3 Kasım 2013 Pazar

Zen Bahçesinde "Ben"den Uzaklasma ya da "Ben"i Bulma

Onu ilk okudugumda aklimdan geçen ilk dusunce su oldu:
Bu kadin çitayi çok yukarilara çekiyor...
Az konusan, oz konusan, kendisiyle çok konusan bir kadin Gulin.

Ince gozlemleri, derin fikirleri ve zaman zaman da bilimsel açklamalariyla kafasina takilan her konuyu kurcaladigi, saglam beyin firtinasi bir de blogu var.
Blogundaki bazi yazilari, bazi yazilarin bazi bolumlerini iki kere okuyorum ben. Ikinci kere izlenildiginde daha iyi anlasilan çok boyutlu filmler gibi, ikinci kere okudugumda daha iyi anliyorum Gulin'in yazilarinin altinda yatan derin meseleyi...

www.bnce.blogspot.com

Bu haftaki konuk yazarim Gulin, blogum için harika bir yazi yazmis.
Zaten bir yazinin içinde yolculuk varsa, hele bir de iç yolculuk ta varsa o yazi okunur.

Size naçizane tavsiyem; butun dunyaya 20 dakika kapilarinizi kapatmanizdir.
Sadece Gulin'i anlamak için gerekli degil bu, yazdigi yazinin gerektirdigi de budur.


                                                   ******************


Zen Bahçesinde "Ben"den Uzaklasma ya da "Ben"i Bulma 
Yolculuğun kendi içinde gizemli ve derinliği olduğunu düşünürüm.Yolculuklar var, kilometreler gidilir, yeni dünyalar keşfetmek için, yolculuklar var, kendi içindeki derinliklere ulaşma isteğiyle hareket edilir. Kimi zaman ikisi bir arada olur. Bunu yakalayabilmek o yolculuğu unutulmaz yapar. Ya tamamlanmamış olduğu için ya da yakaladığını daha derinlerde, damarlarına kadar hissedebilmek için, bir daha gidebilme isteğini oluşturur.
Japonya’ya gitme başlangıçta sadece yeni dünyaları keşfetme yolculuğuydu. Gitme fikri ortaya çıktığında, aklıma ilk gelen, bir daha gitme şansım olmayacağıydı. Bloglarımız üzerinden tanışıp, kaynaştığımız arkadaşımın yazıları da, aynı döneme rastlamıştı. Rastlantısal gibi görünse de, paylaşımlar bu yolculukta teşvik ediciydi. 
Gitmeye karar vermek dışında her detayın yabancısıydım. Gidilecek zaman, kalınacak süre ve gezilecek yerler hakkında hiçbir fikrim yoktu. Uzakdoğuya daha önce gitmiştim, ama Japonya kültür olarak diğer yerlerden farklıydı, en azından onların kendini farklı gördüğünü biliyordum. Mutlaka görmem gereken yerler listesinde baş sırada değildi, ama görülse iyi olur listesindeydi. Program geldiğindeyse, tanıdık gelen kelimelerden biri de ‘tapınak’tı. 
Bugüne kadar gittiğim bir çok yerde mimari açıdan ya da tarihi anlamada önemli sayılan ibadethaneleri ziyaret etme alışkanlığım vardı, ama hiçbirinde gece konaklama hayalim olmadı. Bütün çekincelerime rağmen, tapınakta kalma fikri ilginçti. Tapınakta kalana kadar, dini ibadet mekanlarının inanca hizmet eden ve inanç doğrultusunda, dinsel yolculuğu disiplin altına alma, ya da dini bir mertebeye ulaşmak isteğiyle kalındığını düşünürdüm. Bugüne kadar da, oda kiralayan, cami, kiliseye rastlamamış olmam da, bu düşüncelerimi destekliyordu. Japonya’da kaldığımız tapinaklar bu konuda ilkti. Üstüne üstelik, inancı ne olduğu da önemli değildi.
Japonya yolculuğumuzun konaklamaları 5 yıldızlı otellerden, tapınaklara yöneldiğinde, sokak aralarına sıkışmış tapınaklar olacağının farkında değildim. O sıkışmışlık içinde kendini nasıl koruduğunu, herşeyden insanı nasıl uzaklaştırabileceğini, kapısının önünden geçerek anlamak mümkün değildi.
Kyoto’da kaldığımız tapınağa girişimiz neredeyse kapanış saatiydi. Karanlıkta giriş yaptığımız için, tapınağın içini keşfetmeyi ertesi sabaha bırakıp odamıza gittik. Bir insanın gecelemek için ihtiyacı olan her şey, temiz ve düzenli olan kullanıma hazır bırakılmıştı. Odada konaklayacak kişi sayısı kadar incesinden yer yatağı, yorgan ve esyalarını koyabileceği bir dolap vardı. Her odaya bırakılan yeşil çay, tapınağın kendi bahçesinde üretilmişti ve bugüne kadar içtiklerimin en lezzetlisiydi. Bu sadeleşme insanın kendi içinde gidip gelmesine, eşyanın nasıl da bir yük olduğunu, insanı kendine dair olan şeylerden uzaklaştırabileceğini görmesine yol açiyordu. Bu mücadele kolay değildi, düzenin bir parçası olmuşken. İç yolculuk başlamıştı ama bir yandan da kültürel değerlendirme, algılama ön plana çıkıyordu, Tatamilerle kaplanmış dört duvarda.


Sabah olup gün ağırdığında, daha farklı görünüyordu her yer. Özenle yapılmıştı kapılar, her birinin hayata dair bir dili vardı ve bu kapıların ortak olarak açıldığı avluda, Japonların tanımıyla, tapınağın Zen bahçesi vardı. Bahçe kendine çekiyordu insanı, neye inanırsan inan. Önce taşıdığı aydınlık, düzen ve  sonrasında çırcır böceklerinin kendi arasındaki konuşması seni senden alıyordu. Düşünceden uzaklaşiyor, geçmişten ve gelecekten kopup anı yaşıyordu insan. Artık geçen zaman anlamsızlaşıp düşünceler sıralanmadığında, sanki sırtında bunca zaman taşıdığın yükleri bırakıveriyordun ya da o bahçeye karşı eriyordu bütün yükler, ufalanıp önünde duran beyaz taşların arasında yok oluyordu. Aydınlığı içinde daha derinlerde hissetmeye başladığında, oturduğun yerden bir güç seni yukarı kaldırıyordu, artık koşabilecek kadar özgür. Yeniden doğmuşcasına taze ve canlı. Yaşadıklarından dolayı oluşan yargı ya da yaşamadıklarına oluşturduğun ön yargılardan arınmış, yeni bir başlangıca hazır. Günün içine, yaşama akıyor insan. 


Japon Tapınağının Zen bahçesinde geçirilen süre, kendi kendime yaptığım biri ayindi, kendi kendime yaptığım bir yolculuk, kendime dönme ve kendimi bulma, aydınlatma adına.
 
Yolculuklarda kimi zaman aynı kilometreler gidildiği düşünülse de, her birey için farklıdır, herkes kendi yolculuğunu yapar, kendine fırsat tanıdığı sürece. Yolculukların boyutları sınırlandırılmadığında, bilinmezler kimi zaman çok tanıdık yerin unutulmuş kapılarını açar. 
Gülin Gürsoy
www.bnce.blogspot.com





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder