30 Ekim 2010 Cumartesi

Tek tas yuzugum ve serseri ruhum

Oyle oluyormus...
Yuzuklerin Efendisi filmindeki gibi yuzugu parmagina takinca agirligini hissediyormus insan...

Serseri bir tarafim var benim.
Tek basima gece cikarim, yeni arkadaslar edinirim, yalniz gezerim.
Tek basima var olmayi severim.
Kapali kapilari acmayi, her yere yalniz basima girip cikmayi severim...
Rutine tahammulum yoktur. Lineer bir cizgisi olmamayi severim...
O olmasa nasil bir hayatim olurdu diye test etmeyi severim.
Serseri bir ruhum var benim, spora diye bir cumartesi sabahi evden cikarim, spordan arkadaslarla yemege gideriz, muhabbet sarar ordan birseyler icmeye daha gideriz, yeni insanlarla tanisiriz daha da kaliriz, sonra Christophe bana gidelim der gideriz, orda da sabahlariz.
Ertesi gun ordan once spora gider sonra evime donerim.
Serseriyim...
Evden spora diye cikar ertesi gun donerim, hesap ta veririm ama bir daha olsa yine yaparim.
Yaptigim extreme bilirim ama yapmaktan alamam kendimi, hayatin boyle spontane gelisen guzelliklerine sirt ceviremem, surprizleri itemem, prensiplerim diye bir sinirlama getiremem.
Serseri bir tarafim var benim elimde degil var iste... Ben boyleyim...

Simdi artik elimde olmak zorunda, cunku parmagimda yuzugum var.
Icimde degisen birsey yok ama biraz degisse artik...
Ben durulsam, normal seyler istesem hayatta, normal bir is, bir aile hayati istesem, serserilik, bilinmezlik, spontane surprizler, siradisi bir yasam ritmi pesinde olmasam...

Bazen dusunuyorum sevgilim neden bu kadar degerli benim icin diye..
Cunku hayatimdaki en istikrarli sey o.
Hayatin, normal ve duzenli olan bir tarafini temsil ediyor. Bu sayede kendimi bir yolda yuruyor hissediyorum. Yolumu sasirdigim, kaybettigim zamanlar oluyor, bana hatirlatiyor, istikamet boyleydi, gel bu yoldan yuru diyor, onu dinliyorum, yola devam ediyorum.

Simdi bir yuzugum var benim. Yuzuk bir sembol, bir kavram, salt objenin otesinde...
Hic oyle hayallerim olmadi ama aslinda keyifliymis bu surecin icinde olmak...

Bana dedi cuma gunu hazir ol once hikayesi olan bir yere gidicez diye.. Cuma gunu ikimiz de sikir sikir giyindik ve ciktik evden. Louvre Muzesi'nin oraya gittik once.
Dogru, simdi hatirliyorum.
Piramitlerin onunun ikimiz icin de ozel bir anisi var.
Ordaki havuza para atip dilek dilemistik...
Sonra yuzugu cikardi ve bu dileginin gerceklesmesi yolunda bana evlenme teklifi etti.
Cok yogun bir andi...
Tarif etmeye calismak, kelimeleri kullanma yetimi cok cok asiyor...

Fotograflar cektik Louvre'daki piramitlerin onunde.
Oradan Seine Nehri'nin uzerinde yemek yiyecegimiz tekneye dogru ilerledik. Cok romantik, cok guzel bir ortamda Seine Nehri gezintisi de yaparak guzel bir yemek yedik.
Butun gece parmagimda yuzugumle parladim...
Aksam eve dondugumizde, serseri ruhum durulmus, yuzugumun goz alici asaletine kendimi kaptirmis, evlilik duzeninde de olaganustu guzelliklerin olabilecegine ikna olmus biriydim...

29 Ekim 2010 Cuma

Olum... 20 Aralik 2009

Ben olum uzerine yazmam, yazamam...
Her ne kadar iflah olmaz yaralarim olsa da, hayata cok bagli, hayati buyuk bir tutkuyla yasayan biriyim....
Paul'un en buyuk kizi Dominique 20 Aralik 2009 gunu, biz Paul'un 70. yas gununu kutlarken vefat etti. Ne tuhaf bir kesisme, eszamanli iki olay, biri dogumu biri olumu simgeliyor...
48 yasinda cok basarili bir doktor ve 4 cocuk annesi...
Bu olum, duygusal olarak direk bana dokunmadi belki, yasamimi etkileyecek bir faktoru olmadi ama dusundum de hic dusunmuyoruz olumu aslinda...

Hani olum diye birsey var evet ama bizim basimiza gelmez, bizim bir yakinimiz, hele hele hayatta direk dokundugumuz bir kisi olmez...

Olmek... Sanki hic olmeyecekmisiz gibi yasiyoruz.
Boyle dusununce, insanin cok seye "bosver, onemli degil" diyor, ama uzun sure oyle de olamiyor...
Hayatin kendi dinamikleri var, cekismeleri, sorunlari, kaprisleri, guc savaslari var.
Olumlu dunya deyip bir sure idare ediyoruz ama sonra yine yasam kavgasi denilen mucadele gelip yerini aliyor hayatimizda..
Unutuveriyoruz olumu, tam da ortasina dusuveriyoruz hayatin...

Iyi ki de boyle oluyor, yoksa nasil anlardik kanli canli yasadigimizi?..

Disarilarda olmak kesmiyor beni

Benim sosyal hayattan anladigim disarilarda olmak, arkadaslarla barda; aperoda, ev partilerinde olmak degil... Yalniz olmamak icin birileriyle zaman oldurmek degil... Hayatim eglenceden ibaret diye gosterip sahte iliskilerle cevrili olmak degil...
Arkadaslarin, disarilarin beni cok oyalamadigini goruyorum her seferinde. Dun yine bir aperodaydim ve gereksiz bir vakit kaybi oldugunu cok net gordum. Hicbir yer kesmiyor, hickimse oyalamiyor, tanimlayamdigim bir bosluk var icinde, asla dolmuyor. Aslinda ben bu boslugu ilk kesfettigimde ask saniyordum, ama simdi aski bu boslugu doldurmak icin kullandigimi gordum.
Adi Aylin'deki Aylin Radomisli gibi, asla tatmin olmayan bir tarafimin sikildigi icin imkansiz asklarla oyalanarak kendisini hep canli tutma egiliminden baska birsey degil.

Bildigim birsey var, disarilarda olmak degil, arkadaslarla sohbet degil zamani dolduran bana gore.
Kesifler ve deneyimler... Bir sey yapiyor olmak, beraber... bu bazen bir sarap degustationu da olabilir ama surekli gecelerde icmek ve insani bir adim ileriye goturmeyecek gereksiz sohbetlerle zaman oldurmek degil.

Zenginlesmek ancak evreni algilayis bicimimizi genisleterek deneyerek, gorerek ve yasayarak olur, insanlar da birer kesif dogru ama ben en azindan cok fazla insanin hayati siradan yasadigi cok az insanda bir ufuk genisleten bir algilayis tarzi oldugunu dusunuyorum. Hayati lineer bir cizgide yasamayan, lineer cizginin misyonlarini yerine getirmeyi kendine hedef koymayan her hayattan ogrenilecek cok sey var. Am o hayatlarla eszamanli iletisim icinde olmak mucize.

Ayse Arman'in yazilarini okuyorum yine bir gun.
Bir kadin vardi 82 yasinda, 40 yas grubuna ogutler veriyor.
Diyor ki:
"Olumlu olun, çalisin, uretin, beyniniz hep mesgul olsun. Actualiteyi hep takip edin. Yeni cikan kitaplari da bilin, bu yilin moda renlerini de..."
Calismadigim bu donemde kendimi daha fazla dinleme ve kesfetme firsatim oldu cok konuda. Insanlardan uzaklastigim kendi kendime yasamayi sevdigim bir donemdeyim. Her daim sohbet kesmiyor beni. Zira herkesin cok fazla konusacak seyi yok aslinda, ortak bir aktivite paylasmak daha guzel. Konusmaya gerek olmadan...
Bu teyzenin soyledigi gibi hep calisip uretmek lazim, beynin birseylerle mesgul olmayinca abuk subuk seylere takiliyor insan...
Ister istemez...

28 Ekim 2010 Perşembe

Bir boxe'um eksikti onu da yaptim...

