiliriz. Bu mümkün.

Acıyla zevkin yerini değiştirebiliriz. Kısa dönemli zevklerden kaçabiliriz.
Ve vücudumuzun değerini anlayıp ona saygı duymayı, ona zarar veren hak etmediği yiyeceklerle onu doldurmaktan vazgeçmeyi öğrenebiliriz. Bu vücut bizim...


Enerji seviyemiz, hislerimiz dahi ne yediğimizle yakından alakalı.

Bazı yiyecekleri tükettikten sonra kendimizi inanılmaz dinamik, enerjik, hafif ve mutlu hissediyoruz. Oysa ki, eminim hepinizin başına gelmiştir, bazı yiyecekleri tükettikten hemen sonra enerji seviyemiz düşüyor, kendimizi yorgun, ağır ve mutsuz hissediyoruz.

Mesela basit karbonhidratların bunu yaptığını hissetmişsinizdir.
Öğle yemeğinde iş yerinde şöyle yanık peynirli güzel bir fırında patates, veya peyaz pirinç, ekmek  yedikten sonra halbuki enerjinizi yani besininizi henüz almışken uykumuzun geldiği, kendimizi yorgun ve halsiz hissettiğimiz olmuştur.
Tabi, bunların dışında, yerken hiç hesaba katmadığımız ama yedikten sonra pişmanlık duygusuyla bir anda agresivleştiğimiz, mutsuzlaştığımız durumlara hiç girmiyorum bile...

Çikolatayı ceviz ve badem sayesinde bıraktım.

Çevremdeki arkadaşlarım bazen bana bakıp, günde nasıl iki paket çikolata yediğime inanamazdı.
Bazen 200'er gr'dan iki paket. Hem de siyah çikolata falan da değil, bayağa bildiğiniz pralineli, karamelli, ballı, bademli sütlü çikolatalar...

Haydi bir şekilde aldığım kaloriyle yaktığım enerji arasında bir denge var diyelim peki ya vücuduma depoladığım şeker?

Bugün artık şekerin zehir olduğunu, insanın ömründen çaldığını, yemesi çok keyifli ama vücudunuza akıllara zarar zararlar verdiğini bilmeyen yok. Haydi şimdi genciz yedik, sindirdik. Ya sonra? Ya sonra çıkarsa yıllarca vücudumuza depo ettiğimiz gereksiz şekerin acısı?

Bir gün böyle imana geldim birden. Tak diye bıraktım çikolatayı. Evde paket paket duran çikolatalara baktım ve dedim ki; evet çok tatlısınız, çok keyiflisiniz ama getirdiğiniz zevk, vücuduma verdiğiniz zararı karşılamıyor..

Dolayısıyla acıyı çikolatayı yemeğe bağladım. 
Ve zevki şekerden uzak durarak kendime ne kadar iyi bir şey yaptığım duygusuna...

Ancak...

Scott Adams'ın anlattığı gibi, çikolatayı hayatımdan çıkartmak için willpower rezervimden bir miktar aktarmak zorunda kaldım. Ve anladım ki; çikolatanın yerine birşey koymam lazım.

Koymazsam; ya bu kararlılığım kısa sürecek ve bir süre sonra çikolata yeme alışkanlığım tekrar geri gelecek... Ya da birden fazla cephede etkili savaşamayacağım için başka birşeye yenik düşeceğim.

Çikolatanın yerine bademi koydum. Cevizi, fındığı, kuru inciri, kuru kayısıyı koydum.
Sabahları kahvemin yanında koca bir avuç badem yiyorum. Bazen bir paketin tamamını yiyorum.
Badem de kalori açısından hiç masum değil.
Ama en azından faydaları saymakla bitmiyor. Cildime yarıyor, saç uzatıyor, antioxydant, E vitamini içeriyor...
Ama bir de öyle birşey yapıyor ki... : İştahımı dengeliyor.
Sırf badem yediğim için fazla acıkmıyorum, kendimi her zaman dinamik hissediyorum ve bir sonraki öğünlere çok aç oturmadığım için karnımı tıka basa doldurmuyorum.

Tabi işin bir de "sosyal yiyici" kısmı var. Eğer herhangi bir yerde tatlı yememiz gerekiyorsa reddetmek olmaz. Ancak porsiyonun büyüklüğünü seçmek bizim elimizde.
Cindy Crawford'un en yalın diyet reçetesi bu: Bir kare çikolataya evet demek, ikincisini reddetmek.

Sağlıklı yiyecekler neler hepimiz biliyoruz.
Sadece onlardan yemek istemeye kendimizi programlayabiliriz.

Sağlıklı yiyeceklerdeki genel kanı tadlarıyla ilgili. Yeterince zevk vermediği için insanlar uzun süre bu tadlara dayanamıyorlar. Ancak bu tadları siz değiştirebilirsiniz.
Mesela badem gibi gayet kalorili olan peynir de yemeklerimin vazgeçilmez bir parçası benim.

Size faydası olan yiyeceklerle aralarındaki tad arasında doğru bir korelasyon yakalamak sizi başarıya götürecekse, o halde tadını istediğinizi seviyeye getirmek için yağ, tuz ve peynir eklemekten çekinmeyin. Basit carbonhidratlardan ve şekerden uzak durun yeter.



Sonra bir gün bir de bakmışsınız canınız pizza, makarna, börek değil bir tabak brokoli çekmeye başlamış...


Sağlıklı Yaşam Serisi (4) : Personal trainerın gözünden kilo veremeyen insanlar

Sağlıklı Yaşam Serisi (3) : Leptin hormonunun salgılanmasına izin vermezseniz kilo veremezsiniz.

Sağlıklı Yaşam Serisi (2) : Montignac Metodu

Sağlıklı Yaşam Serisi (1) : Herşey denge meselesi.

2 Kasım 2014 Pazar

Sağlıklı Yaşam (4) : Personal trainer'ın gözünden kilo veremeyen insanlar...

Dün akşam @reddit sayfalarında gezinirken, Amerikalı bir personal trainer'ın bir yazısına rastladım.

Yazının linkini veriyorum, belki okumak istersiniz: Why people do not succed in loosing weight?

İnsanların, haftada birkaç gün spora giderek ve beslenmelerinde gerekli değişimleri yapmayarak rüya gibi bir vücuda sahip olmayı beklediklerini, ancak bunun imkansız olduğunu, sağlıklı ve fit bir vücuda sahip olmanın bütün bir yaşam biçimini değiştirmek, düzenlemek ve doğru alışkanlıkları edinmekle alakalı olduğunu söylüyor.
Ve spor yapan insanlar arasında dahi bunu sadece %1 başaran bulunduğunu söylüyor.

İnsanların beslenmelerinde gerekli değişiklikleri yapmadan personal trainerlardan çok büyük beklenti içine girdiklerini ama aslında bu insanların bir koça değil, terapistlere ve psikiyatristlere ihtiyacı olduğunu söylüyor. Hayatlarinda yolunda gitmeyen herseyin acisini yemekten çikarip personal trainerlardan mucize yaratmalarini beklediklerini soyluyor.

Zira, aç olmadığımız halde boşluktan yenilen yemeğin kesinlikle bir davranış bozukluğu olduğunu, daha iyi görünen bir bedene sahip olmak isteyip aynı zamanda gerekli beslenme değişikliklerini yapamayacak kadar zayıf olduklarını söylüyor. (Son yazıda bunu ben de söylemiştim)

Ve bu insanlar aslında sadece yiyecek bağımlısı. Daha da kötüsü bu insanlar herhangi bir eroin bağımlısından daha iyi bir yerde degil diyor. Ve "junk food"u, eroinle aynı kefeye koyuyor.

Ve bunu sadece "yemek yemeyi seviyorum" olarak açıklıyorlar, sigara içmeyi sevdiğini söyleyen biri gibi.

Ben önce size, ne yediğimi değil ne yemediğimi söyleyeyim:

İnsanlar bazen girdiğim ortamlarda bana ne yediğimi sorar.
Herkes doğru besinleri alma çabasında. Herkes o doğru besinlerin neler olduğunu da biliyor aslında.
Ben de bu durumda derim ki; ben önce size ne yediğimi değil, ne yemediğimi söyleyeyim.

Zira sağlıklı ve fit bir vücuda sahip olmak için daha fazla sağlıklı yiyecek, daha fazla sporda geçirilen zaman, daha fazla uyku, daha fazla yeşil çay eklemeniz gerekmiyor.

Tam tersi.
Yukarıdaki spor koçunun söylediği gibi, hayatınızdan fazlalıkları çıkarmanız gerekiyor.
Yani vücuda giren yiyeceklerin kontrolünde bitiyor bütün mesele.
Spordan da çok büyük medet ummamak gerekiyor. Vücudu güzelleştirdiği ve kaslı bir görünüm getirdiği tartışılmaz ancak sporda sanıldığı kadar büyük kaloriler yakmıyoruz.
Sağlıksız yiyeceklerin vücuda bastan girmemesini sağlamanız gerekiyor ilk önce.
Beyaz pirinç, beyaz makarna, ekmek ve her türlü kötü karbonhidrat yemiyorum ben mesela asla.
Akşamüstü 5 çayının yanında bisküvileri yiyip sonra neden kilo veremiyorum demiyorum.
Baklava, börek, hamur işi yemiyorum. Ve hatta direk sevmiyorum.
Tek zaafım çikolataydı. Biliyor musunuz? Onu da bıraktım. Şimdi kırk yılda bir...

Ben rejime inanmıyorum.
Rejimde olmak diye birşey yok, beslenme alışkanlığı diye birşey var.
Kilo verme hedefi, uzun vadede hayatımızda uygulamayacağımız değişiklikler gerektiriyorsa eğer, bilin ki o giden kilolar er ya da geç size dönecektir.

Bir değişiklik yaptınız. Bilin ki bu artık hep böyle olacak, sadece bir dönem değil. Sistem ancak o zaman doğru çalışır. Yoksa kendinize uzun vadede tutamayacağınız bir söz vermiş olursunuz.

Benim tercih ettiğim beslenme alışkanlığı son derece basit bir mantığa dayanıyor:

İstediğim şeyden, istediğim zaman, istediğim kadar yiyorum.

Ancak yemeği istediğim şeyler neler? Bütün mesele burada bitiyor.
Bir kere, yemek istediğiniz doğru yiyeceklerin listesini hayatınıza oturtturursanız, size zararı olacak yiyecekler aklınızdan bile geçmez, canınız bile istemez.

Benim sınırsız yemek listemde neler var, neler yok?

Bir sonraki yazıya...


Sağlıklı Yaşam Serisi (4) : Personal trainerın gözünden kilo veremeyen insanlar

Sağlıklı Yaşam Serisi (3) : Leptin hormonunun salgılanmasına izin vermezseniz kilo veremezsiniz.

Sağlıklı Yaşam Serisi (2) : Montignac Metodu

Sağlıklı Yaşam Serisi (1) : Herşey denge meselesi.

29 Ekim 2014 Çarşamba

Sözcükler

Yazmak dediğin nedir ki?
Herkes yazar, herkes yazabilir.
Bu dilin, dillerin tapusu sende, bende, onda mı ki?
Sözcükler sana, bana zimmetli değil ki...

Hadi fikirler desen, anlatılacak hikayeler...
Gözümüze çarpanlar, gözümüzden kaçanlar, içimizde bir yere dokunanlar, değmeden teğet geçenler, herkesin bam yeri aynı yerde değil ki...
Oysa ki; birbirinden farklı da olsa yaşananlar, deneyimler; bıraktığı duygular sende, bende, onda ne kadar farklı olabilir ki?

Sözcükler havada uçuşur bazen.
"Beni al", "beni seç", "beni kullan" diye yarışırlar birbiriyle.
Kafanı kaldırır bakarsın, sözcükler takla atıyordur karşında...
Bir duygu vardır aklında tanımlamak istediğin, ya da, henüz başına gelmiş birşey vardır, yeni yaşadığın veya hatırladığın birşey vardır, bir hayalin vardır, seni beslemiş bir düşünce, ya da öylesine birisi vardır aklında, dünden bugüne yerinden oynamış bir taş vardır...

Sözcükler havada uçuşur bazen, birbiriyle yarışır.
Biz sözcüklerin peşinde perişan, onlar bizim etrafımızda pervane.
Sözcükler güçlüdür...

Havada uçuşan sözcüklerden hangilerini seçtiğinizdir farkı yaratan.
Sözdizimidir.
Hangi sözcükleri birbiriyle yanyana getirdiğinizdir.
O sözcüklerin, yanındakini sevip sevmeyeceğidir, sözcüklerin kimyasıdır.
Konuşurken de bu böyle yazarken de; doğru bir sözdizimi kadar çok az şey bu kadar etkilidir.
Tılsımlı sözcükler her diyarın kapısını açar.

Başka hiçbir şey doğru bir söz dizimi kadar bir kadının başını döndüremez mesela.
Bir kadının kalbine giden bir yol varsa, en basitinden doğru bir söz diziminden geçer.

Kafanızın içindekiler, üzerlerine sözcükleri giyinip açığa çıkmak isterken, havada uçuşup duran sözcüklerden oluşturacağınız sözdizimleridir yazının ruhunu, kimliğini, akıbetini belirleyen.
Yoksa, o sözcükleri teker teker herkes biliyor.
Başka başka yerlerde herkes kullanıyor.
Ama sözdizimleri ? Onlar bizim...

Sözcükler bu kadar güçlü mü?

Evet güçlüdür.

27 Ekim 2014 Pazartesi

Bir film izledim : The Lunchbox

Hafta sonu bir film izledim. Bir Hint filmi.
Dolmuş, gündelik hayatın dışından gelebilecek herhangi bir hamleyle taşmaya hazır duygular fırtınasında izleyiciyi sürükleyen bir film...


İla, kocası tarafından ilgi ve sevgi görmeyen genç, güzel ve mutsuz bir ev kadınıdır.
Kocasının dikkatini çekmek, kalbini yeniden fethetmek ve kendisine iltifat etmesini sağlamak için kolları sıvar ve mutfağa girer. Kocası için özene bezene enfes öğle yemekleri hazırlar.
Ve Hindistan'da çok gelişmiş olan "evden şirketlere öğle yemeği paketi teslimatı" için evine gelen "dabbawala" ya hazırladıklarını verir.
Kocasını özel tariflerle ve özel baharatlarla hazırladığı yemekleriyle memnun ettiğinden emindir. Ne var ki; kocası akşam eve geldiğinde yemeklerden hiç söz etmez, İla ile ilgilenmez. Her zamanki gibi karnıbahar yapmış olduğunu söyler ve İla, lunchbox'ların karıştığını ve yaptığı o özel yemeklerin başka birine gittiğini anlar.

Saajan, bir devlet dairesinin muhasebesinden sorumlu, karısını kaybetmiş, yalnız ve kısa bir süre sonra emekli olacak olan, orta yaşlı bir adamdır.
İla'nın özene bezene hazırladığı nefis yemeklerin yanlışlıkla gittiği adres odur. Kendisi de bu lezzetteki yemeklerle karşılaşınca son derece şaşırır. Ve hatta öğle yemeği için lunchbox siparişi verdiği yemek şirketini tebrik eder.

İla durumu anlar. Ertesi gün yeniden aynı lezzette ve yaratıcılıkta yemekler hazırlar. Bu sefer, lunchboxın içine bir de not yazıp koyar... Ve bu şekilde lunchboxların içinde gidip gelen yazılı bir iletişim başlar.

