30 Ekim 2013 Çarşamba

Roy LICHTENSTEIN: Yaratici mi? Sanatçi mi? Tuketim toplumunun kuklasi mi?

En Caliskan Blog Adayi oy vermek için buraya tik tik

Bu yaz bir agustos gunu yazmis oldugum bir yazi.
Araya baska bir dolu sey girmis. Yayinlayamamisim. Bu hafta çok yogun bir hafta. Yeni yazi yetistiremedim. Iyi ki stoga dar gunler için kurtarici bir iki yazi atmisim...

                                                            *****************

Paris'te yagmurlu bir agustos gunu...

Paris'te agustos nasil olur bilir misiniz? Bombos...
Ekmek aldiginiz firin bile "tatile çiktim; eylulde donecegim" yazisini asar, dukkani kapatir gider. Paris, meydani elinde fotograf makinasiyla gezinen turistlere birakir.

Paris'te aylardan agustossa, bir de gunlerden pazarsa, hele hele bir de yagmur yagiyorsa, o gun sehir hayatindan kopmussunuz demektir.
Yine boyle bir agustos ayinda bir pazar gunu yakin arkadaslarimiz Claire ve Cédric," Georges Pampidou muzesine Roy LICHTENSTEIN sergisi gelmis, hep beraber gidelim mi?" diyor.

Açikçasi, çagdas sanattan zevk aliyor muyum almiyor muyum tam karar verebilmis degilim. Ben daha eski sanat anlayisina ve yapitlarina yatkinim sanki. Cagdas eserlere bakip bakip, bunun hangi tur bir kafa yapisiyla "eser" ya da "sanat" adini alabildigini sorguluyorsam, ya eserde ya bende bir sorun var demektir. Degil mi?

Bu sergi daha once de Londra'daki Tate muzesinde sergilenmis. Claire'i de kiramiyoruz, dusuyoruz yola.

Roy Lichtenstein TATE Museum

Içimden diyorum ki; Paris'te agustos ayi, gunlerden pazar, ve disarida deli gibi yagmur yagiyor, bu Roy bilmem kim için kim kalkip gelecek? Bombos olacak muze...

Bir de pazar pazar, disarisi kis kiyamet, sabah saatlerinde RV veriyoruz, ogleden sonra çok kalabalik olur diye. Bir de ne goreyim???
Daha kapilar açilmadan muzenin onunde en az 50 kisi kuyruk olmus!!!
Bu Parisien'lerin sergi meraklarina bazen akil sir erdiremiyorum. Yagmur, çamur, agustos, sabah, pazar hiçbir sey kesmiyor onlari. Hepsi yatagindan dusup gelmis sanki. Yahu manyak misiniz? Gidin uyuyun!

Roy LICHTENSTEIN (1923-1997) - American Artist / Ressam

1960'larin sonunda Pop Art hareketinin lider figuru olarak çikar karsimiza.

Reklam ve çizgi roman dunyasindan etkilenmistir. Ve yine bu sektor için uretmekle suçlanmis, sanati sorgulanmistir.



Yukselise geçtigi 1960'larin ortasinda kendisine sikça Populer Sanat elestirileri yoneltilir. Eserlerinin orjinallikten uzak olusu ve ozellikle tuketim toplumuna hizmet eden reklam sektorune çalismasi yonunde elestirilere maruz kalmistir.



Lichtenstein der ki: "Evet tarzimi çizgi romanlara borçluyum, ancak fikirlerimi ve temalari degil."



1963'te patlayan "Whaam" en bilinen çalismasidir.

Eserlerinde çok sayida aglayan ve gulen genç kadin figuru bulunmaktadir.



Licheinstein'in resimleri duygulari ve gestleri bireysellestirmeyi hedefler. Resimleri sanki mekanik bir sekilde yapilmis gibi, bir grafik tasarimcinin elinden çikmis gibidir. Birisi yapmis gibi degil de, anonim gibi bir havasi vardir.

Renklere çok fazla hucum eder.
Zitliklarin altini israrla çizmesi, ve yazili textleri uyarlamasidir onu ozel kilan.

Her sekilde sinirlari zorlayan bir sanatçidir.

1961-1966 yillari arasindaki War & Romance dizisi, çizgi romanlarda geçen duygulu hikayeler ve kullanilan geleneksel tarz arasindaki contasti ortaya çikarmasiyla dikkat çeker.

1960'larin sonunda çizgi romanlari birakir. 1970'lerde ilgisi tamamen yaratici resim sanatina doner.
Ve bu baglamda 20. yuzyilin basindaki ustalari kendisine ornek alir. Picasso ve Dali tarzlarinin etkileri resimlerinde açikça gorulur.



Picasso'nun tarzini bilenler hemen bu degisimi yakalayacaklardir.

Picasso'da biliyorsunuz insan uzuvlari degisik haller alabilir, evet bir kafa var ama illa ki omuzlarin uzerinde durmak zorunda degildir mesela...

Simdi Lichtenstein'da su boganin aldigi haller bir bakin:




















1980 ve 1990'larda modern evlerin iç dekorasyonu, brushstrokes ve ayna yansimalari uzerine çalismaya baslar. Heykeltraslik denemeleri yine bu doneme denk gelir.

Bir de fer forgé denemeleri var. Ben bu hamile kadin motifine bayildim:


Hiç suphesiz Pop Art'a yon veren en onemli ressam Roy Lichtenstein'dir.
Genis çapli ve aslinda çok yonlu hikayeleri çizgi romanlara adapte edebildigi için hayranlik vericidir.





27 Ekim 2013 Pazar

Etiketleri Okumak

Biz kuçukken Dilara ismi pek yoktu. Cok azdi Dilara'lar. Tek tuk iste... Benim hiç Dilara diye arakadasim olmadi. "Dilara" diye hitap edecegim biri de olmadi hayatimda.
Siz ne dusunursunuz bilmem ama bence bir insanin kendi ismiyle seslendigi birine karsi sempati duymamasi imkansiz. Isimlerin tasidiklari bir enerji var. Kisiligi bile direk etkileyen bir yapisi var. Hayati boyunca sizinle ayni isimle yasamis birisi elbette bazi noktalarda sizinle ayni duygu ve dusuncelerden geçmistir, degil mi? Ayni isme tepki verdi çunku o da sizin gibi... Ayni ismi duydugunda sizin benliginizde ne oluyorsa onda da oldu.
Hayatim boyunca bu ismi sadece duyma keyfini surdum, simdi ben de bu isimle birine seslenme zevkini yasiyorum. 

DILARA KONTIS

Ozel bir espri anlayisina sahip, eglenceli, ve enerjisi çok yuksek bir kadin...
Tutkulu bir kadin. Ben bayiliyorum içinde tutku hissettigim kadinlara.
Tutku derken, hayata, isine, kedilerine, keçelerine...
Sevdigi erkeklere de... Askin pesinden gitmis, once bir ulkeye sonra bir baska ulkeye savrulmus cesur bir kadin... Kurar, sarmazsa yikar, baska yerde yine kurar, sararsa yasar, sarmazsa... icabina yine bakar.
Deli cesareti iste. Dilara bunu yapar. Yine olursa, yine yapar...

Keçeler ahh o keçeler yok mu o keçeler... 

Oraya buraya her yere isledigi, dunyanin her yerinden siparisler aldigi, kendi deyimiyle, "çalismak çok guzel ama bir gun keske 30 saat falan olsaydi" dedigi, gordugu ragbet uretebileceginin kat kat ustunde o buyulu keçeler...

Blogunu gezin, ne yaptigini daha iyi anlayacaksiniz. 

www.kecesepeti.blogspot.com

Blogunun en sevdigim yanlarindan biri de çok eglenceli olusu. Isledigi urunlerin resimlerini paylasirken altlarina da komik, keyifli notlar almasi. Her urune bir ruh katiyor, bir hikaye ilistiriyor Dilara.

Favorilerimden bir alinti:
"Evet her harfe boncuk isleyecek kadar siyirdim. Bu yeni kokos stilimi çok seviyorum."

Buyrun hep beraber konuk yazarim Dilara'nin kaleminden etiketleri okuyalim.

P.S. Baska baska ulkelerde yasayan, ve birbirinden habersiz bambaska bloglari olan iki Dilara olarak, senin bloguna verdigin isim: "Hayata Dair Dokunuslar", benim bloguma verdigim isim "Hayata Dokunmak."
Bu bir tesaduf olabilir mi?
                                      
                                                                *********************

ETIKETLERI OKUMAK

Kullanım kılavuzları, etiketler ne zamandan beri hayatınızda? Ufacık etiketler, sayfa sayfa kılavuzlar, ansiklopedi kalınlığındaki kullanım kitapçıkları... Bu kadar etiket yapıldığına göre bir amaçları olmalı. Hayatımızı kolaylaştırmak!


Örneğin; saf yün kazağınızı çamaşır makinasında yüksek ısıda yıkamayın.


Ya da buzdolabındaki sütü kafaya dikmeden önce yüzünüzü buruşturmamak için son kullanım tarihine bir göz atın.

Kullandığımız her eşyanın, yediğimiz her şeyin, giydiğimiz her kıyafetin bir etiketi var.

Ama bunlar cansız nesnelerin etiketleri. Peki ya biz insanların?

Bazen bizzat kendi kendimize etiketi yapıştırıyoruz. Bir rozet, bir yüzük, bir bıyık, bir başörtüsü, Facebook'ta adımızın önüne koyduğumuz ufak bir kısaltma...

Bazen de devlet bize "aman siz yorulmayın" diyor ve etiketlemeyi direk onlar yapıyor. Hatta arşivliyor ki ilerdeki nesillere aktarılsın. Kimi zaman da vücudumuz koyuyor etiketi. İki kaşın ortasındaki bir çizgi "stress altındayım" "bomba gibiyim". Cumbul cumbul kalçalar... Orta Anadoluluyuz biz kardeş genelde bakliyat ve hamurişi ile besleniriz.

Tüm bunların haricinde her kim ki görünmeyen etiketleri okur onun ellerinden öpmek lazım. Çok konuşan arkadaşınız neden bu kadar konuşur, kim sizi öperken asla gözlerini açmaz...

Diyeceğim odur ki; hayatınızdaki etiketleri okumaktan çekinmeyin.
Çünkü onlar bize kısmen yardımcı olur ama aslında bu buz dağının sadece görünen kısmıdır.

Siz gene de etiketlerin arkasındakilerini de okumayı unutmayın.

Hamis: Bu yazıyı yazan taze iki yıldır dürtüklediği keçelerin arkasına da bir Unico etiketi takmayı hayal eder durur.


25 Ekim 2013 Cuma

Bizim Evin Halleri

Bizim eve giren çikamiyor.

Oyle bir havasi var bizim evin. Gelen, evden çikamiyor.
Duvarlarin metalik koyu-kizil pembe renginden mi, degeri yuksek misafir geldiginde mutfak atolyelerine girmeye kalkismamdan mi, televizyon ekraninda durmaksizin defile eden dunya turu fotograflarimiza kaptirip gitmelerden mi, home cinema modunda o bu su izlemeler, play stationa kapilmalardan mi...
Yoksa yoksa, hiç eksik olmayan espriler, kahkahalar, derin, yuzeysel, kisisel, genel, ama hep eglenceli, bol gulmeli sohbetlerden mi? Bilemiyorum.