Evet sportif olmanin burnu buyuk tavri bu olmali.
Herseyi yapabileceginizi saniyorsunuz, hani boyle yuksek atlama mi onu da yaparim, Hirvat Blanca kadar olmasa da atlarim ben de falan diyebileceginizi saniyorsunuz.
Iste yine ben boyle ne kadar hizli cevik sportif oldugumla ovundugum bir gecede Ukraynali bir boxe antrenoruyle tanistim. Burda iki yakin arkadasimin hocasi. Beni de boxa davet ettiler. Dedim yaparim nolcak hizli olmak degil mi boxe biz oyle gorduk Rocky filmlerinde.
Sonra François dedi dis korumalik alsan iyi olur. !!! Bir dakka simdi, nasil yani harbi harbi boxe mu yapicaz? Yani bayaa bayaa birbirimizin suratina vurucaz yani? Valla oyle.
Giydim boxe eldivenlerini basladik yumruklari tekmeleri savurmaya, ciddi soyluyorum.
Bir cocukla boxe yaptim, o da onceden kungfu yapmis, bana diyor ki cenemi hedef alarak vur bana. Yahu dedim, aksam evime gidip bugun bir Fransiz'in agzini burnunu kirdim diyerek uyumak istemiyorum..

Keyifli miydi? Keyifli olabilirdi ama pedogojik formasyon eksikligi oldugu icin yani hareketlerin teknik olarak nasil yapilmasi gerektiginin gosterilmesi eksik oldugu icin boyle sokakta kavga eden insanlar topluluguymusuz gibi bir goruntu vardi. Benim haricimde 3 tane de kiz vardi hatta 2'si gayet guzel, cici bici hatunlar. Yani tabi her insan beyninin ve ruhunun isleyisi farkli ama bazen mesela bu ornekte oldugu gibi bir kadini boxe yapma istegine iten dusunme ve hissetme biciminin ne oldugunu cok merak ediyorum.

Kissadan hisse boxe'u da tatmis oldum, dansa benziyor, bir ritmin var ve o ritmi takip etmek gerekiyor, hizli olmak gerekiyor ve en onemlisi atakla defansi ayni anda yapabilmeyi reflex edinmek gerekiyor. Bir daha donecek miyim bilmiyorum, hayatta kesfedilecek daha o kadar cok sey var ki....
Ama belki bir kere daha denerim...

19 Ekim 2010 Salı

Evleniyorum...

Kendimi hâlâ "buyuyunce ne olacaksin?" sorusuna cevap vermeye hazirlanan bir kiz cocugu gibi gorurken, bir de bakmisim gelinligimi almisim, karsisina gecip dalmisim, "benim evlenme yasim geldi mi?" diye kendi kendime sorup karismisim...

10. yil

Oyle boyle derken 10 yil gecti...
Evlenmek istemiyormusum 10 yildir... istemiyordum...
Iste birden boyle inme indi bana; kendimi boslukta dusuyor dusuyor ve dusuyor hissettim... Dedim ki ben evlenmek istiyorum artik, madem burda yasamayi sectim, hala bu toplumda bir hayatim varmis gibi bir hallusinasyon icinde olmak istemiyorum.
Zira var mi yok mu ben de bilmiyorum...
Secimimi yaptim, Paris'te yasiyorum. Oyleyse 10 yillik bu iliskiyi evlilik yoluna sokmamak neden...
Evlenmek, bir ise yaramayacaksa insanlar neden evleniyor ki zaten dedim kendi kendime...

Gercek sevgi nedir?

Sevilmeyecek biri oldugumuz zamanda bile bize tahammul edebilen, kosullara bagli olarak degismeyen, her kosulda sevmeye devam edebilen, pesini birakmayan kisidir...

Herseyin bu kadar bireysel yasandigi, herkesin bu kadar ben merkezli yasadigi bu donemde bu nasil zor bulunur birsey, tarifi yok.

2 aydir basladik hazirliklara.
Evlenmek soyle birsey: 3M Migros'tan alisveris yaparken, ayni urun icin sunulan binbir secenek arasinda kaybolmusken, aslinda aradigin urunun yan bakkalda var oldugunu fark edip seceneklerini teke indirmek ve memnun oldugun ayni urunu devamli ayni bakkaldan almak gibi birsey.

Davetiyeleri hazirlarken guzel anlar yasadik. Her davetiyenin altina kendi yazimizla notlar yazdik, personalize...Biraz duygusal oldu, bazilarina daha cok ozendim, daha cok sey paylasmis olduklarima. Ozellikle anneme ve Inanc'a yazarken agladim bile.
Dedim ki onlar da okurken aglayacaklar, oyle de olmus...
Annem dun aradi. "Ne guzel yazmissin oyle Inanc bile agladi, "en son gozlerim ne zaman dolmustu hatirlamiyorum." dedi", dedi annem.