Başta, temel konu yemekler ve paketin adres karışıklığı olsa da, aralarındaki paylaşım derinleşir.
Birbirlerine iç dünyalarını açmaya başlarlar...

Film, her insanın dinlenilmeye, anlaşılmaya, söylediklerinin ve yaptıklarının karşısındaki kişide bir tepki uyandırmasına, kısaca hayatta tutunacak bir insana duyduğu ihtiyaca vurgu yapıyor.
Son derece beklenmedik şekilde kurulan bu ilişkiyle birbirine tutunuyor İla ve Saajan ve bir amaç var ediyorlar kendi kendilerine...

Filmin belki de en can alıcı meselesi, lunchboxların karışmasıyla oluşan bu arkadaşlığın nereye doğru gittiği...

The wrong train can get you to the right station? 
























Senarist ve yönetmen Batra Ritesh'in esas olarak Hindistan toplum dinamiklerini anlatmak gibi bir kaygısı olmasa da filmde toplumun sosyolojik ve ekonomik yapısı hakkında birçok dokuyla karşılaşıyoruz : Geçim mücadelesi, ekonomik yetersizlik, yalnızlık, yollardaki alt yapı yetersizliği, ağzına kadar dolu toplu taşım araçlarına mecbur insanlar...

Filmde benim dikkatimi çeken bir diğer mesele bu lunchbox'ların dağıtım sistemi.

Okuduklarıma göre, Hindistan'da oldukça gelişmiş olan bir sistem bu.

Yani birileri (dabbawala) her gün öğle saatlerine doğu evinize geliyor, kutu kutu üstüste dizerek hazırladığınız çıkınları koyduğunuz çantayı alıyor ve tüm Mumbai'yi, bisikletle, otobüsle, kamyonetle vs... ile şirket şirket gezerek çalışanların eşlerinin verdiği öğle yemeğini dağıtıyor.
Öğleden sonra lunchboxlar toplanıyor ve geldikleri evlere geri gönderiliyor.

Hem de hatasız bir şekilde !!!

Temel olarak, alınan adres ve teslim edilen adrese dair kutuların üzerinde renkli kodlama şeklinde çalışıyor sistem.

Öğle yemeğini restaurant'larda yemeyi tercih etmeyen ofis çalışanlarına her gün yemek hazırlıyor ev hanımları. Bu da, pazarda değişim değeri olmayan, ancak "domestic labour force" çatısı altında global bütçeye katkı sağlayan ev kadnının da rolünü görmemizi sağlıyor film.

Kayda alınmayacak kadar düşük hata payıyla çalışan bu sistem modern teknolojik sistemleri alt ediyor.

2010 yılında, Harward Business School, The Dabbawala System: On-Time Delivery, Every Time, adında bir çalışma yürütmüş, tamamen insan iş gücüne dayalı bu çok yüksek kalitedeki hizmetin püf noktalarını araştırmis.

Başı belli, sonu belli, mutlaka mutluluk ve çıkış vaadeden filmlere alternatif bir film izlemek istiyorsanız LUNCHBOX ı kesinlikle tavsiye ederim.


26 Ekim 2014 Pazar

Ve o gün deniz kıpkırmızıydı : D-Day Normandiya Çıkartması

Bir yer vardı yıllardır gitmek istediğim...

Gözünün alabildiğine yeşillik... Üzerinde dolaşan, otlanan, bırak yolu, arabayı, dünya umrunda değil, neredeyse otoyola atlayacak inekler, meşhur Fransız peynirleri, buram buram burnuna gelen toprak kokusu, masmavi pırıl pırıl bir gökyüzü, birbirinin içine geçmiş irili ufaklı sevimli sevimli köyler, kasabalar, şehirler...
Ciğerlerine son gücüne kadar çektiğin enfes bir oxygen.
Oxygen'in enfesi olur mu? Olur.

NORMANDİYA'DA...

Ve uçsuz bucaksız plajlar...
Plajlar evet, plajları görmeye geldim ben.

Ama bu sefer öyle kumlarına uzanmaya, denizin ve güneşin sefasını sürmeye değil.
Bu kumlar, bu deniz... bir gün kıpkırmızıydı. Ve günlerce öyle kaldı...
Bu kanlı plajları hissetmeye, Avrupa'nın tarihini değiştiren bir günü hayal etmeye geldim.

6 Haziran 1944 gününü, tarihin en kanlı savaşlarından Normandiya çıkartmasını yaşamaya geldim...

Özgürlüğün bedeli her zaman ne kadar ağır değil mi?





























Gözlerim dola dola tarihi içime çektim o hafta sonu.
6-8 Haziran 1944'te ne oldu ? Her anını biliyorum.

Bazı yazılar zordur. Çok zor...

Nereden başlayacağınızı bilemezsiniz, bilseniz bile nasıl aktaracağınızı bilemezsiniz, bilseniz bile okuyucuyu sıkmadan, tarihin derinliklerine fazla daldırmadan, bilgiye boğmadan hele hele detaylarda hiç boğulmadan nasıl yazacağınızı bilemezseniz...