Ancak, bizim eve giren çikamiyor. Huzur var sanki duvarlarda. Bir rehavet çokuyor insana burada, bir rahatlik yerlesiyor. Bir bana dokunmayin, ben burda iyiyim hali geliyor. Valla oyle.

Sabah gelsin çaylar, kahveler, her muhabbette yenilensin fincanlar.
Aksam oldu mu, insin sarap kadehleri...

Biz Paris'te yasayan arkadaslarimizi bile gece 3'te zorla çikariyoruz evden, gidin artik biz uyuycaz diyerek, ya da çikaramiyoruz. Ben direk yukari çikip yatiyorum artik birsey demeden.

Hansel ve Gratel'in evi misali çikolatadan bizim evimiz. Cazibeli... Ceker adami...
Gunlerce çikmazsin, yine de hiç sikilmazsin bizim evde.
Sohbet olmasa bile sessizligi de bir baska guzeldir bizim evin. Herkes kendi aleminde, herkes kendi dunyasinda, herkes kendi hulyasinda, yine de beraber...
Sevgi ve keyif bulutlari dolasir bizim evde. Icleri her zaman doludur ve her daim uzerine yagar insanin, kim varsa evde.... Islatmaz, kaçirmaz, usutmez bu bulutlar. Aksine, fark ettirmeden yagar insanin uzerine, usul usul, mutlulugu disarilarda aramayasin diye.

Hele hele disarisi soguksa, yagmurluysa, bir de gunlerden pazarsa....
Aman aman degmeyin keyfimize... Krepler yapilir, kekler, pastalar, bir kahveyle geçilir dev ekran televizyonun karsisina, filmler indirilir. Bazen de elimizde bir kitap, uzun uzun sessizlige gomulunur.
Miknatis var duvarlarda. Kazik çakariz biz eve. Cok ta severiz...
Ritmi yavastir bizim evin, telas yoktur, acele yoktur, bir seye yetismek, yetisememek kaygisi, gayesi yoktur.
Su gibidir. Akar gider bu evde dolu dolu an.... zaman...
Boyledir bizim ev. Giren çikamaz.


24 Ekim 2013 Perşembe

Başka Dilde Aşk

Haftasonu bir film seyrettim.
Yeni bir film değil. 2009 yapımı aslında, ama ben yeni seyrettim.
Yurt dışında yaşayınca bazen böyle oluyor. Memlekette her yeni çikan filme, kitaba, oyuna kendi zamaninda yetişemiyor insan. Kaçırıyor. Zamanı biraz geriden takip edebiliyor...

BAŞKA DILDE AŞK

Bir kere seyretmek kesmedi. Iki kere seyrettim.
Yetmedi, bazi sahneleri dönüp tekrar tekrar yine seyrettim.
Filmin en başındaki, bardaki bira sahnesinin tadı damağımda kaldı, her anını, oyuncuların her mimiğini ezberlercesine döndüm yine seyrettim.


Cogunuz izlediniz belki de, biliyorsunuz konuyu.
Grafik tasarim okumus ama işitme engelinden dolayi bir kütüphanede is bulabilmis, insanlarin ona acimasindan korkan ve bu nedenle kendi dunyasinda yasamayi seçen sagir Onur ile,
isten çikarilmaktan ve is bulamamaktan korkan, bu nedenle de son derece sevimsiz çalışma kosullarina katlanarak bir çagri merkezinde çalisan, populer kulturun tam bir parçasi olan sosyal çevreye sahip, ancak hayattan istedigi tam da bu olmayan Zeynep'in aşk hikayesi...
 
"Hiç konuşmadan anlaşabilir miyiz acaba?"

Filmin slogani. Filmin sorunsali. Filmin meselesi, kalbi bu cümle...

Isitme engeli olan ve olmayan iki insan arasindaki bu güçlü bağ uğruna hiç konuşmadan anlaşabilir miyiz sorusunun yanıtını arıyor film.

Diger yandan ötekileşmek ve ötekileştirmek filmin anlamaya ve anlatmaya çalistığı diğer sorunsallar.



























Hiç konuşmadan anlaşabilir miyiz acaba?

Bazen düşünüyorum da hayatta bazı şeyler çok laf kaldırmıyor aslında.
Akıldan geçen dile düştüğünde anlamını yitiriyor. Sıradanlaşıyor. Bazı şeyler sadece ve sadece yaşamak için var. Sadece varlar, oradalar, hayatımızdalar, gerçekler ve oldukları gibi yaşanmayı bekliyorlar. Sorgulamadan... Konuşarak onu parçalara ayırmadan...

Sürekli bir konuşma ihtiyacı, "söz" tüketme ihtiyacı var.
Sanki birsey demesek, konuşmasak karşımızdaki kişi söyleyecek sözümüz yok sanacak. 

Halbuki, sessizliğe tahammül edemediğimiz için, ağzımızdan çıkan her cümle yalnızlığımızı büyütmeye yarıyor sadece...

Halbuki bu kadar çok sey soylemek zorunda degiliz. Bu kadar soze ihtiyacimiz da yok.
Gereksiz o kadar çok sey soyluyoruz ki, aslinda soylenecek o kadar çok sey yok. Bu kadar seyin soylenmeye ihtiyaci yok.

Saglikli bir iletisim devamli konusmaktan geçmiyor. Birbirini anlamak, sevmek ve paylasmak için illa ki çok konusmak gerekmiyor.

Ve ask...

Ask zaten fazla laf kaldirmaz, soze gelmez, dize gelmez. Askta zaten konusmadigimiz anlarda doguyor.
Bakis, ses, koku, dokunma istegi, yaninda olma istegi, onun aklinda olma istegi, beraber geçirilen zamanin tarifsiz kalitesi...




















Film salt bir sagir-duyar iliskisi degil.

