28 Kasım 2013 Perşembe

Zamanda yolculuk yapmak ister miydiniz?

ODTÜ'de, dışarıdan seçmeli ders olarak tiyatro dersleri alıyorum.
Bir gün çok değerli tiyatro hocamız sınıfa girer ve şöyle der:

"Olağanüstü bir gücünüz olsa bunun ne olmasını isterdiniz?"

Atış serbest.
Sınırlamar yok.
Nasıl bir "supernatural" güce sahip olmak istediğini kalkıp anlatacaksın. O kadar.

Ben, dedim...

Zaman içinde yolculuk yapmak isterdim...

Geçmişe gidip istemediğim bir yerini değiştirip, bazı yerlerini tamir edip, öyle yapsaydım böyle olabilirdi dediğim bütün olasılıkları teker teker deneyip, kafamda kurgulayabileceğim bütün senaryoları bir bir yaşamak ve daha sonra en beğendiğimi kayıtlara geçirmek isterdim... dedim.

Ki, şimdi hiç böyle düşünmüyorum.
İnsan olgunlaştıkça, hayatla daha fazla yoğruldukça beklentileri de değişiyor.
Onlar da evrim geçiriyor...

Bir Film Bir Kitap

İlginç bir tesadüf. Tesadüf diye birşey varsa tabi, bu arada bu tesadüf kelimesinden uzak durmak istiyorum, çok mistik görünüyor, her duyduğumda veya her kullandığımda şüpheci gözle bakıyorum kendime. Neyse...

"Tesadüf" o ki, bu hafta sonu başlayıp, bir çırpıda okuduğum kitabımla hafta sonu gittiğim filmin anlattığı şey aynı.
Yok uyarlama falan değil, hatta filmle kitabın birbiriyle alakası yok.
İkisinin de anlattığı meselenin özü şu:

Her normal canlının "ömür"le biçtiği zaman kavramının dışında, bir boşlukta tüketilen (ya da tam olarak tüketilmeyen) birden fazla hayata sahip insanlar..

Oysa ki... Her hayatın tek bir geçmişi var. Farklı geçmiş, farklı hayattır.

Farklı hayat farklı bir kişi demektir...

ABOUT TIME

Film icabi, erkekleri 21 yasindan itibaren zamanda yolculuk yapan bir aile var.
Tim tam 21 yaşına bastığı gün babası bunu ona açıklıyor.
Ve Tim o andan itibaren istediği şeyler olsun diye, beğendiği kız sevgilisi olsun diye zaman içinde geriye tekrar tekrar dönüp bir takım şeyleri değiştirmeye çalışıyor.
Aşık olduğu sarışın kızla hikayesi çok ilginç.
Kız kardeşinin arkadaşı olan bu kız yaz tatilinde tam üç hafta Tim ve ailesinin evine geliyor.
Ve Tim kızı tavlamaya çalışıyor.
Ancak son gün cesaretini toplayıp odasına gidiyor. Ve kız ona diyor ki "Ama Tim çok geç kaldın, keşke ilk günler gelseydin, belki bir şansımız olabilirdi..."

Tahmin ettiğiniz gibi Tim zamanı geriye alıp daha ilk gün kızın odasına gidip ilan-ı aşk ediyor.
Ve kız diyor ki: "Tim, çok tatlısın. Ama bence bu 3 hafta bekleyip görmeliyiz, aramızdaki arkadaşlık nasıl gelişecek, birbirimizden hoşlanacak mıyız, ve buna son gün karar verelim."

Tim hâyâlkırıklığına uğruyor.

Yıllar sonra, Tim başka birine aşık oluyor.
Daha büyümüş, olgunlaşmış, çekici ve gerçek bir erkeğe dönüşmüşken bir akşam bu ilk aşkıyla yeniden karşılaşıyor.
Tim'in yeni halinden etkilenen kız aynen şöyle diyor:
"Hatta ettim. Eğer zamanı geri alabilmek mümkün olsaydı kesinlikle seni geri çevirmezdim, seninle olurdum."

Ancak Tim biliyor ki bu doğru değil.
Ve o zaman anlıyor.
Ne yaparsanız yapın bir insan sizi sevmeyecekse, siz ona kendinizi sevdiremezsiniz...

Ve daha sonraki tüm olaylar biraz da bu çerçevede gelişiyor.

Tim zamanda yolculuk yapıp geri dönse de, bazı şeyleri değiştirebilir gibi görünse de, aslında tarihi ve olayların akışını değiştiremiyor. Sonunda yine herşey aynı şekilde gerçekleşiyor.

Suyun yolu tek..
Başka yataklardan aksa da bir müddet yine aynı yerden dökülüyor denize...

Ve aşık olduğu kadınla evlenip ailesini kurduktan sonra zamanda yolculuk etmeyi bırakıyor Tim. Çünkü hayat böyle güzel. Değiştirmesi mümkün olmayan herhangi bir yaşanılanın, aslında başka bir yaşanılacak olana yol açmasıyla.
Zamanda yolculuk hayatın süprizlerine kapalı olmak, geçmişi kontrol etmek geleceği yönetmeye çalışmak demek...
Hayatın bizi şaşırtan süprizlerinden daha güzel ne var bu hayatta?
Acısıyla tatlısıyla, ne olacağını bilmeden yaşamak ve her gün bir ömürmüş gibi tadına vara vara yaşamak... Zamanda yolculuktan daha kıymetli.

REPLAY / Ken GRIMWOOD

Jeff 43 yasinda, ortalama bir hayat yaşamış, kariyer hedeflerine ulaşamamış, karısıyla arasında sorunlar olan, evliliği bitme noktasina gelmis ölüm döşeğinde bir adamdir.
Ölmesine 1 dakikadan az kala karisiyla bir telefon konuşması gerçekleştirir Ve karisi "Bize gerekli olan neydi biliyor musun Jeff?...." derken Jeff ölür.

Ama ölmez....

Jeff tekrar tekrar doğan ve yaşayan ama yine aynı yıl aynı saat aynı yerde ölen biridir.
Yüzlerce farklı hayat yasar.
Çok zengin olur. Parayla yapilacak her türlü seyi yaşar. En luxe evler, arabalar, kıyafetler, tatiller...
Her hayatta farklı bir kadınla bir iliski yasar. Özellikle eski sevgilileriyle tekrar tekrar dener.
En mutlu olduğu günü tespit eder.
Karısıyla güzel bir evliliği olsun diye uğraşır ve hatta sorunun nerede oldugunu bulmak için her yaşadığı hayatta çaba sarfeder.

Ve film gibi o da anlar ki, karısıyla yaşadığı hayat, tek, özel ve onun hayati sadece o.
Bu bilgiyle artık yasamaya devam eder; bir daha ölmeyecektir. Çünkü mutlu olacağı bilgiyi bulmuştur.
Bilinçli yasanan tek hayat bütün hayatlarına yeğdir.
Zamanda kalmak, anı yaşamak ve akıp giden hayatin her parçasının kıymetini bilmek.

Bin tane hayat yaşasak ta, zamanda yolculuk yapıp istediğimiz şeyi değiştirsek te büyük tablo değişmiyor. Ne olacaksa, dönüp dolaşıp yine oluyor.
Gerçeklik değişmiyor, iki paralel sokağa geçiyor ama en nihayet bu iki sokak ta aynı yerden sağa dönüyor.
Çünkü büyük tablo sadece gündelik hayatın dinamiklerinden, o an hissedilen, sadece o an duyulan hislerden ve akabinde gerçekleşen davranışlardan oluşuyor.
"O anın dinamiği" kilit kavram.
Çünkü o anin dinamiği bir daha asla ayni olmuyor.
Dolayisiyla o ani sadece o anda yasayabiliriz. Her hayatin geçmişi tek. Ve her geçmişin gelecegi tek.

Tek bir hayat ve onu yaşadığımızı bütün hücrelerimizde fark ederek...
Bin hayatımız olsa, zamanda yolculuk yapıp butun hatalarımızı telafi etme gücümüz olsa yetmez.

Hakkini vererek yaşanmış tek bir hayat etmez...


24 Kasım 2013 Pazar

Yeniden Yaratmak

Iletisim çagindayiz diye oyle bir donguye girdik gidiyoruz ki; klavyesi olan yaziyor...
Herkes yaziyor yazmasina ama...
Kimin kalemi çocuklugundan beri, kendini bildi bileli yaziyor, kimin gozu herkesin gormedigini goruyor, kafasi herkesin dusunmedigini irdeliyor, kimin soylediklerinin hatiri sayilir, iki cumle kursun, belli oluyor.

25 yillik eski dostum Nazli bunun en guzel ornegi...

Lise donemimizin guçlu kalemi, Bogaziçi Universitesi'nin medar-i iftihari, istedigi sektorde istedigi anda kendine yer yaratabilecek, o zihin ki varoldugunda da oteye geçebilecek, kaliplara sokulamayacak Nazli...

2009 subatinda ilk kez anne oldu. Ve Babil'ini dogurdu. Belki de o zaman karar verdi, hayatina katilan bu yeni birey ve yeni statu uzerinden algiladigi evreni ve yasadigi hayati yazili belgelere dokmeye...
Ve bir blog olusturdu...
Anneligi, gundelik hayatini, iç yolculuklarini, kavramlarla munakasasini, evreni algilayisini kisacasi içinde kendisi ve hayatin ta kendisi olan herseyi mutlak pozitif bir bakis açisiyla ve engin kelime hazinesiyle yazmaya basladi.

Bir gun blogunu okuyorum; bir yazisinda soyle bir bolum vardi. Yazar ve akademisyen olan esi bir gun Nazli'ya soyle demis: "Nazli çok dolambaçli yaziyorsun. Cumleleri uzatiyorsun."
Nazli da cevap vermis blogundan: "Kafam dolambaçli, ben n'apiyim?"

Ben de sizleri Nazli'nin dolambaçli guzel kafasinda dolanmaya davet ediyorum.
Buyrun bu da blogunun adresi:

www.babil-ile-dortmevsim.blogspot.com

Derken...
Bir bebegi daha oldu Nazli'nin. Bir de baktim, artik yazmamaya basladi.
Nazli bu, biraktigi yerden devam ederdi etmesine ama etmiyordu iste taaa ne zamandir...

Buradan itiraf ediyorum; dedim ki bir gun kendi kendime, "Konuk Yazar" gibi bir kategori olustursam, Nazli'dan da bir yazi istesem, bir kere yazsa, kaleminin pasini atsa ve yazmaya devam etse...

Ve bekledigim yazi geldi.
Simdi buyrun, Nazli'nin o ozel kaleminden "Yeniden Yaratmak"'i okuyalim.


                                                       ***********************
 

YENIDEN YARATMAK

kendime zaman ayırmak istiyorum diyor anne, eskiden bolca senin olan zamanı har vurup harman savurdun, şimdi yeni düzeninde hiçbirşeye zaman bulamazken bir de kendini yeniden bulman, kendini yeni baştan yaratman gerekiyor, işin zor, diyorum anneye. başı sonu belli olmayan bir koca gün sanki yıllar, gelip geçiyor, büyük oğlun beş yaşını dolduracak önümüzdeki yıl, küçüğün bir buçuk yaşında, o da bir sene sonra okullu olmuş olacak, sistemin içinde büyüyecekler, sen de evinin içindeki ve dışındaki bölünmüş sisteme dahil oluş biçiminden başka geniş kulvarlara çıkacaksın anne, haydi topla kafanı, kendine zor zaman ayırırken, ders vermeyi seviyorum ama tam zamanlı bir işim olmalı ve hatta yeniden okula gideceğim, iş odaklı bir başka yüksek lisans derecesini yaşadığın ülkeden alman kariyer hedeflerini daha yakın ve gerçekçi kılar diyor rasyonalitem, bravo ona, mantığın tapılası sevildiği o an, ironi anı, seviyorum. karşıtlıkları geride bırakmak mümkün. mümkün mü? ah benim zıtlıklara bulana bu kışlık hallerim ah! yıllar sonra yeniden iletişim halinde olduğum arkadaşımın sitesine yazacağım yazı gerçekçi olmalı, gerçekçi olduğu kadar natürel akmalı, peki ya içimin karanlık duvarları? işte bu karanlığı ışıklar saçarak çekilir kılacağım! oldu, zor. kopuk kopuğum bu aralar. hatta köpük köpük kabarıyorum, yılların birikimi bu. tüm zamanımla çocuklarıma, aileme odaklandığım yaşamıma, önümdeki bu tabloya, kendi benliğimin dalgalarını fırça darbeleriyle sığdırmak zor. bazı günler sabahın akşama vardığı tüm anları tek tek hücrelerce musmutlu duyumsarken, bazı günler amerikan hayatının monoton klişelerinde, "yapmam gerekenler"le pençeleşiyorum. daha fazla para kazanmak, bağımsız olmak, kariyerist hedefler koymak gibi erkek egemen dünyanın kadın olmaya dair hain saldırılarına kapılıveriyorum. hayır canım, az kazansam da önemli değil, sevdiğim işi yapıyorum, kendi ayakların üzerinde dur, annesin sen, yeri geldiğinde çocuklarının tam sorumluluğunu alabilmelisin, nasıl bir yer o? ne olacak yani? peki şu anda burası neresi? ben ne yapıyorum, sorumluluk almıyor muyum sanki? doğduğum kültürün içime işlemiş kalıpları ile şu anda çoğu zaman özgür düşünce ve özgürce varoluş hisleriyle aidiyet duyumsayabildiğim bu kültür arasında sersem oluyorum. sersemim, evet. içgüdülerimin aksine baskılarla zihnime basan saçmasapan kalıplara gıcığım, bu kalıplara kanabilen kendime de gıcığım, anneliğimi doya doya yaşadım, oh be dedirten içgüdülerime sırıtarak bakan kariyerist özgeçmişteki boşluk tarayıcısı düzene gıcığım. kendimi, yeteneklerimi seviyorum, kendimi yeniden yaratabilme, sıfırdan ilişkiler kurup geliştirebilme ve müthiş adaptasyon becerisi gibi eşsiz vasıflarımla gururluyum, ama bu düzenin yargılayıcı kalıplarına yenik düştüğüm hallerime gıcığım, gıcığım işte. bu düzende insanlar kendilerini yeniden yaratabiliyorlar ve herşey mümkün. öyleymiş, inanayım bugünlük, yarın yine sorgularım sil baştan. sabahın umut ışığında bugünkü karamsarlığımı bırakıyorum. sana söylüyorum, düzen kalıbı, zihnime basmayı bırak, o zihin ki varolduğundan da öteye geçer, ürettiklerinden daha da yükseklere uzanabilir. esnediğim kadar uzunum desem, kendimi uzun zamandır görmediğim bir dostun sitesinde, bu hezeyanlarla ne işim olduğuna çok özel bir anlamla inandırsam nasıl olur? güzel olur. zihnimin  uzun zamandır en içten esnediği an bu.





20 Kasım 2013 Çarşamba

Aşk Tesadüfleri Sever

Bu aralar Turk filmlerine sardim.
Turkiye'de yasamadığım seneler kaçirdigim filmleri teker teker izlemeye niyet ettim.
Hepsini yazacagim diye bir bir iddiam yok lakin...

Son zamanlarda "tesaduf" kelimesine bir supheci bakar oldum.
Gerçekten var midir yok mudur, herseyi kendimize biz çekiyoruz; herseyin olacagi zaten belli midir degil midir, sabahlara kadar tartisabiliriz.

Ancak, kanimca, biz buyuk tabloya hâlâ eksik bilgiyle bakiyorsak, ona hakim degilsek, neyin ne zaman olacagi onceden belli bile olsa biz hâlâ bunu gorebilecek donanima sahip degilsek, oyleyse bu duruma biz hâlâ "tesaduf" diyebiliriz degil mi?

Ve Ask Tesadufleri Sever...

Filmi kisaca ozetlemek gerekirse, Ankara'da yasadiklari yillarda birbirlerinin çocukluk aski olan Ozgur ve Deniz hayatin akisi içinde birbirlerinden koparlar ve aradan 25 sene geçtikten sonra Istanbul'da tesadufen tekrar karsilasirlar. Ve birbirilerine yeniden asik olurlar.


Filmin konusu, kabataslak anlatilinca birçok filme konu olmus gibi gozukuyor, ama bence filmin geçmis ve gunumuz arasinda gidip gelmesi ve baglantili olaylarla paralel sekilde islenmesi filmi ozel kilan.

Hikaye 1 Eylul 1977 sabahi basliyor. Ayni hastanede iki aile, iki dogmamis bebek ve iki farkli olay orgusu... Daha onlar dogmadan, biri digerinin yasamasina vesile oluyor, tesadufen...
Ve filmin sonunda, dogan da digerinin yasamasina vesile oluyor...

Filmin en etkileyici yani bizi 80'li, 90'li, 2000'li yillarda gezdiren parçali parçali anlatimi. Cocuklugumuzdan, sehirlerin artik bulunmayan koselerinden, imgelerinden, simgelerinden birer geçit... Fotografçisi, sokaklarda oynayan bisikletli çocuklari, iki katli bahçeli evleri...