Halbuki Normandiya çıkartmasının her anı dallı budaklı, bir diğer adımın olmazsa olmazı, bir sonraki etabın kayıtsızı şartsızı, Normandiya çıkartmasının her anı askeri zeka ürünü bir detay...

Sadece 6 Haziran günü 10.500 asker kendi kanında boğulmuş, biz biraz detaylarda boğulsak çok mu?

Arkadaşlar !

Bu yazıyı sonuna kadar okuyun olur mu?

Bu öyle bir operasyon ki; her dakikası en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş, he dakikası bir ömür değerinde, her dakikası bir sonraki saatin, günün, bölgenin kaderinin belirleyicisi...

Çıkarma fikri hazırlıkları

Avrupa'nın neredeyse tamamı, Hitler yönetimindeki Alman işgali altındaydı.

1940'ta Fransa'yı da işgal ettikten sonra Alman askeri yönetimi yüzünü ve askeri güçlerinin neredeyse tamamını Doğu cephesine yani Rusya'a çevirdi.

İngiltere'ye karşı sahil cephesine, savaş donanmalarıyla bir Atlantik Duvarı kurdular.

Büyük Britanya, Hitler rejimine karşı dayanan son cephe kalmıştı.

Ağustos 1942'de olası bir çıkartma operasyonu fikriyle, Alman'ların savaş reflexi ve defans gücünü test etmek amacıyla bir çıkartma gerçekleştirdiler. Ve sonuç facia oldu.
Zira 4000'e yakın asker çıkartmanın başladığı ilk birkaç saatte anında katledildi.

Anlaşıldı ki; Almanlar'a karşı gerçekleşecek bu operasyon çok daha detaylı bir şekilde incelenecek, hazırlanılacak, operasyonun her adımı ince ince örülecekti.

O günün ardından İngiltere bir askeri üs olarak kullanıldı. Ve Amerika'dan binlerce asker, binlerce savaş malzemesi geldi ve İngiltere'ye konuşlandı.

1943 yılında, Québec'te ve Tahran'da gerçekleşen bir konferansta, 1944 baharında, Avrupa'da büyük bir çıkartma operasyonunun gerçekleşeceği kararı alındı.

Ve aralık General EISENHOWER bu büyük ve çok gizli operasyonun başına geçirildi.

NEDEN NORMANDİYA ?

Avrupa'nın geleceği için büyük tehdit içeren Fransa'nın Normandiya bölgesi Alman işgali altındaydı.

Buna karşılık, Büyük Britanya toprakları üzerinde Almanlara karşı askeri bir güç toplanıyor, burada eğitiliyor ve sadece birkaç kişinin bildiği bir çıkartma operasyonuna hazırlanıyordu.

Alman birlikleri bu çıkartma operasyonunu bekliyordu.
Gününü, tarihini, ne zaman, nereden, nasıl olacağını bilmiyorlardı ancak Büyük Britanya üzerinden gelecek bir saldırıyı her zaman bekliyorlardı.

Bunun için de en mantıklı seçimin, Fransa'nın Büyük Britanya'ya en yakın olduğu kuzey kıyısı "Pas de Calais" olacağını düşünüyorlardı. Bu mantık yürütmeyle, askeri güçlerinin büyük bir bölümünü Pas de Calais bölgesinde yoğunlaştırmışlardı.

İşte tam da bu nedenle, Alman birliklerini hazırlıksız yakalamak ve "sürpriz"in gücünden yararlanmak amacıyla Büyük Britanya'ya daha uzak ve daha teferruatlı bir hazırlanma gerektiren başka bir bölgeyi tercih ettiler: Normandiya



NEDEN 6 HAZİRAN ?

Bu operasyonu gerçekleştirmek için birbirine bağlı parametreler zincirleri vardı.

Gece yarısı, Normandiya'ya ilk ayak basacak olan paraşütçüler ve planörler Alman askerlerinin dikkatini çekmeden, onları uyandırmadan son derece stratejik Pegasus Bridge'in kontrolünü ele geçirecekti.
Bu misyon gece karanlığında gerçekleşeceği için ay ışığından yararlanmak için bir dolunay olması lazımdı.

Bu aydınlık gecenin sabahında, çıkartmadan 45 dakika önce Alman savunmasını bombalayacak olan
havacıların da hedeflerini doğru vurabilmeleri için aydınlık bir tana ihtiyaçları vardı.

Ve, Manş Denizi üzerinden gelen ve içinde binlerce asker, savaş malzemesi, tanklar, suni limanlar taşıyan binlerce savaş gemisinin, en sağlam şekilde yükünü boşaltabilmesi için denizin gelgit olayları hesaplandı.
Denizin yüksek olduğu noktada, Almanlar'ın kurduğu tuzaklarla denizin dibine yerleştirilen kazıklar dolayısıyla gemilerin batacağı ve denizin çekildiği noktada hareket edemeyeceği hesaplandı. Dolayısıyla askerlerin kıyıya kadar savunmasız bir halde daha fazla yol katetmesi ve yüksek kayıp riski göze alındı, gemilerin batma riski göze alınmadı.

Verilen karar; denizin, gelgit olaylarından sonra, denizin çekildiği zaman Normandiya çıkartmasının başlayacağıydı.