Mesele birbirimizi ne kadar kabulleniyoruz, artilarimizi ve eksilerimizi ikisini beraber ne kadar benimsiyoruz, paketin tamamini ne kadar kabullenebiliyoruz meselesi.
Sevmek... O kadar kolay is degil. Yurek ister, yuzlesmek ister.
Mesele birini sevmeyi goze alacak kadar cesur davranabiliyor muyuz, kendimizi sevdigimizin kosullarina ne kadar uydurabiliyoruz, kendimizi onun yerine ne kadar koyabiliyoruz, onu ne kadar içsellestiriyoruz ve bunu gerçekten hissediyoruz meselesi...

Mesele aklindan geçeni okuma, tuttugu sayiyi ve rengi tahmin edebilme meselesi mesela...

Film duygu somurusu yapmaya çok musait ama asla boyle bir ucuzluga kaçmiyor.

Yonetmen Ilksen Basarir bu ilk filminden hiç suphesiz alninin akiyla çikmis. Bravo.
Gostermek istedigini kafasinda sahane kurgulamis ve bize onu aktarabilmeyi basarmis.

Filmin en basinda partiye birbirlerine paralel olarak hazirlandiklari, partinin basinda biralari karistirdiklari, Zeynep'in işaret diliyle dogumgününde ona o çok özel siiri okudugu, ve tabi ki Zeynep'in eve geldigi ve ayni anda evde ikisinin de beraber agladiklari bolum... Birisi digerini de duyarak, digeri duymayarak, onun da yikildigindan haberdar olmayarak...
Muthis... Tekrar tekrar gorulmeye deger.

Ve Zeynep'in aşkı uğruna işaret dilini öğrenmeye kalkışması, bunu bayaa içsellestirmesi ve hayatinin doğal ihtiyaçlarindan biri olmadigi halde, Onur'la daha iyi anlasabilmek için bu özveriyi göstermesi...



























Filmin birçok yerinde isitme engellilerin gundelik yasami gozler onune seriliyor.
Su isiticinin isigi, zil için dosenmis isiklandirma, çalar saatin yatagi sallamasi...
Ve filmin birkaç yerinde yapilan seyirciyi "sessiz birakma" sahneleri, her ne kadar onlari anlamaya ugrassak ta tam bir empatiden fersah fersah uzakta oldugumuzu acimasizca ifsa ediyor.
 
Aslinda film konu olarak herkesi aglatmaya, yaralari kanatmaya, duygu somurusu yapmaya çok musait ama asla boyle bir ucuzluga kaçmiyor.

"Isitme engelli" yerine "sagir" kelimesi kullaniliyor. Bence çok samimi bir seçim.

Dusunulmus bir ayrinti olduguna eminim, "sagir" kelimesi kullanilmakta tereddut edilmiyor. Onun yerine "isitme engelli" denmiyor mesela. Bunu çok sevdim. Cok daha yakin buldum kendime. Sagir demek, sanki o gevezedir, bu sinirlidir demek kadar olagan, bizden, hayatin kendisinden geldi.
Otekilestirmemek gibi geldi bana yani...
Sagir o. Herkesin eksik oldugu bir nokta yok mu hayatta? O da duymuyor iste. O kadar basit. Abartilacak birsey yok yani.

Abartilacak birsey yok; Onur'un duymayarak algilamaya çalistigi dunyada kimi zaman olan biteni duymadigi için yanlis anlamasi ve bu eksik bilgi ve algilamanin agresif tepkilere yol açmasi disinda...

Onur ve Zeynep'in iliskisi herhangi normal bir kadin-erkek iliskisinin aynisi.

Zeynep basta temkinli davraniyor. Bilmiyor tabi nasil iletisim kuracagini duymayan biriyle. Ama sonra normal bir iliskinin tamamen dogal akisinda yasaniyor hersey.
Birbirlerine normal seyler için kiziyorlar, kiskançlik yasiyorlar, hatta Zeynep Onur'a çok sinirli ve kendini kaybettigi bir cinnet aninda tokat bile atiyor. Ona acima duygusu asla duymuyor ya da ona eksik ve farkli biriymis gibi bir muamele yapmiyor. Sevgilisiymis gibi muamele yapiyor. Ve bir sevgiliye nasil sinirlenilirse o da Onur'a oyle sinirleniyor.
Bu otekilestirmemeye de bayildim.

Onun'un tahtasinda yazdigi gibi: Her insan kendi dilinde konusur ama hiçkimse anlamaz ne soyledigini kafasindaki isigin...

Sana buyuk bir sir soyleyecegim, korkuyorum senden.

Ve filmin o meshur Louis Aragon siiri...

Sana buyuk bir sir soyleyecegim, ama korkuyorum senden.

Sana buyuk bir sir soyleyecegim. Kapat kapilari.
Olmek daha kolaydir sevmekten.
Bundandir iste benim yasamaya katlanmam.
Sevgilim...

Zeynep'in agzindan; Sana buyuk bir sir soyleyecegim, korkuyorum senden.

Her ne kadar birkaç noktanin muallakta kaldığı, komşular gibi bir takim ayrıntıların yetersiz kaldığı, call center çalisma koşulları veya kütüphaneci maaşlarıyla yaşanılan hayatların tutarsızlığı gibi tartışmalı yerler olsa da genel olarak anlatmak istedigini anlatabilmiş bir film bence Başka Dilde Aşk.

Bu arada... Mert Firat'in olağanüstü oyunculuğunun altını da çizmek lazim.
Benim gibi onu tanımayan birisi, dilsiz ve sağırlar okulundan böyle bir yetenek çıkmış, bravo diye ayakta alkışlayabilir. Ben Firat'i yine de ayakta alkışlıyorum. Kesinlikle sağır olduğuna bizi inandiracak kadar kusursuz bir performans... Aldığı ödüller boşuna değil.

Abartidan ve karmaşadan uzak muazzam bir seneryo. Izleyin. Izlettirin. Tekrar izleyin... Muthis.

Son olarak...

Mor ve Ötesi 'nden bahsetmezsek Ayıp Olmaz mı?

Bu filme gidebilecek daha iyi bir muzik, daha cuk oturmus sarki sozleri dusunemiyorum.
Etkileyici... Çok başarılı.

Hayat, o kadar zor mu?
Atılır mıyız oyundan benzemezsek onlara?
Bahane mi lazim? Mazaretimiz mi kalmamış?
Çok ayıp olmuş... Çok ayıp olmuş...

MOR ve OTESI: Cok ayip olmus

20 Ekim 2013 Pazar

Maksat dostlar alisveriste gorsun.

Beni kategorize etme. Benle oynama.
Yaftayi yapistirip bana isim koyma...

Birkaç gundur aklimda bu sarki var. Nedeni de var. Anlatayim efendim...

Biliyorsunuz, dunya turundan dondugumden beri duzenli olarak yazdigim bir blogum var.

Cocuklugumun kalin kalin gunlukleri, kocaman kocaman ajandalarda kutu kutu saklanan, aklima dustugu anda yazilip dosyalarda kagit kagit barinan, hayatin bana dokunan her seyine dair yazilmis yazilari, denemeleri, makaleleri, herseyi herseyi....

Bugun bunun adi olmus blog...

Daha çok kisiye ulasir olmus yazdiklarim, daha çok kisiye dokunur olmus, tanidigim, tanimadigim herkesle kaynasir, yazdiklarim beni asip beni okuyucuyla kaynastirir olmus... Bana yeni ufuklar kazandirir, yeni insanlarla yeni seyler paylastirir olmus...

Oznesi degil nesnesi oldugum bloglar da var.
Okurken buyuk haz aldigim, kendimden geçtigim, bilgi, gozlem ve tecrube comerti, sunumda sinir tanimayan harika yazilara imza atan takipte oldugum bir suru blogun nesnesi olarak ta her gun daha çok zenginlesiyorum...

Derken, geçen hafta bir de baktim yakinda Hurriyet Bumerang blog odulleri veriliyormus...
Bir bakayim dedim, hangi kategoriler var.
En ozgun blog, en gezgin blog, en hayata dair blog, en yaratici blog, en tutkulu blog...
(ahhhh tutkulu evet tutku...) kategorileri olsaydi, bu kategorilere basvuru yapmak isterdim.

Olmayinca belirlenmis blog kategorilerinin açiklamalarina baktim, kendime bir yer aradim.
En uygunu hangisi çikti: En Caliskan Blog

En çaliskan blog ne demek yahu?

Burcu Esmersoy'un bir roportajinda okudugum bir açiklamasi vardi; çok gulmustum.
Bilmem kaç senesinde yurt disinda Turkiye'yi temsilen gittigi bir guzellik yarismasinda "Dostluk Guzeli" seçilmis. Kendisi aynen soyle diyor:

"Dostluk Guzeli" ne demektir biliyor musunuz?
Bu kiz guzel degil ama sirin...

Iste bu En Caliskan Blog unvani bana Burcu Esmersoy'un bu tespitini hatirlatiyor.
Yani benim için bu kategori suna benziyor; gerçi pek yazamiyorsunuz ama iste çalisip çabalayip ortaya bir takim yazilar çikartmis, bir blog olusturmusunuz. O zaman size en çaliskan blog diyelim.

Kategoriler sinirli oldugundan, bir kutuya da girmek gerektiginden, En Caliskan Blog kategorisinden basvurumuzu yaptik efendim, buyrun bu da baglantisi.
Ne demisler: Oya inanma, oysuz da kalma.

Oy vermek için:

En Caliskan Blog Adayi

Birseyler uretiyorsunuz, ve bunu surekli yapiyorsunuz.
Okuyucu çok soyut bir kavram. Sizi kim okuyor, ne kadar okuyor, ne kadar begeniyor tam bilmiyorsunuz. Siz birseyler soyluyorsunuz, bir takim kafalara giriyorsunuz ama nerelere sizdiginizi tam bilmiyorsunuz.

"Seni okurken yazin hiç bitmesin istiyorum." diyerek beni ihya eden, yazilarimi duzenli olarak takip eden okuyucularimin niteliginden de niceliginden de memnunum ben, ve herkese çok tesekkur ederim.

Beni sadece kendi arkadaslarim okusa yeter diye çiktim ben yola...
Yaziyorum ve her zaman da yazacagim, çunku, sadece, iyi geliyor yazmak.
Iyi geliyor...

Bu blog yarismasi da nereden mi çikti?

Maksat dostlar alisveriste gorsun...


17 Ekim 2013 Perşembe

Kolay Oluyorsa Ne Guzel

Beyin firtinasi dedin mi aklima ilk gelen insanlardan birisi hiç suphesiz sevgili arkadasim Paralel Evren
Bitmek tukenmek bilmez ogrenme arzusu takdire sayan ender insanlardan birisi benim için. 
Blog yazmaya baslayisimi tetikleyen, yazma arzumu atesleyen insan...
Hayatinin donum noktalari olur insanin.
Bazen o nokta donerken, onun donum noktasi olabilecegini bile bilmez insan.
Bazen vaktinde anlar, bazen de çok geç olur...
Hayati iskalamak veya kapilari açikken fark edebilmek; butun mesele bu.

Onun da bir blogu var.

Blogunda turladigim her sefer hayata dair farkindaligim artiyor. Bilip te bilmedigimiz degerleri gozumuzun onune seriyor. Buyrun bu da adresi, mutlaka bir goz atin derim ben. Hizlica yenilip yutuluyor, aninda bir haz ve doygunluk veriyor insana. Sitenin adi bile insani aciktiriyor.

www.tadimlikhayat.com

Buyrun, bu da bloguma ilk konuk yazar yazisi. Afiyetle okuyun.

P.S.: "Egitimli hislerle yurumek gunumuz dunyasinda adeta bir cankurtaran." 
Bu cumleyi nasil kurdun yahu bayildim... Cankurtaran tespiti çok can alici olmus.

************

Kolay Oluyorsa Ne Güzel
Kolay oluyorsa ne güzel değil mi? İsteklerimiz, hayallerimiz bir bir kolayca can buluyor, gerçekleşiyorsa ne mutlu bize.  Hayatta bazen size de böyle olmaz mı? Bir şey istersin hemen oluverir, hem de hiç yormadan, üzmeden; adeta tüm olasılıklar size çalışıyordur. İnanılmaz mutlu oluruz, göz açıp kapayınca hayalimiz elimize gelmiştir. Tüm benliğimizle mutluyuzdur.
Yalnız tabiki insan düşünen bir varlıktan hareketle gerçekten de mutlu muyuzdur yoksa şüphecilik hastalığımız mı filizlenmiştir, şimdi durup dururken neden bu kadar basit oldu; proje zamanından önce bitti, o karşıma çıktı, her şey hızlıca çözüldü, bunda bir iş olması sakın? Her şey bu kadar iyi olamaz? Bunu yapmayın neden sorguluyorsunuz, kabul edin, alın size geleni. Ama yine de ben şüpheciyim, iyice emin olmalıyım diyenlerdenseniz içinize, kendinize dönün ve sorun; hisleriniz ne diyor? Hisleriniz eğer bir gözlemci gibi eğitimliyse çok kısa bir sürede hayatın size armağanıyla ilgili yardımcı olacaktır. Hislerle yürümek ama eğitimli hislerle yürümek günümüz dünyasında adeta bir cankurtaran. Karşılaştığınız olay, kişi, anlarla ilgili size rehberlik edecektir. Zahmetsiz karşınıza çıkan iyi bir durumu sırf şüpheciliğinizle hemen geri çevirmek, belki de size doğru planlanmış diğer güzelliklerin de önünü kapatacaktır…
Ne kadar da kolay oldu dediğiniz şey için belki de aylardır, yıllardır çalışılmaktaydı ve siz bu durumun sadece sonucuna yetiştiniz ve onu görüyorsunuz ve önyargılı bakış açımızla bu, bu kadar kolay olamaz diyoruz. Çoğu parametresini bırakın birkaç parametresini kontrol edebildiğimiz sınırlı yaşamımızla ilgili bu kadar acımasız olmamıza gerek yok, karşılaştığımız iyi ve kötü durumlar muhakkak bir nedenden dolayı ,  sayısını bilemeyeceğimiz kadar çok farklı parametrenin etkileşimi ile başımıza geliyordur, olgunlukla bu durumları karşılamak ve geleceğimiz için faydalanmak şüphesiz başımıza gelen iyi durumlar için aşırı sorgulayıcı olmaktan; kötü durumlar için üzüntü, sinir, sitem moduna girmekten dolayısıyla kendimizi yıpratmaktan daha yeğdir.
Felsefe yapmaktan biraz sıyrılırsak Parisli Pebbles için de 2012 Nisan’ında hayat tüm parametreleri olasılıklarıyla beraber bir araya getirmişti, yalnızca etkileşim için bir kıvılcım bekliyordu. Klasik telefon sohbetlerimizden birinde bu kıvılcım ateşlendi. Pebbles’ın hisleri hep kuvvetliydi, biliyordu ki zaman doğruydu, şartlar hazırdı. Ve kolayca ortam hazırlandı; bir yazı yeni bir yazıyı takip etti ve bugünlere geldi. Şimdi bu çok kolay mı oldu, bir telefon görüşmesiyle yazmaya karar verilip bu güzel yazılar mı ortaya çıktı? Tabiki hayır zaten Pebbles küçüklüğünden beri yazan, gözlemleyen, gezendi sadece her şeyin bir zamanı vardı ve o an gelince fırsat kaçırılmadı, göz açıp kapayana her şey hızlıca gelişti.
Paralel Evren…

13 Ekim 2013 Pazar

Memleketimin Sofraları Bambaşka...

Dünyanın bir numaralı mutfağının kalbinden geliyorum.
Fransız mutfağını çok iyi bilirim.
Evelallah, elimden de çok iyi gelir, şahane Fransız yemekleri yaparım.

Ama...
Memleketimde yemek yemenin tadı bambaşka...
Kıyas kabul etmez.

Her yenilen şeyin bir ritueli var, bir mazisi, bir hikayesi var.

Babaannemin bahçesinin ağacından toplanmış incirler var. İncir mi bardacık mi? Farkı nedir, hala bilmiyorum.

 Ramazan ayında kapış kapış giden sıcacık susamlı pideler var.
 
Biricik kardeşimin çocukluğundan beri olmazsa olmazı, üzerine erimiş kaşar peynirli sucuğu var. 

Yayık ayranı var mesela, offf içtikçe içesi gelir insanin... Bir tane zaten hiç kesmez.


Şu pidelere bakar misiniz? Bunlar bir porsiyon sadece. Biri ıspanaklı kaşarlı, biri kuşbaşılı... Yedikçe yersin... Hele şu yayık ayranla da bir güzel gider ki...

Şöyle domatesin kokusunu taaa mutfaktan duyduğunuz çoban salatası var. Böyle çalakaşık yiyesi gelir insanın. Çobanlar da ağzının tadını biliyormuş haaaa....


Küçükken, annemin daha mixerı yokken, elinde süzgüyle kaşık kaşık ezdiği en sevdiğim çorba mercimek çorbası var...


Sabahı, akşamı olmayan, memleketin içilme rekorlarini her dönem kıran rakipsiz çayımız var... İnce belli bardakta olacak illa ki. Bir de şu yanındaki gümüş çay kaşığına bayıldımmmm. Ben de istiyorum aynısından.


Bunun yaprak sarmasi var, mantısı var, revanisi, şambalisi, baklavası, peynirli künefesi var.
Sokaklarda gezen bozacısı, çekirdekçisi, darıcısı var.
Eskiden sadece Izmir Kemeralti'nda bulduğumuz, sokakta ayakta içtiğimiz kıaradut suyu var.
Turşucusu, turşu suyu var.  Pastırması var.
Sokakta dökülen, herkesin bir tabak için sıraya girdiği lokması var.
Türk kahvesi var bunun...
Rahmetli babaannemin aşuresi var...
Deniz kenarı şehirlerinin efsane yiyecegi midyecisi var. Midye dolma...
Işkembe çorbası, ezogelin çorbası, köşe başında satılan kokoreci var.
Annemin malzemesi bol ve temiz olsun diye evde hazirlayip firına yaptırdığı pidesi var.
Ramazan pidesi var. Lavasi var. Böyle şişman... bol susamlı...
Evde yapilan, yeme de yaninda yat cinsinden yoğurdu var...

Yoğurt demişken...


Bakar mısınız, şu arabayla giderken yol üstünde durup ettiğimiz köy kahvaltısına...
O kahvaltıdan aldığım zevki Istanbul boğazına nazır luxe bir mekanda almadım. Ciddiyim.
Her lokmanın, vücudumdaki mutluluk hormonlarını harekete geçirdiğini hissede hissede yedim.
Sadece yediklerimiz değil, tam eski usül yol kenarı mola yerleri olması itibariyle de cezbetti beni.
Tahta sandalyeleri ve masasıyla, kenarda şarıl şarıl akan suyu, ortada biten ağacı, çiçeği, böceğiyle harikaydı...
Hele hele şu ortadaki yoğurt... Abartmıyorum, tadı hafizamda kayıtlı, zira bir daha öyle lezzetli bir yoğurt yiyebilecek miyim? Bilmiyorum.
Umuyorum...

Bir de öldürücü mezelerimiz var bizim. Deniz börülcesi, ahtapot, kalamar, patlıcan, semizotu salatası...


Ben bir de lagos yedim, balığımı kendim sectim, Marmaris Selimiye'de, denizin dibinde hatta denizin üstünde, iskelede...

Doku taşlarım bu tadlar benim

Peynirin anavatanında yaşıyorum.
Ama hiçbiri beyaz ve tulum peynirinin yerini tutmuyor, olmuyor.
Dünya mutfağında tatmadığım lezzet kalmadı diyebilirim.
Ammma....
 
Doku taşlarım bu tadlar benim...

Her birinin ayrı hikayesi var.
Bazı yiyeceklerle özdeşleşen insanlar var aklımda...
Bir takım yemeklerle bütünleşen olaylar, bayramlar seyranlar, kutlamalar var.
Her bir lokmada canlanıyor, beni ben yapan her güzel hatıra...

Damak tadı denilen şeyin bir hafızası var.
Silinmiyor, unutulmuyor.
 
Memleketimin sofraları, yemekleri bambaşka....

12 Ekim 2013 Cumartesi

Ben Arda Turan olsam tatile Samos'a giderim.

Samos'a kaldigimiz yerden devam...

Once soyle bir sehir turu atiyoruz terk edilmis adada. Bakalim ne var, ne yok.

Gittigim yerlerin yerel yemeklerini, içkisini, sarabini tatmasini severim, ama Yunan kulturunde malum, ismi farkli ama cismi ayni herseyin. Bizim asirlik raki, olmus uzo. Telveli telveli Turk kahvesi olmus Greek kahve, oyle sunuluyor.

Gezerken aklima geliyor; babama bir uzo aliyim diyorum. Sadece Frantzeskos adinda urunler satan bir magazaya giriyoruz.
Hiç 5 litrelik pet sisede satilan raki gordunuz mu? Ben gormemistim. Sasirtici, itici, urkutucu...

Yalniz sunu soylemem lazim; simdi anliyorum neden herkesin Yunan Adalarindan donerken futursuzca içki ve sigara aldigini, gidenlere siparis verdigini.
Benim her zaman aldigim belli basli seyler oldugu için, hiçbir sigaranin fiatini dahi bilmedigim için fiatlarin bu kadar farkli oldugunu bilmiyordum. Sahiden herkesin poset poset aldigi kadar var. Adalarin donusunde free shoplarda inanilmaz ucuz hersey.

Biraz da deniz-gunes-plaj

Yunan Adasi'na gelip te Ege Denizi'nin bir baska kiyisindan denize girmemek olmaz degil mi?
Dumduz bir yol; her tarafi koy, her tarafi plaj. Cakil tasli plaj. Cakiltasi... Cakil...

Terk edilmis sehir, terk edilmis arabalardan sonra terk edilmis plajlar...

Ben Arda Turan olsam tatile Samos'a giderim.

Samos'ta tek bir amaçla tatil yapmak isteyebilir insan bence:
Sahiden hiç gurultu duymak istemiyorsan, insan gormek istemiyorsan, cevredeki hareketlilikle bolunmek istemiyorsan, kendini sadece denize gunese, dogaya teslim etmek ve kayitsiz sartsiz dinlenmek istiyorsan, bence Samos dogru bir tatil adresi olabilir.
Mesela kameralara yakalanmadan dinlenmek isteyen unluler bence kesinlikle Samos'ta tatil yapmali.
Hepsi ayni anda degil tabi; teker teker, her ay baska biri gitsin...














































































Eh ortalikta kimsecikler yok diye biz kendimizi Ege Denizi'nin muhtesem sularindan mahrum mu birakalim? Daliyoruz denize, yalnizca biz...