Tabir-i caizse çocuklugumuz bir film seridi gibi geçiyor gozlerimizin onunden...

Ve Ankara... 90'larin sonu 2000'lerin basinda yakaladigim Ankara... Filmin Ankara ayagi beni ayrica cezbediyor. Ankara'ya bayildigimdan degil, gordugum her yerde bir geçmisim oldugundan ve hafizamda kayitli anilar bulundugundan...
Sinasi Sahnesi'ni gordugumde bir bir sayasim geliyor orada gordugum tum tiyatro oyunlarini.
Kugulu Park'ta bir gun sinifça ders bile yapmistik...
Alt geçitler, Kizilay, Dil-Tarih, Sihhiye, Bahçelievler, Tunali...

Hey gidi Ankara hey, ruzgar gibi geçtin hayatimdan...

Basrollerini Mehmet Gunsur ve Belçim Bilgin oynamis. Ikisinin de oyunculugu on numara.
Amaaaa, o Mehmet Gunsur nasil birsey oyle... Tas. Inanilmaz yakisikli ve karizmatik.
Hani sehzadeyken de tasti ama orada dedik hadi kostumler "sehzadem bilmem ne" ayagina etek opmeler, bir guç, bir sultan bir saltanat vermisler karizmayi... Gerçi oradayken de adam sehzade dogmus, yapacak birsey yok demistim ama yok Mehmet Gunsur'u bu filmde ayrica çok begendim. Nasil akici, duru ve etkileyici bir oyunculuktur boyle... Bence Mehmet Gunsur her rolun adami, her rolun içine girebilir, o kisi olabilir, bizi o kisi olarak dogmus olduguna inandirabilir. Her filmi izlenir.

Sebnem Sonmez ve Altan Erkekli gibi yillarin usta oyunculari da hiç suphesiz filmin çitasini daha da yukari tasimislar.

Tam lafi yerine koyan parçalardan olusan muthis bir muzik albumu...

Bir filmin muzik seçiminin, filmin basarisinda ve surukleyiciliginde çok buyuk etkisi oldugu kesin. Duygu ve heyecani kamçilayan, ilgili sahneyi vurgulayip biraktigi etkiyi katlayan bir islevi oldugu yadsinamaz. Bu nedenle muzikleri iyi seçilmis filmlere daha kolay baglaniriz, daha tatmin olmus ayriliriz.
Veeee bu filmin muzikleri harikulade, neredeyse sirf o parçalari dinlemek için bile seyredilir.
Eh muzik yonetiminde Ozan Colakoglu'nun parmagi olur da farkli bir sonuç mu çikar? Bravo.
Hayran kaldim, sirf bazi sarkilari tekrar dinlemek için filmin kimi bolumlerini basa sardim, yeniden dinledim.

Soyle bir ornek vereyim: Soz: Murathan Mungan / Muzik: Bjork / Seslendiren: Muslum Gurses

Nasil? Muslum Gurses'in yorumundan, sozleri Murathan Mungan'a, muzigi Bjork'e ait, "Ask Tesadufleri Sever" parçasi...

Boyle bir sarki olabilir mi? Bu nasil bir karisimdir boyle?  Her biri ayri telden dedigimiz insanlar nasil ayni telden çalmislar boyle?
Nasil insani yerine çivileyen bir sarkidir bu? Oturdugu yerde çakan...
Bir de bu sarki giris sarkisi yani, yemin ediyorum tekrar tekrar dinlemekten filme baslayamadim.
Tadi damagimda kaldi.

Ayni anda baskalarina "seni seviyorum" demisizdir. Olamaz mi? Olabilir...

Tadi damagimda kalan bir diger sarki da bizzat Mehmet Gunsur'un soyledigi, Bulent Ortaçgil'e ait "Eylul Aksami" sarkisi... Offf offf, sarki sozleri insani bir yakaliyor pir yakaliyor.
Hem de ODTU zamanlarimda canli muzik ve konserler izlemeye gittigimiz, mudavimi oldugumuz Manhattan'da geçiyor sahne. Daha da bir offff...
Insanin içine sicacik akan, garip bir his birakan mukemmel bir sarki. Bayildim. Mehmet Gunsur'un o kadife gibi sesine, yumusacik yorumuna da oyle bir gitmis ki sarki, tadindan film ileri saramiyor...

"Belki benim kagit param bir sekilde done dolasa senin cebine girmistir. Olamaz mi? Olabilir..."

Bulent Ortaçgil, çok buyuksun çok...

Eylul Aksami - Mehmet Gunsur

Demir Demirkan imzali "Zaferlerim" ve filmin soyleyecek sozunun kalmadigi yerde Sebnem Ferah'in biraz huzunlu iç dunyasindan, yorumundan ve kendisinden "Hosçakal" diger vurucu parçalar.

Hayatimizdaki asklar ve tesadufler...

Içinde ask olan her film insani bir yerinden yakalar, ama, bu film ayrica zamanda yolculuk yaptirdi bana. Zamanda ve "omur" dedigimiz bana ayrilan zamanda...
Hatta çocukluk asklarima kadar yol aldim kalbimde...

Sizi bekleyen biri varsa sizi seviyor demektir... Beklenmenin tadi harikulade...

Hayatimizi bir bir oren tesadufler zincirleri...
Sadece askta degil, hayatimizin butunundeki tesadufler hayatimizi sekillendiren.

Kimlerin hayatina dokunduk, kimlerin hayatindan teget geçtik...
Ve koptugumuzu sandigimiz kimlerle yollarimiz tesadufen yeniden kesisecek?

Ben evlilik yildonumumu kutlarken, sen bir bebek bekliyorsun belki.

Ve ben bu yaziyi yazarken, sen beni dusunup gulumsuyorsun...

Olamaz mi?

Olabilir...


18 Kasım 2013 Pazartesi

Ruhum aslan, bedenim bir kurt köpeği...

Canınız sıkkın olduğunda siz ne yaparsınız bilmem ama, hayattaki en karmaşık ruh hallerimden spor sayesinde çıktım ben. Canım çıkana kadar spor yaparak... Ve her spor dönüşü sinir sistemime, ruh halime ve hatta hafizama yeni bir format atarak... Bir spora gidip gelme araliginda yenilenmis, duruma adapte olmus, artik olaylara baska bir açidan bakar, çozum arar olmus olarak...
Her spor donusu dunyaya baska tarafindan bakmak. Bu yuzden spor elzemdir, vazgeçilmezimdir.
Bir de zaten kaç kisi var ki, ya da kaç mesele var ki keyfimi sahiden kaçirabilecek?
Bir, iki, uç. Hatta uç bile degil...

Persembe gunu boyle bir zamanimdi. "Kibirli gerçek" adinda yazisi da var. Uykusuz olmama ragmen atladim gittim spora. Hem de oyle boyle degil saatlerce. Pestilim çikana kadar, canimi orada birakana kadar... Orduda miyim, itfaiyeci miyim belli degil.
Artik sonlara dogru vucudumun soyle demeye basladigini duyup biraktim: "tamam, artik yeter, bak mutluyum çok, bu da beden, biyonik kadin mi sandin kendini, hadi gel evimize gidelim, yemek yiyelim sonra da uyuyalim, spor bitti.."

98 yasina kadar yasamayi hedefledigimden (ben çitayi yuksek tutayim da sonra bakariz duruma) vucudumu dinlemesini iyi bilirim. Bu nedenledir ki ne doktor yolu bilirim, ne ilaç adi. Cok iyi bir iletisimimiz var vucudumla. Birbirimize çok iyi bakiyoruz. Ben onu en saglikli sekilde koruyorum, o da bunyesinde en saglikli sekilde barindiriyor ruhumu. Boyle guzel bir denge içinde yasayip gidiyoruz iste...
Dengemiz bir parça bozuldugunda bizi toparlayan, yeniden butunlestiren tek sey spor.

Sevgilim oyle demisti bir seferinde bana. "Sen evde oturacak ev kopegi "fifi" degilsin. Sen bitmez tukenmez enerjisi olan bir kurt kopegisin. Dizginlenemezsin. Cikip dag bayir kosman lazim senin."
Evet kurt kopegiyim ne var  !!! (Gerçi aslanim da ayni zamanda ama aslan oturdugu yerden kalkmaz, dunya ona hizmet eder...) Kopek deyince negatif bir çagrisim yapiyor nedense, halbuki kopegi tanimla desek sayacagimiz butun ozellikler pozitif.

Derken spordan çikip eve gelmek uzere metroya biniyorum. Tam solumda Turk bir anne-ogul. Goz ucuyla bakiyorum. Boyle metroda, orda burda Turkçe konusan biri duydugumda ozel bir tepki vermem, lafa karismam, ben de Turk'um gibi bir bilginin bir islevi olmayacaksa tarafsiz kalir sessizlikte erir giderim. Hani kuçukken anne-babalarimiz yapardi, bir Ingiliz, Fransiz gordugunde. "Hadi çocugum konussana..." Kimsenin yeni bir kesfi degil, butun her yere malzeme olmus bir konu bu. Ama yillar sonra basla bir ulkede, yabanci sevgilimin yanimizda Turkçe konusan birilerini duydugunda "Aaaaa bak Turkçe konusuyorlar, konussana onlarla" diye arada bir atlamasi biraz tuhaf. Neyse... Metroda bir yandan kitabimi okuyorum, tam dibimde bir yandan da bunlari duyuyorum. Anne metro sistemini anlamaya çalisiyor, sorular soruyor. Benim annemin sorularina çok benziyor. Genç biliyor elbette bilmesine ama guzel açiklayamiyor annesine. Soyle bir gozgoze geliyoruz. Vazgeçiyorum. Ceviriyorum kafami. Aman simdi bir lafa giricem muhabbet açilacak, hiç muhabbet edesim yok, eve gidip uyumak istiyorum. Bir muddet sonra anne yine bir soru soruyor ama çok seker, çok tatli, hem de aynen benim annemin sordugu gibi, bilen birine anlamsiz gibi gorunen ama aslinda sistemi bilmeyince çok ta mantikli gorunen sorulardan... Dayanamiyorum. Atliyorum. "Annem de aynen sizin gibi boyle soruyor. Kusura bakma genç sen de guzel açiklayamiyorsun." diye en dogal halimle cevap veriyorum ve metro planimi uzatiyorum onlara.
Sonra ayni durakta iniyoruz. Bir muhabbet bir muhabbet... 50 dakika ayakta sohbet ediyoruz. Ama nasil derin, nasil enteresan, nasil kafasi çalisan insanlar... Anne ayri bir fenomen, parlak genç ayri. Bir fikirler, bir deneyimler, bir hayat felsefesi... Bir kerecik hiç tanimadigim bir Turk'le konusasim tuttu, onlar da boyle ozel insanlar çikti. Hatta numaralarimizi aldik, aksam da bulustuk, Paris'te beraber saatlerce gezdik, oyle guzel konulardan konustuk ki kaliteli sohbete doydum bu aksam. Bu anne-ogul bana çok iyi geldi. Yenilendim. Meger onlar da çok kotu bir sabah geçirmisler ve annesi de dua etmis "Allah"'a, "Lutfen bugun karsimiza sevdigin bir kulunu çikar" demis.

(Ben miymisim sevdigi kulu? Hayret birsey !!! Bir yanlislik olmasin? dedim. Gulumsedi.)

Aksam bir an geldi, genç delikanli dedi ki, siz dedi metroda biz konusurken bizi duydunuz, bir an benimle gozgoze geldiniz, sonra kafanizi çevirdiniz. Neden sonra bizimle konusmaya karar verdiniz?

Bilmem...

Bu sabah, yerine baskalarini koymak, uzerlerine yenilerini eklemek istedigim dusunceler vardi kafamda. Seninle gozgoze geldigimizde isiginizi sevdim. "Bu insanlari tani" dedi içimden bir ses. Dinledim. Dedim...

Bu, gerçek nedenin bir bolumu. Esas neden daha dunyevî...

Ben sizin anne-ogul iliskinizi, yansittiginiz isigi begendim, ve sizi beraber tanimak istedim. 

Siz bugun bana dusundugumden çok daha fazla sey kattiniz. Cok sey ogrendim sizden.
Karsilikli diyorsunuz ama, ben biraz daha kazançli oldugum kanisindayim.
Tesekkur ederim.

17 Kasım 2013 Pazar

Meslek Seçerken...

Isleyisini merak edip açip içini kurcaladigimiz aletler, makinalar var ya, iste oyle, kafasini açip isleyisini anlamak istedigim beyinler var benim...
Buradan taaa Hegel'e, Camus'ye, Kafka'ya kadar uzanmayacagim...
Etrafimda da var, boyle alengirli, neresinden ne çikacagi belli olmayan farkli bir isleyisi olan enteresan beyinler.

Nitsa bunlardan birisi...

Ayni okuldaydik. Nitsa psikolojide okuyordu. Bizim bolumden dersler aliyordu.
Ortak bir arkadasimiz onun için aynen soyle demisti bir gun bana: "Multi-talented bir hatun o."

Efendim, kiskanilacak seviyede Ingilizce konusuyor, Italyanca konusuyor, Fransizca da konusuyor, tasarimlar yapiyor, grafiktir, web dizaynidir hersey onda var, hele hele Izmir'e dair tasarladigi urunler bir içim su, yoga yapiyor, boyle cadili, buyuculu, insanin hayal gucunu zorlayan kitaplar okumayi seviyor, blogu var, kisa filmler çekiyor, muzikle ilgili ciddi çalismalari var... Ustune bir de anne oldu.
On parmaginda on marifet yani...

(Nitsa, yoga demisken buradan inanilmaz guzel annene kadar uzayasim geldi ama yok, konu çok dagilir, çikamam sonra içinden.)

Onu daha çok tanimak isterseniz, rastgele zamanlarda rastgele seyleri yazdigi blogunu okuyun.

www.rastgele-seyler-gunlugu.blogspot.com

Bu haftaki konuk yazarim Nitsa yine kendine ozgu bakis açisiyla guzel bir yazi yazmis.
Ozellikle "Bak kardesi gitti ne guzel okudu, muhendis oldu, bu ne yapiyor, mermer yontuyor. Ama n'apalim evlat iste, onu da seviyoruz..." kisminda çok guldum...
Buyrun okuyalim.

P.S. Nitsa, sizin balkonda, soyle gevrekli peynirli kahvalti programimiz hâlâ aklimda... Bir sonraki Izmir'e gelisimde kesin yapalim.


                                                             ********************


MESLEK SECERKEN


Geçenlerde bir cenazeden çıkıyoruz, yanımda avukat bir arkadaşım var... Aileye dilenen baş sağlığı ve sabır dileklerinin ortasında, çıkarayak, iki ara bir derede birisi arkadaşı kıstırdı; ‘ya sana bir şey danışacağım şimdi, benim şöyle şöyle bir sözleşmem var, bundan nasıl çıkarım’ şudur budur 15 dakika lafa tuttu. Ah dedim senin de işin zor valla, “Sorma” dedi, “Geçenlerde tuvalete gittim yan tuvaletten bile soru sordular...”
Bunun üzerine beni bir düşünce aldı: Kariyer seçimi yaparken her şeyi eleyip büküp değerlendiriyoruz da örneğin böyle bir şey ile ilgili kimse uyarmıyor. Özellikle bazı meslekler bu dertten en sıkıntılı olanlar tabi, avukatlar işte mesela... Ben bile (ki normalde dikkat ederim böyle şeylere) mutlaka birkaç kez avukat arkadaşlarımı alakasız “yasal” değerlendirmeler için taciz etmişimdir. Hele bir de ailede varsa yandı, rica filan istemez; doğrudan ‘hak’ olarak görürüz milletçe, yıllık telekom tarifemizden komşu kavgamıza kadar her şeyi didik didik sormayı; hem de her an ve her yerde...
Doktorlar mesela... “Ayyy, bak X’çim (X yerine aile/arkadaş çevrenizdeki bir doktorun adını yazınız) benim göbeğimin üstünde de şöyle bir leke çıktı, nedir bu yahu söylesene!” Bir de üstelik sorup sorup sonra verdiği cevaba inanmamak ta söz konusu; sonuçta internetten bakmışız ya, en iyi biz biliyoruz zaten...
Ben psikoloji mezunuyum; “ne okuyorsun” diye sorduklarında verdiğim cevaba karşılık “Yaaa ben de hiç uyuyamıyorum, Pasiflora alıyorum, devam edeyim mi” sorusuyla bizzat karşılaşıp “Al al ama çok alma azar azar al” filan diye geçiştirdiğimi biliyorum. Şimdi kim anlatacak beş saat psikoloji şudur bu değildir şöyledir böyledir...
Mimarsan, birileri mutlaka evindeki yıkma dökme işlerinde seni ustanın başına diker. Mühendis isen, diyelim ki bilgisayar mühendisi; dayının bilgisayarına format atarken bulursun kendini. Elektrik elektronik mühendisisindir, “Bir ampul bile değiştiremiyor” diye azar işitirsin. Gazeteci / TV programcısı filansındır, mutlaka herkes haber olmak, televizyona çıkmak ister. İşletme, iktisat mezunu isen paran illa çoktur, birinin kaynına, kardeşine, sevdiceğine iş bulmak mutlak görevindir. Belediyede, tapuda, noterde, devletin herhangi bir yerinde memursundur, birilerini mutlaka sıranın önüne geçirmek, işlerini ‘çabucak halledivermek’ zorunda kalırsın. Bakkal, manav, balıkçı, esnafsındır, sürekli birilerine bedavaya bir şeyler götürürsün. Fotoğrafçısındır, ailede fotoğraf makinesi alacak her kim varsa arayıp sana sorar, müzisyensen mutlaka kuzeni yeğeni gitar almaya götürürsün. Diyetisyen misin, ailedeki herkes haftasonu börekleri götürdükten sonra pazartesi suçluluk içinde seni arar, “Ya tatlım şu benim kiloları nasıl vereceğim yaaa!” diye ağlaşır...
Kim rahat peki mesela, söz konusu bu tip durumlar olduğunda?
İşte, kariyer seçimi aşamasında olan gençlerimize eşsiz bir hizmet sunuyor, bu sıkıntıdan kurtulabilecekleri bazı örnekler sıralıyorum...
Yeni nesil, isimleri alengirli, ama daha tam yerleşmediğinden kimsenin tam olarak ne iş yaptığını bilmediği meslekler rahat. Örneğin bir dönem “İletişim Tasarımı bölümünde Asistan” mesleğini icra etmişliğim var, mesela babannem soranlara ya ‘bişey tasarımı’ ya da ‘iletişim bişeyi’ olarak söyleyebildiği için kimseden hiçbir sorgu, sual, rica almışlığım yoktu o dönem... “Kurumsal İletişim Uzmanı” , “Genetik Ekonomi” , “Akıllı Tedarik Yöneticiliği”, “Değişim Yöneticiliği” filan gibi, tam iş tanımı muğlak, ya da büyük çoğunluğun ne olduğunu anlamak için google’a sormak durumunda kaldığı işlerde genellikle bu dertten kurtulursunuz...