Bu nedenle askerler bu mesafeyi gemilerin içinde korunarak değil açık alanda, karşılarından sıkılan mermilere doğru ilerleyerek geçmek zorunda kaldılar. Her askerin, üzerinde 40 kiloluk erzak-malzeme-yiyecek-su çantası olduğunu da unutmayalım.

Aslında mantık şu olmalı: Alman askerleri aynı anda bütün askerleri vuramayağına, herkesi aynı anda öldüremeyeceğine göre, birim zamanda birileri ölürken, Alman'ların vuramadığı diğer Amerikan, İngiliz, Kanadalı askerlerin ilerleyebilmesi. Yani birileri ölecek ki birileri ilerleyebilsin...

İşte, her ay içinde bu dolunay ve gelgit olayları parametrelerini beraber karşılayabilecek sadece birkaç gün bulunduğundan, Eisenhower "Overlord" kod adlı Normandiya çıkartmasının tarihini 5 Haziran olarak belirler. 5 Hazirandaki hava şartlarının elverişsizliğinden dolayı 6 Hazirana kaydırılır.

Ve böylece 6 haziran 1944 tarihe geçer...

Normandiya çıkartması "top confidential" bir operasyondur. Bu operasyonun detaylarından, gününden, saatinden sadece birkaç generalin haberi vardır. Ve bilgi sızdırma riskine karşı, askerler son gün gemilere bindirilmiş ve operasyon bir gün ertelense dahi bilgilerin güvenliği açısından gemiden indirilmemiştir.

Çıkartma 5 ana plajda gerçekleşecektir:

UTAH ve OMAHA (Amerikan askerleri)
GOLD ve SWORD (İngiliz askerleri ve 177 Fransız askeri)
JUNO (Kanadalı askerler)

Savaşta en değerli şey "gerçek" tir.

Winston Churcill şöyle der:

"Bir savaşta en değerli şey; gerçek bilgidir.  Ve bu gerçeği korumak için yalanlardan bir dağ oluşturmanız gerekir."

Almanlar, çıkartmanın, İngiltere'den en yakın kıyı üzerinden Pas-de-Calais'den olacağını sanıyordu.
Zira, hazırlıklar boyunca Amerikalı generaller çıkartmanın buradan olacağına dair sahte bilgiler dağıtmışlardı.

Ve hatta...
Pas-de-Calais bölgesi üzerinde kontrol amaçlı uçan Alman uçaklarını yanıltmak amacıyla bu bölgeye balondan, şişme toplar, tanklar yaparlar, denizin üzerine maketten gemiler yerleştirirler. 
Ve burada sahiden bir savaş hazırlığı olduğu fikrini güçlendirirler. Ne kadar dahice...

Askerler gemilere bindirildiğinde, birkaç üst düzey general hariç kimse çıkartmanın Normandiya üzerinden yapılacağını bilmiyordu. 5 haziranda çıkartmanın gerçekleşeceği bilgisi verildikten sonra bu tarih 6 hazirana kaydırılsa dahi hiç kimsenin gemiyi terk etmesine izin verilmez.

Normandiya bölgesindeki Fransız direnişçiler

Bölgedeki Fransız direnişçilerin de önemli görevleri vardı.
Almanlar arasında espiyonaj yapıyorlar ve aldıkları bilgileri iletiyorlardı.

Her gün radyoları dinliyorlar ve radyodan gelecek kodlu mesajları bekliyorlardı. Buna göre, Almanlar arasındaki iletişimi kesebilecekler, erzak ve lojistik yardımların gelmesini engelleyebileceklerdi.

Ve Verlain'in çıkartmanın başladığını haber veren o şiiri "Chanson d'automne"...

Her gün radyolardan kodlu mesajlar dağıtılıyordu. Ve Verlain'in bu şiirinin ilk dizesinin söyleyip bırakıyorlardı.
Zira şiirin iki satırının tamamı söylendiğinde, Fransa'daki direnişçiler, Normandiya çıkartmasının 48 saat içinde başlayacağını anlayacaklardı. Ve görevlerinin gerçekleştireceklerdi. Böyle kodlu bir haberleşme söz konusuydu direnişçiler ve Büyük Britanya'dan yönetilen operasyon arasında.

Les sanglots longs des violons de l'automne
Blessent mon coeur d'une langueur monotone.

CAPA'nın o eşsiz fotoğrafları

Robert CAPA ünlü Macar savaş fotoğrafçısı. Normandiya çıkartmasının kilit fotoğraflarını çekmiştir.

Hem de Kanlı Omaha plajında, hem de neredeyse hepsinin bile bile ölüme gittiği ikinci dalga birliklerle beraber saat 7h15 civarında CAPA ordaydı. Tam da savaş esnasında 106 fotoğraf çekti.

Fotoğrafların filmlerini yayınlanması için Londra'daki bir dergiye gönderdi.
Ancak...
Bu eşi benzeri bulunmayacak savaşın kalbinden gönderilen bu fotoğraflar, işe yeni başlayan bir gence emanet edildi. Ve o gencin ellerinde film laboratuvarında fotoğraflar kayboldu, sadece 10 tanesi sağlam kaldı..

Bu fotoğrafları çekebilmek için Omaha Beach'te hayatını ortaya koyan CAPA'ya bu durumu nasıl açıklayabildiler acaba?





D-DAY : Dakika dakika Normandiya çıkartması

5 Haziran 1944 gece yarısına 45 dakika kala:

Direnişçilere Normandiya çıkartmasının sonunda başladığı mesajının verildiği Paul Verlain'in şiirinin her iki dizesinin de radyolardan duyurulur.

6 Haziran 00.05:
Dolunayın ışığından yararlanıp, Alman savunma ve saldırı sahalarındaki yüksek menzilli topların bombalanır.

Operasyondan evvel stratejik noktaları ele geçirmekle yükümlü planörler ve paraşütçüler adım adım önceden belli misyonlarını gerçekleştirmek üzere uçağa binmeden evvel saatlerinin ayarlarken:


6 Haziran 00.07

İngiliz ve Amerikalı planörlerin sessizce Fransız topraklarına ilk ayak basan askerlerdir.
Alman askerlerini hazırlıksız yakalayan bu operasyonun temel amacı, stratejik yolların ve köprülerin ele geçirilmesi. Bunların başında PEGASUS BRİDGE gelir. Köprünün açılık ve kapanır olması açısından da bu köprünün kontrölü her iki taraf için de önemlidir. Öyle önemlidir ki Alman askerleri, bu köprünün kaybedilmesi olasılığına karşın köprünün altına dinamitler yerleştirmiştir. Ancak bu İngiliz ve Amerikalı askerlerin de öngördüğü birşeydir.

Pegasus Bridge muazzam bir başarıyla Alman askerlerin uyuduğu bir sırada 15 dakikada ele geçirilir. Bu köprü operason için çok önemlidir. Zira Caen kanalı üzerinde kurulmuştur ve saat 06.30'da plajlara yapılacak Normandiya çıkartmasına Alman'ların yardım ve destek gönderememesi açısından köprünün kontrolünü ele geçirmek son derece önemlidir.


6 Haziran 00. 50 - 02. 30

Binlerce İngiliz ve Amerikalı paraşütçü stratejik noktalara sessizce ve dolunayın ışığından yararlanarak iniş yaparlar. Uçaktan atlamayı bekleyen Amerikalı paraşütçüler:



Paraşütçülerin inmesi muhtemel yerlerine döşenen mayınlar ve yapay bataklıklara önlem olarak, ya da paraşütçüler havadayken, olası bir Alman taramasına karşı alınan bir önlem olarak gönderilen asker sayısı kadar "fake", süngerden veya maketten paraşütçü bırakılmış.


01.00

Normadiya sahillerinden sorumlu Alman Mareşel Rommel'in komuta odası, geceyarısı başlayan ataklara karşı uyarılır. Ancak, çapı büyük bir çıkartma olduğunu sanmadıklarını, ufak bir saldırı olduğunu düşündüklerini söylerler. Rommel karısının doğumgünü için Almanya'ya gitmiştir, o sırada uyumaktadır. Ve çıkartmadan ancak ertesi sabah 10'da, Hitler'le beraber haberi olur.

02.00 - 03.00

Sabah karşı yapılan bombalama harekatında Alman radarlarının çoğu tahrip olmuştur ve Alman askerleri sınırlı radarla denizlerde düşman savaş gemilerinin belirdiğini ilk gez görürler.


7000 savaş gemisi yoldadır, Utah Beach'e 18 km uzakta Büyük Britanya'dan kendi getirdikleri limanlara demir alır.

03.15
İngiliz planörlerin hemen hemen tamamının stratejik noktalara iniş yapar.

04.05
Omaha Beach'e inecek ilk askerler kayıklara biner.

05.00
Hitler yatağında uyur. Ve çevresi onu uyandırmayı gerektirecek acil bir durum görmez.
Hitler yatmadan evvel çevresine "Bu akşam deliksiz uyumak istiyorum. Beni sakın uyandırmayın." der.

05.58
Gün doğmaya başlar. Deniz geri çekilir. Amerikan askerleri Utah ve Omaha Beach'e, İngiliz, Kanadalı askerler Gold, Sword ve Juno Beach'e inecek şekilde yaklaşır.


06.30
VE NORMANDİYA ÇIKARTMASI BAŞLAR

06.35
Berlin Radyosu beklenen saldırının bugün başladığını ilk kez anons eder.

06.45

KANLI OMAHA : Sert falezlerle çevrili Omaha plajı o gün tarihe kanlı Omaha olarak geçer.
Bir deniz düşünün ki o gün kana bulanmış... Ve günlerce öyle kalmış, öyle bir deniz, öyle bir plaj...

Deniz o gün buz gibi soğuktur ve fazla hareketli, dalgalıdır. Askerlerin bir kısmı plaja dahi çıkamayarak kendi taşıdığı ağırlıkla denizde boğularak ölür. Veya kolayca mermilere hedef olur.
O gün 34 000 Amerikan askeri çıkartma yapar ve 2500 ü bu 6 km.'lik plajda ölür.

Omaha Beach: Altında binlerce kişinin kanının akmış olduğu bu plaj...



07.10 

Point du Hoc'a tırmanacak olacak en iyi eğitilmiş, en yetenekli 225 Rangers gelir. Omaha ve Utah plajlarının ortasında bulunan falezlere tırmanacak ve görüş menzili Normandiya çıkartmasının yapılacağı 5 plajı birden vurma kapasitesine sahip topları etkisiz kılacaklardı.