Kelimeler guzel kullanildilarinda ne kadar guclu olabiliyorlar...

Bu yazinin sonunu getiremedim, devami var...


18 Ekim 2010 Pazartesi

Selvi Boylum Al Yazmalim

Eski bir turk filmi vardi. " Selvi boylum al yazmalim" diye, filmin sonuna dogru Turkan Soray bi asik oldugu adama bakiyor, bir de kendisine emek harcamis, onun iyiligi icin herseyi yapmis adama bakiyor. "Ask mi emek mi?" diyor. Asik oldugu adamla kalkip gidemiyor, emek harcayanla kalmaktan bir yani tatmin ve bir yani eksik...
Askin emekten daha degerli olmasi nereden gerekiyor?
Kontrol altina alamadigimiz yonumuzu sevdigimizden.
Kontrol edilemedigi, onceden belirlenemedigi icin hep bir surpriz hep bir belirsizlik, olculemezlik, dolayisiyla bir challenge icerdiginden boyle pesindeyiz. Gercek hayat ve askin beraber var olmasi imkansiza yakin duzeyde zor bir olasilik. Cunku ask gercek hayatin illuzyonu, gercek degil. Ask bir hallusinasyon. Gercek oldugunu sandigimiz, asikken aslinda gercegin o oldugunu sandigimiz yanilgilar dizisi...
Asikken kendimiz degiliz, daha aptal kiliyor ask, zaaflari ortaya cikariyor, normalde yapmayacagin soylemeyecegin seyleri yaptiriyor, asla sapmayacagin yollara saptiriyor...
Cunku asikken kendimiz degiliz... Bilim kurgu filmlerindeki gibi birsey giriyor icimize, sanki bir baskasi yonetiyor bunyeyi, herseyi...

Gulden Kale Dustu kitabindaki intihar mektubu geldi aklima...

"Simdi kendimi su catidan asagi biraksam herseyi sona erdirsem... Hayatim bir film seridi gibi gecer mi gozlerimin onunden ve asagi inine kadar pisman olur muyum yaptigima az biraz once? Simdi kendimi biraksam surdan hersey sona erecek diyorum, bedenim paramparca olacak, ben diye birsey kalmayacak. Bir yandan da, yarin gidip kulagima bir delik daha deldirsem daha mi guzel olurum acaba diyorum..."

4 Ekim 2010 Pazartesi

Cezayir günleri

Gurbette aksam geçmez derler. Doğru demişler, geçmiyor...

Hani böyle kendini yalnız ve boşlukta hissedersin ama yine de burada, bu yerde bulunman gerekiyordur, gidemezsin bir yere, çantanı alıp çıkamazsın, aslında bir uyuyup uyanma aralığında kaybolur ya bu his ama şimdi çıkışı bulamayacak kadar derindesindir... öyle iste...

Yarın başka bir gündür, siler, süpürür bu boşluğu, boşlukta yüzdükçe tutunursun birşeylere, bir bağ kurarsın zamanla, bir hayat yaratırsın. Yine de zordur en başları. İşte böyle başladı Cezayir günlerim...

Türkiye'min 50 yıl gerisinde, yolları cehennem, trafiğe her çıktığımızda duyduğum "ben burda ölebilirim" hissi, ağır, vıcık vıcık yağlı yemekleri, geri, yapışkan insanları...

Böyle bir ülkeye bir daha yolum düşmez umarım...

Düşerse de; başa gelmis bir kere der; çekeriz yeniden...

Her yerin en cok Paris'e donuslerini severim.

Orhan Veli'ye sormuslar:
Ankara'nin en cok nesini seviyorsunuz?
Cevap vermis:
Istanbul'a donuslerini...

Ben de nereye gidersem gideyim, en cok Paris'e donus yolunda mutlu oluyorum,
her yerin en cok Paris'e donuslerini seviyorum.

Izmir haric...

Ilk baslar uzun geliyor, hic bitmeyecekmis gibi, sonlara yaklastikca 1 haftam daha olsa diyor insan kendi kendine...

Guzel gunler cabuk geciyor, Izmir'e zaman yetmiyor.
Izmir'e hic doyulmuyor...