Sadece yuzmekle de kalmayin. Bu bombos sahillerde ve gorkemli guzellik Ege Denizi'nin sularinda kendinize bir fotograf seansi sunun. Torunlariniza gosterirsiniz...





















































Demir almak vakti gelmisse terk edilmis bu adadan, civil civil Kusadasi'na dogru bir gemi kalkar bu limandan...

Anlasildi. Herkesin cani sikilmis, kimse yapacak birsey bulamamis burada.
Herkes gelmis 16'da, siraya girmis, 17'de kalkacak gemiyi bekliyor.
Onumuzde 60 kisi var desem yeridir. Yahu free shoptan da alacagimiz bir suru sey var, nasil olacak simdi onumuzde bu kadar insan... Buyuk bir çogunlugu yabanci, 10 tane Turk ya var ya yok.

Iste yurdumun insani, sevgili kaptan...

Biz oyle sirada beklerken geminin kaptani yanimizdan geçiyor.
Gelirken de, guvertede yol boyunca beni moleskinlerime yazarken gormus, pek bir ilgilenmis, merak etmis, sorular sormustu ne yaziyorum diye. Seyahatin gelis kismindan bir tanisikligimiz soz konusu yani.

"Kaptan" dedim "Nasil olcak bu kuyruk yahu, alacagim çok sey var free shoptan... N'aapçaz?"
Kaptan'dan gelen sahane cevap: "Takil pesime. Kimseye bakma. Etrafa çaktirma..." 
Iste yurdumun insani... Evet, Turk olmak budur.

Kaptanin pesinden kimseye çaktirmadan herkesi çalimlayarak kapinin onune kadar geliyoruz. Kapilar açildiginda içeriye ilk giren biziz. Horaaa free shop...

Samos'tan Kusadasi'na ayagimizi basar basmaz hayatin tam ortasinda buluyoruz kendimizi.

Iste hareketlilik, iste hayat, canlilik, renk cumbusu dukkanlar. Bu da çok fena degil hani...


P.S. Yaziya guzel bir yorum geldi. Sonuna eklemeden edemeyecegim.
"Biz Fenerliler onu gelip orda da bulurduk. Ardindan GS'lilar da gelirdi. Sonra seyreyle cumbusu. Samos Samosluktan çikardi emin ol."

Hayalet Ada Samos'un soldan çarpik arabalari

Ben Arda Turan olsam tatile Samos'a giderim.

Yillar sonra yeniden Kusadasi

7 Ekim 2013 Pazartesi

Hayalet Ada Samos'un soldan çarpık arabaları

Kusadasi Limani'ndan 9'da kalkan feribotumuzla SAMOS Adasi'na gitmek uzere haziriz.

Ben de sandim ki; Rodos'a giden gemi gibi kocaman olacak. Su ulu geminin yaninda yavrusu gibi kalan feribot bizimkisi.



























Yunanistan'in yuzolçumu olarak 3. buyuk adasiymis. Ama gelismislik olarak nerede acaba?
Ada unutulmus bolge gibi hiçbir sey yok. Limaninin kohneliginden bile belli.



























Sadece liman degil. Limandan iner inmez bir information servisi olur degil mi her sehir gibi? Yok.

Adaptasyon. En guçlu yanimiz...
Diyoruz soyle inelim, kiyidan kiyidan bir turlayalim. Bakalim ne yapabiliriz?

En unlu beldesi unlu matematikçi Pisagor'un koyuymus.
Vaktimiz kisitli. Araba kiralayip oraya gidebilir miyiz, gitsek ne kadar vakit geçiririz, buna deger mi turunden ufak bir beyin firtinasinin ardindan limanin bulundugu Vathy sehrinde kalmaya ve burayi kesfetmeye karar veriyoruz.



























Guzel Rum evleri, adalara ve sehirlerin "eski sehir" denilen bolgelerine ozel yine kuçucuk daracik sokaklar...





























Hayalet şehir Vathy...
Samos adasi genel olarak terk edilmiş şehir gibi...
Ortalıkta neredeyse bir asırdır uğranmamış evler, kapatilmis, devredilememis eski püskü dükkanlar, cafeler, tavernalar var. Sokaklarda terk edilmiş arabalar bile var.
Varlıklarıyla resmen bir görüntü kirliliği oluşturuyorlar.





















































Su evin eskiligine bir bakin mesela; içinde hayat var da yok, yok ama var gibi...
Içeride hayat olsa mesela su guzelim uzumler olmus, olgunlasmis hatta dalindan sarkmis. Kim nasil toplamaz, sapur supur yemez onlari?




























Samos'a dair fark ettiğim diğer şey ise arabaların sol kaportaları.
Evet kaporta değil mi orasi? Her neyse, hemen hemen 3 arabadan 2'sinin sol kaportası hasarlı.
Bunda en büyük etken yolların inanılmaz dar olmasi ve görüş mesafesinin çok kısa olması herhalde. Yoksa bütün Samos'lular benim kadar mı sürücü?
Yani benim anladığım, her virajda bir darbe yemiş hemen hemen her araba.
Bence Samos'ta iyi arabaya hiç gerek yok.










































































































Bir de Samos halki rahatina pek düşkün. Ispanyollar'ın bile siestalari daha kısa diye biliyorum.

Öğlen 14.00 dedin mi, in cin top oynar Samos'ta.
Inler cinler, ininden, şişesinden, yöresinden akşam 18.00'den önce çıkmaz. Keyfine daha düşkün olanları için 19.00'da olabilir.
Siz dükkan dükkan gezme modundaysanız da, sizin satın alma hevesinize göre değil, onların satma hevesine göre işliyor sistem.
Şaşırılacak birşey yok.



























Hayalet Ada Samos'un soldan çarpik arabalari

Ben Arda Turan olsam tatile Samos'a giderim.

Yillar sonra yeniden Kusadasi