Daha ‘klasik’ mesleklerden seçmek isterseniz, örneğin temel bilimlerin çoğu (fizik, kimya, biyoloji) bundan çok sıkıntı çekmeyebilir; elbette ki ara sıra kimyacı bir tanıdığını arayıp ‘limondan el bombası nasıl yapılıyordu’ gibi sorular yöneltecek eksantrik bir arkadaş filan çıkacaktır, ama genellikle bu işlerle uğraşanlar laboratuvar önlüğüyle günyüzü görmeyen kişiler olarak resmedildiklerinden dünyevi işlerden biraz muaf tutulabilirler.
Ressam, yazar, hele hele heykeltıraş filan olanlar zaten “ailenin kara kuzusu” olarak görülüp tüm kapsamlar dışında kalmakta (‘Aaah ah Fatma teyzesi, napalım işte, kardeşi bak ne güzel okudu müyendis oldu; bu ne yaptı, gitti mermer yontuyor. Napalım, evlat işte, hepsini seviyorsun tabi de...’)
Sosyal bilimlerin birçoğu, örneğin Dilara’nın ve benim ortak geçmişimizin dayandığı sosyoloji bölümü, ya da felsefe, tarih gibi dallar rahat (Felsefeciye hayatın anlamını sorup duran amca ya da Muhteşem Yüzyıl seyredip her bölümde ‘şimdi ne olacak’ diye tarihçi kardeşini arayan teyzeyi filan saymazsak...) Siyaset bilimcileri bu ara biraz daha revaçta tabi, içinde bulunduğumuz durum malum; ama yine de acil durumlar ve aile/arkadaşlar için işe yararlıkları değerlendirilince ‘Bir doktor değiller tabi...’
Uzun lafın kısası...
Siz siz olun, nasıl ev almayıp komşu alıyor ya da evlenince karşınızdaki kişinin “ailesiyle de evleniyorsanız”; meslek seçerken de eşinizi dostunuzu ailenizi bir gözden geçirin, gelecekteki senaryoları değerlendirin ve başınıza gelecekleri hesaplayıp mesleğinizi öyle seçin derim...

15 Kasım 2013 Cuma

Kibirli gerçek


Erken yatmayi seven biriyim. 23.30 dedin mi ben yatmis olurum.
Bu gece hiç uykum yok; istemiyorum yatmak. Hem bu gece yalnizim ben ve korkuyorum karanliktan... Duvarlarda golgeler goruyorum, ayak sesleri yaratiyorum kafamda, gerçek olmayan biri, birsey karsimda dikiliyor, bana bakiyor sanki...

Bu gece yatagima çikmayacagim. Bir battaniye alip kanapede kivrilip yatacagim. Uyuyormus gibi yapip bedenimi kandiracagim. Uyumak ta gelmiyor bu gece içimden nedenli nedensiz...

Pokerde bazi eller olur, yetersiz ellerle oyuna girmissinizdir bir kere ama içten içe tum kartlarin yeniden dagitilacagi ani dort gozle beklersiniz. Her yeni el yeni umutlar vaadeder...

Hayat ne kadar keskin bir nisanci...
Gozune kestirdigi kisileri gelip en can alici yerlerinden vuruyor.
Hepimizin asil tendonu var. Her birimizinki farkli yerde. Ama biz biliyoruz karsimizdakininki nerede.
Bazen bilerek, bazen bilmeyerek vuruyoruz birbirimizi oralardan. O hassas dugmelere basiyoruz. Ve o zaman, elektrikler kesildiginde jeneratorlerin devreye girmesi gibi baska bir varolusun kodlari giriyor devreye. Baska birini uyandiriyoruz bilmeden, belki istemeden.

Yillar once bir film seyrettik, hepimiz biliriz. Seytanin Avukati. Oradaki son sahneyi hiç unutmam. Oyle demisti Al Pacino: "Kibir. En buyuk zaafi insanoglunun..."
Kibirli bir halimiz var bazen, herseyi bildigimizi, herseyi anladigimizi sanip, herseyi yapabilecegimiz, herseyi soyleyebilecegimiz yanilgisina kapiliyoruz.
Hamiz daha aslinda... Oldugumuzu saniyoruz ama gelmemisiz henuz kivama.

Hepimiz insaniz. Ayarlarimiz bozuluyor, duzeltiyoruz. Hersey hepimizin basina geliyor. Herkesin saklamaya çalistigi karanlikta kalan bir tarafi var içinde. Hepimizin odu kopuyor biri onu gorecek, su yuzune çikaracak diye.
Hepimiz duse kalka ogreniyoruz, hepimiz reddediliyoruz, hepimiz onemsenmiyoruz bazen, hepimiz çaresiziz, hepimiz pismaniz, hepimiz yalniziz bazen.

Hayatin geri al tusu yok. Olsaydi ne kolay olurdu hersey. Ayni sahneyi "hah tamam oldu" diyene kadar tekrar tekrar yasardik. Sonra birini kaydederdik hafizaya.
Hepimiz burnumuz surtule surtule ogreniyoruz. Bir bakmisiz burnumuz sakir sakir kaniyor ama bir arpa boyu yol almamisiz...

Hepimiz kayitsiz sartsiz birine guvenmek istiyoruz bazen. Al bak bu benim bedenim, benim kisiligim ona iyi bak olur mu, geç yatirma, çok tuzlu yedirme, sakin yalan soyleme, arada bir op, oksa, sev, gerçekleri soylerken kullandigin dile aman gozunu seveyim dikkat et, kendimi sana teslim ediyorum, bana iyi bak olur mu...

Guven vermek, evimizde agirladigimiz misafir gibi, ruhumuzda bir baskasini agirlamaktir. Bu yuzden guven kontenjani mecburen her zaman azdir.
Ve bu yuzden guven veremeyiz herkese. Içinde "guven" iliskisi olmayan insanlarla daha kolaydir hayat, inislerimizle, çikislarimizla, gerçegin bizi kiskirtan yuzuyle bag kurmayiz onlarla. Daha tekduze ve tek bedendir iliskilerimiz. Sorunsuzdur, zararsizdir, risksizdir. Gerçegin dublorudur.

Gerçegi zapdetmek zor.
Gerçegin dili keskin. Gerçegin dilinin ayari yok. Gerçegin dili biçak sirti.
Gerçekleri konusmak, yalan konusmaktan daha zor.
Gerçek olmak zor. Gerçek olmayi tasimak çok zor.
Cunku gerçek kibirli... "Gerçek" oldugunu bildigi için kibirli... Dikkat etmiyor bazen giydigi kelimelere, tanimlamalara, hitaplara. Gerçegin gucu ezici, yikici, gerçek kibirli bazen iste, bilmiyor toplum içine çikinca nasil davranacagini...
Gerçek ya, hak buluyor kendinde herseyi, hakki olsa da olmasa da...

Kanapeye uzandim. Uykum yok bu gece. Ama uyumak ta istiyorum aslinda. Isik gozume giriyor. Sonduruyorum. Bir mum yaktim. Hafif bir muzik koydum. Belki dalar giderim kim bilir...

Bu arada kartlar yeniden karilir belki.
Ben uykudayken dagitilir. Bakarsin bu sefer elim iyidir.
Kim bilir...

12 Kasım 2013 Salı

Laf Lafi Açti...

Geçenlerde Paris'e gelen bir arkadasimla geziyoruz. Bana durup dururken soyle dedi: "Ne kadar sanslisin, ruya gibi bir sehirde, Paris'te yasiyorsun." Bir dusundum, oyle tabii, ama Paris'te yasarken bile, ruya gibi geliyor Paris'te yasama fikri... Bir seyin hâyâlini kurmak gerçeginden daha buyuk oluyor...

Oscar Wilde soyle demis: "Hayatta iki çesit tragedia vardir. Birisi çok arzu ettigimiz birseyi elde edememek. Digeri ise onu elde etmek." Eeee dogru soze ne denir?

Paris demisken Paris metrolari aklima geldi birden, binenler bilir, tam bir show, çalgicisi, çulgucusu uç kurus para pesinde. Geçenlerde çok enteresan bir showla karsilastim, daha dogrusu enteresan degil de bunun metrodan yapilabilecegini dusunemezdim. Michael Jackson Show. Bayaa bildigin MJ yuruyusu vagonlardan vagonlara... Sonra birden gozume vagonlarin ortasindaki direk takildi. Striptease diregi gibi gorunuyor gozume. Hatirlasiniz, Las Vegas'tayken bir keresinde Pole Dance workshop'ina katilmistim. Bugune bugun Striptease'e Giris dersinden basariyla geçmis bir kadinim. Ahanda sertifikam da var, isteyene gosteririm. Diyorum ki su metro direklerinde ben de bir gun bir antrenman yapsam nasil olur? Hani sahne oncesi...
Haaa bu arada sahne adimi merak eden olursa: Tabii ki Champagne...

Champagne demisken, Paris'e dair çok sevdigim olaylardan birisi ev partilerinde mutlaka içilen sampanyalar. Birseyde birsey yokken, ozel bir neden yokken, ve zaten hayatin her gunu ozel prensibinden yola çikarken her gecede sampanya... Butun yasamlar birbiriyle geçisken, her konu birbiriyle baglantili. Nefes aldigimiz ve beraber guzel vakit geçirdigimiz her firsat sampanya patlatmayi hak ediyor. Ve sampanya siradan anlari bir pat sesiyle siradanin disina çikariyor, hayatin dibine vurmaya, hayati patlatmaya çok yakisiyor...



Cocuklugumdan beri oraya buraya notlar almayi çok severim. Aklima sak diye gelen bir fikri, bir dusunceyi, okudugum bir yazidan bir alintiyi, onumde cereyan eden herhangi bir olaydaki sonradan unutulmaya çok musait kuçucuk bir ayrintiyi not almayi çok severim. Cocuklugumun ajandalari simdiki Moleskinler...

Bir gun sevgilimin gozune birsey çarpiyor ve bana diyor ki:
"Aldigin notlari yazdigin su moleskinlerinin sayfalari çikolata ve kahve lekeleriyle dolu.."
Ona diyorum ki: "Gozyasiyla dolu olmasindan iyidir degil mi?"

Bu arada aklima geldi; yazin ince olmak kolay, kis aylarinda metabolizma yavasliyor. Kisin metabolizmayi hizlandirmak için ben ne yapiyorum biliyor musunuz? Aci biber yiyorum. Valla... Kavanoz kavanoz her yemegin yaninda bir tarafimdan atesler çikarta çikarta aci biber yiyorum.
Eeee ince olmak, ince kalmak kolay degil. Hayat boyle...

Bir de bir yerde okudum korku filmi izlemek zayiflatiyormus. Stres hormonlarini aktive ettigi için metabolizmayi hizlandiriyormus. O halde ne yapiyoruzzz? Elimize bir kavanoz aci biber tursusuyla korku filminin karsisina geçiyoruz. 1 saat kosmak istemeyenlere guzel haber. Degil mi?

*** Kaçmak ta mumkun buradan ama ben en çok çikabilme ihtimalini seviyorum. Kapinin aralik olmasi fikrini yani...

10 Kasım 2013 Pazar

Evrenin Mucizelerine Ortak Olmak

Hiç unutmam, soguk bir kis gunu, ODTU Esli Danslar Toplulugu'nun studyosunda Latin danslarina baslamak uzere dans hocamizi bekliyoruz.
Içeriye ayaginda postallariyla fazla birseye benzetemedigim bir kiz giriyor. Ayakkabilarini giyiyor ve dans etmeye basliyor. Iste o zaman gozlerimi ondan alamiyorum. Az onceki kisi olduguna inanamiyorum. Buyuleniyorum. Ve onun dans derslerini her zaman iple çekiyorum...

Yillar geçiyor, Ekin'le arkadasligimiz Ankara'daki dans etkinliklerinden tasiyor.
O da askin pesinden gitmis, hayatini Yeni Zelenda'da kurmus cesur bir kadin.

Yillar sonra ilk kez geçen sene gorusuyoruz Ekin'le. Paris'e geliyor. Yalniz degil, bebegiyle..
Ekin'in annelik hallerini gozlemliyorum. Nasil bu kadar mukemmel bir anne olunabilir? Her hareketi, her soyledigi, her tutumu, her davranisi ornek. Bu gune dek gordugum, gozlemledigim en iyi anne.

Yaptiklarini bir bir not almak istedim, o derece yani...

Ekin çok yonlu bir kadin. O bir mimar. Onunla bir sehir gezmek, bildiginizi sandiginiz sehri yeniden kesfetmek gibi birsey. Tarihi yapisi olan bir sehri onunla gezmek tarifsiz bir keyif. Sirf bu yuzden, kendi kafama gore "Ekin, bundan sonra seninle her sene Avrupa'nin baska bir sehrinde bulusup gorusuyoruz. Bu bizim yillik rituelimiz olsun." gibi birsey uydurdum. Caktirmayin. Bir tasla uç kus. Uçuncu kus ta bebegi tabi ki. Cunku o sahiden çok ozel bir bebek...

Ekin'e dedim ki, bana bir yazi yaz, içinde annelik olsun.
Ne anlatirsan, nasil anlatirsan anlat, çunku boyle bir annenin kaleminden annelik okunur.

P.S. Ekin'cim mimarliginla gelecekteki muhtemel bir yazinin yolunu yapiyorum...

P.S. 2 Ekin'cim, izninle bu yaziyi, birkaç ay sonra anne olacak çok sevdigim arkadasim Bahar Balewski'ye armagan ediyorum.

Buyrun çok degerli arkadasim Ekin'in kaleminden bebegin nasil bir mucize oldugunu okuyalim.

 
                                                         ***********************


EVRENIN MUCIZELERINE ORTAK OLMAK
 

Bu yazi cikacak mi cikmayacak mi? Haftalardir bogusuyorum. O fikir bu fikir, bundan mi soz etsem sundan mi. Ben boyle debelenedururken, bir arkadasim kalkmis soyle yazmis:
“Sevmek fiilinin bütün sınırlarını yaşadığını zannediyorsun. Sonra bir gün çocuğun oluyor. Tam bir ezber bozan.”
Eh oyle dondum kaldim tabii. Catladim kiskancliktan. Artik benim de yazmam lazim.
Cocugu olmak. Cocugunu hele de dogurmak. Evrenin mucizesine ortak olmak. Ortak olmak dedigime bakmayin. Aslinda ortada ortaklik falan yok. Dogrudan vucudum evren tarafindan ele gecirildi, icinde bir mucize olustu. Hani bazi filmlerde uzaylilar insanlarin bedenine girer ya, aynen oyle bir sey. Guya hersey benim bedenimde oldu ama o karnim burnumun onune kadar gunden gune buyurken bile olaya akil erdiremedim ben. Sonra o icimde buyuyen mucize yine ayrica mucizevi bir sekilde disari cikti, nefes alip veren bir canli olarak uzerime kondu. Minicik eller, parmaklar, tirnagina kadar her sey tamam. Akil almaz. Ustelik bu daha baslangic.
 
Daha o baslangic mucizesinin sarhoslugunda kafama dank etmeye basladi birer birer annemin babamin, zora gelince ‘cocugun olunca anlarsin’ deyip gecmeleri, cocuklu es dost akrabanin ‘hadi yap artik bir tane’ israrlari. Oyle diyorlar cunku bunu anlatmak, betimlemek cok zor is. Ancak bana da yaptiracaklar ki; anlayayim. Cocuklular birbirlerini sip diye anliyorlar nasilsa, anlatmaya gerek kalmiyor.
Dogumu yaptik bitti, evren ve mucizeleri kismini atlattim sanmistim, yanilmisim tabii ki. Evren ve mucizeleri bu kez de bebegin bedeninden goz kirpmaya basladii. Gozumun onunde bir canli dunyayla tanisiyor, her nefeste dunya deneyimlerine yavas yavas alisiyor. Ben de onun her nefesiyle yeniden tanisiyorum dunyayla, seslerle, dokularla, kokularla. Bir de ustumde yeni bir bilinc var tabii. Bir sure bu minik evren mucizesinin dunyasinin en onemli kismi benim. Ben. Anne. Ben bir anneyim. Anne ne demek? Anne bu yeni canli icin her sey demek. Yeni geldigi hayatta kalmak demek. Yiyecek demek, huzur demek, guven demek. Bir yandan yeni tanimlarima alisirken bir yandan da ‘Aman tanrim, ben kendi annem babam icin ne kadar onemliymisim. ‘ diye geciriyorum aklimdan.



Bir yandan boyle sarip sarmalayaci duygular dusunceler var bir taraftan da yeni duruma alismak lazim. Dogumdan sonra bir dusa girip cikiyorum. Agrilara sizilara konsantre olmusum, banyodan cikarken az once dogum yaptigimi artik bir bebegim oldugunu unutmusum bile. Yatagin yaninda uyuyan bebegi gorunce bir sasiriyorum. A, diyorum, insallah bir daha unutmam. Unutmuyorum da... Hatta o gunden sonraki bir bucuk yil boyunca yeni asik olmus, aski aklindan bir an bile cikmayan genc kizim.  

   
Sonra bebegi sarip sarmalayip eve goturuyoruz. Bebek kucakta koltuga oturuyoruz. Huzurlu bir sessizlik.  Eee, diyoruz, simdi ne olacak? Bizim su anda cok stresli, cok yorgun, derbeder bir halde olmamiz gerekmiyor muydu? Niye bu kadar rahat ve huzurluyuz? 
Meger bazen huzur ve bebek birbirine cok yakisirmis.





Gunler aylar o huzurla devam ediyor. Evrenin mucizelerini bebek uzerinden takip ediyoruz. Ne yapacagini bilmeyen parmaklar, eller yavas yavas, once sans eseri sonra bilerek etraftaki objelere carpiyor, carpmalar tutmalara donusuyor, tutmalar yakalamalara, yakalamalar atmalara. Sans eseri diye bir sey olmadigini o zaman anliyorum. Ayni zamanda her seyin sans eseri oldugunu.  

Bebegimi hic yalniz birakmiyorum, birakamiyorum. O da istemiyor zaten ayrilmak. Deprem bolgesinde oldugumuzu o da biliyor sanki. Ya biz ayri odalardayken deprem olursa. Beraber dans ediyoruz. Beraber seyahat ediyoruz. 























 
Evren mucizelerine devam ediyor. Bebek gulumsuyor, gulumsemekle kalmayip kikirdiyor. Etrafinda kimse kikirdamamis halbuki. Bu bebek kikirdamayi nereden ogrenmis? Bebek bizi taniyor, sarkilara tepki veriyor, bir gun golgeleri fark ediyor, bir gun elini uzatip elimdeki elmayi agzina goturuyor. Durdugu yerde devrilip devrilip dururken, bir gun dengeli oturuyor, iki objeyi birbirine vuruyor. Onundeki kitabin sayfalarini cevirmeye calisiyor. Etrafa tutunup ayaga kalkiyor, bir yerlere ulasmaya calisip ulasamayinca morali bozuluyor, bir gun yine morali bozulmus aglarken gobusunu kaldiriverip emekliyor. Baska bir gun emeklerken ellerini yerden kaldiriyor. Popo ustu  oturuyor, sonra bir daha deniyor, bir daha, bir daha. Hıc sikilmadan, yorulmadan denemeye devam. Bir gun ayaga kalkiyor. O yilmadan denemelerin icinde demek ki bunu yapabileceginin bilgisi var. Sarhos gemici gibi yururken bir bakiyoruz kosmus, bir bakiyoruz ziplamayi ogrenmis. Calan muzigi taniyor, sevdigi muzisyeni ismiyle istiyor. Benim demeyi ogreniyor, sonra paylasmayi. Uzulene gidip sariliyor, kendisi sefkat istiyorsa dizim aciyor deyip belli belirsiz eski bir dusmeden kalan izi opturuyor. Cok mutluyum diyor, yuregimizi eritiyor. Hadi gel perdeleri kapatalim diyorum, donup babasina, babaa, perdeyi kapat diyor. Gozumuzun onunde insanoglu sekilleniyor, ogreniyor, ogretiyor. Ben disaridan herhalde siradan gorunen bir hayatin icinde bir mucizeden digerine hayretler icinde derinliklere iniyorum.
 
Daha ne diyeyim, cocugunuz olunca anlarsiniz. ;)
Ekin Sakin, Christchurch 2013 – fotograflar:  Rima Herber, anne, baba ilk alinti: Ilgaz Kaynar Gormez

Special Dedicace: Tum anne adaylarina ve anne olmak isteyenlere...

8 Kasım 2013 Cuma

Chateau de Chaumont: Boyle surgune can kurban.

Efendim, ne demistik, Catherine de Médicis, II. Henri'nin olumunden sonra derhal guzeller guzeli Chenonceau Satosu'na yerlesir ve Diane de Poitiers'yi aninda oradan gonderir.
Haaa Amboise Satosu'nda rahati yerinde degil miydi? Onunla alakasi yok tabi.

Balzac'in bu konuda guzel bir de romani varmis "Catherine de Médicis Hakkinda" diye; orada anlatiyormus Diane de Poitiers'nin Chenonceau'yu nasil teslim ettigini, aralarindaki gerginligi.
40 yil sonra falan, bu hayati anlamis, yasami yalayip yutmus, okunmasi gereken butun kitaplari hatmetmis bir sekilde, yahu bu Catherine'le Diane arasindaki polemikleri neydi diye merak edersem doner belki Balzac'in bu kitabini okurum. Ancak, su an itibariyle hiç merakimi cezbetmiyor. Kim hangi satoda yasadi bileyim, yeter.

LE CHAUMONT: Boyle surgune can kurban..

Amboise ile Blois sehirlerinin ortasinda, tam Loire Nehri'nin kiyisinda kurulmus bu Chaumont satosu aslinda bir kale.

Blois Kontu bu satoyu saldirilardan korumak için 4 tarafi çevrili bir kale seklinde yapmis. Bu kalenin içinde disariyi gormeyen bir hayat varmis.



Diane de Poitiers geldiginde dort tarafi çevrili bu satonun içinde bunalir ve bu kalenin Loire Nehri'ne bakan tarafini yiktirir.
Satonun etrafi çok bos oldugundan, kendisini yalniz hisseder ve buraya bir yerlesim kurdurur.





















































Satonun için biraz harabe, bu nedenle fotograflari hep disaridan çektim.

Catherine de Médicis'yi takdir ettim simdi, yine de insafli kadinmis.
Boyle surgune can kurban..

Chateau d'Amboise

Chateau de Chaumont: Boyle surgune can kurban

Chateau de Chenonceau: Hanimefendiler Satosu

6 Kasım 2013 Çarşamba

Chateau d'Amboise: Benim satom

Amboise, hiç suphesiz Paris'ten hemen sonra gonlumde taht kurmus ikinci Fransiz sehri.


Bunun iki nedeni var.
Birincisi, sevgilimin ailesi bu, pek turistik satolar bolgesindeki bu sehirde oturdugu için duzenli olarak geldigim ve bolgeyi avcumun içi gibi bildigim için...

Ikincisi ise...

Ben buradaki Amboise Kraliyet Satosu'nda evlendigim için...
Bir kraliyet satosunda, upuzun kuyruklu gelinligimle kraliçeler gibi evlendim ben.
Yazisi da var. Buraya baglanti koymayacagim.
Okumak isteyen blogun içinde arayip bulsun.



Amboise'daysam evimdeyim.
Ev ne garip bir kavram. Hem somut olarak gosterilebilecegimiz bir yer, hem degil.
Kendi hayatimizin geçtigi yeri evimiz sayariz. Hem de ailelerimizin yasadigi yeri. Aile bagidir evi esas ev yapan degil mi? Aile nerdeyse ev ordadir.
Amboise, benim, ailemin diger yarisinin yasadigi yer. Yani, Amboise'daysam evimdeyim.



Minik minik sevimli turistik sokaklari, alisveris mekanlari, Paris'ten Amboise'a gelirken geçilen koprunun uzerinde butun hasmetliyle gorunen Amboise Satosu.




Veee tabi ki BIGOT... 

Tarihi, meshur, vintage, Amboise'a gelme nedenlerimizden Bigot...
Cikolataci, dondurmaci... Kisin geldiysek sicak çikolatasini içmeden, yazin geldiysek o enfes dondurma kuplarindan yemeden geçemeyiz buradan. Amboise'a gelmisiz sayilmaz.
Cesme'ye gidip kumru yememek gibi birsey olur yani.

Bir de Paris'e donerken yanimiza 1 buyuk kutu da artisanal çikolatalardan aldik mi, ohhh degmeyin keyfimize. Bigot keyfi uzar gider, evde de surer...




























Madame Bigot tum zerafeti ve asaletiyle her zaman isinin basinda, ne zaman gitsek orda.




























Amboise'a gelin arkadaslar. Mumkunse sevgilinizle gelin hatta. Bir hafta sonu kaçamagi yapin. Insani kendisine çok iyi hissettiren bir sehir.
Ben her seferinde resmen kabuk degistirip donuyorum.
Ruhen yenileniyorum...
Tavsiye ederim. Amboise insana çok iyi geliyor.

Haaaa... Gelmisken Bigot'dan da geçmeden sakin ama sakin donmeyin.

Chateau d'Amboise

Chateau de Chaumont: Boyle surgune can kurban

Chateau de Chenonceau: Hanimefendiler Satosu

5 Kasım 2013 Salı

Chateau de Chenonceau: Hanimefendiler Satosu

Fransa'ya turist olarak ilk adimimi attigimda anladim: Ben sato gezmeye bayiliyorum.
Hatta iddia ediyorum; benim yas grubumdaki hiçbir Fransiz, benim kadar sato gezmemistir, gormemistir.

Gezip gordugum, hikayesini dinledigim, tarihin derinliklerine aktigim, orada yasamis her kimligin hayatina, o donemin içine girdigim, bilgiyle, duyguyla, coskuyla doldugum butun o satolar...

Tabi o zamanlar blog yoktu.
Ne meshur Fontainebleau satosunu yazdim, ne Versailles'i, ne Versailles'in onu ornek alarak yapildigi, asil orginali dillere destan Vaux le Vicompte satosunu, ne Compiègne, ne Azay-le Rideau, ne Chambord, ne Vilandry satosunu... Bu liste boyle saymakla bitmez; uzar gider (henuz) yazmadigim satolar...

Simdi içimden bir ses diyor ki; atla git her hafta sonu, tekrar gez onceden gordugun butun satolari. Ve yaz.
Içimdeki ses yine diyor ki: "Yine de yazabilirsin. Elinde resimlerin var. Zehir gibi hiçbirseyi unutmayan hafizan var, kayitlidir sende hâlâ satolara dair her ayrinti."
O da olur. Belki bir ara toparlarim hepsini... Ama once, bu hafta sonu ziyaret ettigim satolar var.



Bu hafta sonu Fransa'nin en sevdigim, en turistik bolgelerinden Loire bolgesindeki Amboise sehrine gittik. Loire bolgesi, adini nehrinden alan ve etrafina sagli sollu kurulmus Loire satolariyla unlu bir bolge.

CHATEAU de CHENONCEAU : Le chateau des dames (hanimlar satosu)

Suphesiz Loire Nehri'nin en ihtisamli, en bilinen, en gezilen satosu 16. yuzyilda insa edilmis bir ortaçag satosu: Chateau de Chenonceau.
Benim bu uçuncu gezisim, her gezdigimde yine buyuleniyorum, yine oylece bakakaliyorum.

Loire Nehri'nin kollarindan le Cher uzerine kurulmus muazzam bir sato.
Bu satoda hep kadinlar oturmus, satoya kadinlar bakmis, eklemis, gelistirmis ve bu guzellik kadinlar sayesinde ayakta kalmis.



II. Henri, Catherine de Médicis ve Diane de Poitiers: Uç kisi, bir ask...

Bu uçluyu satolari gezenler bilir. Onlar her yerdeler. Hiçbir yerden iz birakmadan, bas harflerinden olusan sembolu bir yerlere kazimadan geçmemisler.
Bu asagida gordugunuz sembol, Fransiz tarihine kazinmis sembollerden biridir. Hemen her yere girmistir.


Catherine de Médicis'nin C'si
II. Henri'nin H'si
Diane de Poitiers'nin D'si
Içiçe. Bir ask, uç kisi...

Favori kadinina hediye olarak bu muhtesem sato...

Diane de Poitiers, II. Henri'nin herkesçe bilinen, mesru ve favori metresidir. II. Henri'den yasça epey buyuk olmasina ragmen kralin gonlunu çalmistir.
II. Henri ise bu en sevdigi kadinina suyun uzerine kurulmus bu guzel satoyu hediye eder ve Diane de Poitiers Chenonceau Satosu'nda yasamaya baslar.

Diane de Poitiers'nin odasindan bir goruntu
Bu sirada II. Henri, Floransa'da gelin gelen Catherine de Médicis ile evlenir.

II. Henri ve Catherine de Médicis ise, sadece krallarin yasamis oldugu gerçek bir Kraliyet Satosu olan, yine ayni bolgedeki Amboise Satosu'na yerlesir.

(Amboise Satosu, gururla soylemek isterim ki; benim evlendigim satodur. Bunu, bir dahaki yaziya sakliyorum efendim.)

Ne diyorduk evet, II. Henri ve Catherine de Médicis Amboise Satosu'na yerlesir.
Aradan zaman geçer ve II. Henri vefat eder. Ve kraliyet yetkileri karisi Catherine de Médicis'ye geçer.

Ipler Catherine de Médicis'nin eline geçince...

II. Henri'nin olumunun hemen ardindan, hiçbir zaman Diane de Poitiers'nin varligini ve mesrulugunu kaldiramamis olan Catherine de Médicis derhal Chenonceau Satosu'na gider. Burada hemen kendi yatak odasini ve çalisma odasini kurar. Diane de Potiers'nin kenardaki sazlikta yuruyus ve av yapabilmek için kurmus oldugu koprunun uzerine kat çikar ve buyuk bir davet ve resepsiyon salonu kurar.

Ve son olarak ta Diane de Poitiers'yi Chenonceau Satosu'ndan gonderir.

Diane de Poitiers'yi, II. Henri'ye duydugu saygidan, asil bir davranisla, yine bir satoya yerlestririr.  
Chateau de Chaumont.
Ve Diane de Poitiers omrunun geri kalan kismini bu satoda geçirecektir.

Catherine de Médicis: Italyan hanimefendisi

Catherine de Médicis'nin o zamanki Fransiz Kulturu'ne kattiklari yadsinacak gibi degildir.

Bir kere o zamanlar Fransiz Kultur'unde bulunmayan sofra duzeni, sofra adabi, çatal kasik tutma, bir asil gibi yemek yeme tarzi Catherine de Médicis ile gelmistir.

Floransa'dan çeyiz olarak getirdigi ronesans donemi mobilyalari olsun, mutfakta, yemegin sicakligini daha iyi muhafaza ettigi için kullanilmasini ongordugu bakir araç-gereçler olsun, taze çiçekler olsun onunla gelmis yeniliklerdir.







Catherine de Médicis II. Henri tarafindan mutlu edilememis bir kadindir. Ve bunu kendisini suçlayan bir yaziyla herkese duyurmak ister. Bu yazi bugun Chenonceau Satosundaki galeride sergilenmektedir. Sizler için yazinin Ingilizce çevirisini fotografladim.



























Chenonceau Satosu daha sonra çok el degistirir. Ama son sahipleri bildigimiz bir isim. MENIER Ailesi. Cikolataci Le Menier...

Simone Menier hemsiredir. Ve 1. Dunya Savasi sirasinda, satonun suyun uzerindeki uzun bir koridor seklindeki "Galeries" denilen bolumunu hastane olarak kullanilmak uzere yaralilara açar.
Yine bir kadin, yine satoya dair bir yenilik...

Yolunuz Fransa'ya duserse, orta Fransa tarafinda Loire Nehri satolarini gezmenizi ve sadece tek seçim sansiniz varsa Chenonceau Satosu'nu gezmenizi kat-i surette tavsiye ederim.




























Chateau d'Amboise

Chateau de Chaumont: Boyle surgune can kurban

Chateau de Chenonceau: Hanimefendiler Satosu