Ne var ki; Manş üzerindeki bir navigasyon hatası nedeniyle diğer tüm gemiler gibi 6.30'da varması gereken bu Rangers'ların bulunduğu gemi 40 dakika gecikir. Bu da, Alman savunmasını hazırlıksız, sürpriz bir şekilde yakalama avantajlarını ellerinden alır. Gemiler daha sahile yanaşmadan ateşleme başlar. Bu aksiliğin yanında bir de yukarıya atacakları iplerin yarısı zarar görmüş ve kopmuştur.

225 Rangers'tan sadece 90 tanesi sağlam kalır ve operasyonel olarak görevlerini tamamlarlar.


07.30
Britanik güçler Sword ve Gold Beach'e inerler.
07.45
23000 asker Utah Beach'e iner.

10.00
Hitler neyse ki; sonunda uyanır. Gece olup bitenleri öğrenir. Gece boyunca harekete geçmek isteyen, bir takım stratejik silahların yerini değiştirmek isteyen Alman komutanların hiçbirinin insiyatifi olmadığından Hitler'den talimat beklerler. Ancak Hitler çok geç harekete geçer.

10h46
İlk iyi haberler Omaha'dan gelir ve Londra'da ilk basın açıklamasıyla çıkartmanın çok başarılı başladığı açıklanır.

Bilonço: O gün 156.000 asker gönderilir. Ve 10.500'ü  kaybedilir. Bu kayıp beklenenin altındadır.


ARROMANCHES YAPAY LİMANI

Bu askeri harekatın, bu operasyonun her detayı dahice. Her detayı çok etkileyici...

Normandiya'da her bölgedeki müzeye girdim, bu konuda tonlarca şey okudum, bir sürü belgesel film izledim. Hepsi aynı şeyi anlatmasına rağmen her seferinde yine bir başka büyüleniyor, bir başka hayranlıkla tepki veriyorum. Muazzam...

Çapı bu kadar büyük bir operasyon sadece askeri ve beşeri güce dayanamaz. Tabi ki; lojistik, erzak ve özellikle savaş donanmasına ihtiyaç duyulacak. Tanklar, toplar, yüksek menzilli silahlar, mermiler, bombalar olacak, sahadaki askerleri her açıdan besleyecek arkadan gelen bir destek olacak.

Bu tanklar, toplar gemilerle İngiltere'den yola çıkar. Ancak bunlar nereye boşaltılacak?
Sele, rüzgara, kasırgaya, ağırlığa, bombalamaya, saldırıya dayanıklı bir liman lazım.

2 sene önce gerçekleşen test çıkartmadan anlaşıldığı gibi limanlar Alman askerler tarafından çok sert savunuluyordu. Böyle bir operasyona uygun, derin sulardaki iki büyük liman Le Havre et Cherbourg idi. Ve bu iki liman da Normandiya çıkartmasının yapılacağı sahillere uzaktı.

O halde İngiliz ve Amerikan askeri yönetimi çareyi kendi limanlarını kendileri getirip kurmakta buldurlar.

Bu bağlamda binlerce beton kasa gemilere bağlanmış olarak İngiltere'den Normandiya'ya getirildi. Arromanche sahilinin karşısına, içleri deniz suyu doldurulup dibe oturması sağlanacak şekilde bir yapay liman kuruldu. Ve bu liman, doğal afet ya da Alman saldırısına karşı beklenmedik şekilde dayanıklı çıkarak çok uzun bir süre boyunca operasyonun malzemelerinin boşaltıldığı merkez liman oldu.

Bugün hala, 70 yıl sonra, Normandiya Arromanches sahilinde bu betonları görmek mümkün.






 
ARROMANCHES
limanı müzesini gezmenizi ve arkasından 360 sinemasına girmenizi şiddetle tavsiye ederim.
Normandiya çıkartmasının ilk 100 gününü hakiki resimler, videolar, konuşmalar, hazırlıklarla anlatan ve yuvarlak bir şekilde etrafımızı çeviren ekranlardan oluşan harika bir sinema.
Resmen çıkartmanın içinde yer aldığınızı sanıyorsunuz...
























Toplamda 2.5 milyon askerin katildigi Normandiya çıkartması Avrupa'ya özgürlüğünü getirir ve ikinci dünya savaşının kaderini belirler. Ağustos 1944'te, Paris işgalcilerin elinden kurtulur.

Bu davanın uğruna hayatlarını feda eden askerlerin yattığı American Cimetery hiç şüphesiz görülmeye değer. Ve her daim akın akın Amerikalı vatandaşların ziyaret akınına uğrayan bir yer.
Harika bir de müzesi ve belgesel film arşivi var. 



























Özgürlüğün bedeli çok ağır. Her zaman, her dönemde ağır. Bazı dönemlerde belki daha fazla...
Huzur içinde yatın..

Biz, bugün, Normandiya'da, bu plajlarda gülüp eğleniyorsak sizin sayenizde...

Son olarak: Bu çıkartmayı en iyi anlatan filmlerden 1962 yapımı "The Longest Day" i tavsiye ederim.