3 Ocak 2014 Cuma

2013'te İz Bırakanlar

Geriye dönüp bakmamak, anı yaşamak son yıllarda öğrendiğim en önemli kavram.
Hani bazı laflar vardır, söylemesi kolaydır ama gerçek hayatta uygulaması zordur...
O an içinde mümkün olan en iyi "yaşam performansımı" sergileyip, o "an" itibariyle bu yapabileceğimin en iyisiydi demek ve arkasından şimdi ne yapıyoruz demek hayatıma son yıllarda oturdu.

Bir yıl daha geçip gitti hayatımızdan.
Yaşadıklarımın hangileri hücrelerime işledi ve hangi değişimleri tetikledi bunu zaman gösterecek.
Öyle yeni yıl kararları listesine falan da inanmıyorum ben. Dostlar alışverişte görsün kararları onlar.
Nasıl olsa olay hücrelere nüfus etmediyse, kafada temel şeylerin içine girmediyse, herkes fabrika ayarlarına geri dönüyor zamanla.

2013 çok güzel bir yıldı benim için.
Yaşadığım güzellikleri hayatıma kâr sayarak, hatalarımdan ders çıkarmış olduğumu umarak, sevdiklerime daha sıkı sarılarak, birbirinden çeşitli anılarla hayatımı donatarak bir yıl daha geride kaldı.

2013 yılını şöyle bir kolaj yapıp, seneyi film şeridi gibi gözlerimin önünden geçirdim.

Aylardan Ocak.
Ocak demek kayak demek bizim için. Dağları yara yara, en tepelerden kendimizi bıraka bıraka uçmak ayı.
7 senedir sevgilimin babasının kayak klübüyle kayıyoruz. Onlar 70'lik gençler. Her biri 70'lerinde ama sana bana taş çıkarırlar haaa. Hem dinamikler, hem eğlenceliler, hem de tutkulu...
Bu sene, ocak 2013'te bu kayak organizasyonunu yıllardır yapan Jacky yoktu...
Çünkü birkaç hafta önce vefat etmişti. Ve bu kayak onsuz aynı olmadı, aynı tadı vermedi....
Toprağın bol olsun Jacky...

Aylardan Şubat.
Sevgilimin en iyi arkadaşlarından birinin doğumgünü partisi için hafta sonu Grenoble'e gidiyoruz. Yeni ev almış Jean-Fi, ev mi malikane mi belli değil. Bir bahçe düşün ki uçsuz bucaksız sonu yok...
Bir havuz ki en muazzam otellerin havuzlarına taş çıkartır... İnanılmaz güzel insanlarla şahane bir gece geçiriyoruz. Bu hafta sonunun ne yazısını yazabiliyorum ne çektiğim fotoğrafları basabiliyorum. Jean'dan izin yok. Kendince haklı sebepleri var tabi ki...

Ve şubat ayı, sonunda 2011 yılında gerçekleştirdiğimiz dünya turunun notlarını yazmayı bitirebildiğim ay:
Dünya Turu Özel

Aylardan Mart.
Bu kış Paris'te o kadar sert geçti ki bitmek bilmedi ve hala bitmiyor... Dışarıda hala kar yağıyor.
Bir anda tatile çıkmaya ihtiyacımız olduğuna karar veriyoruz.
Bir yer olsun hem bilgiye doyalım, hem başka bir kültür keşfedelim, hem ufkumuz açılsın, hem de lütfen sıcak bir yer olsun yaaa....

 Nil Nehri üzerinde bir gemi seyahati harika fikir. Bütün önemli tapınakları görüyoruz, palas misali gemimizde şahane yiyip içiyoruz, dinleniyoruz. Bu tatili gerçekleştirdiğimiz için kendimizle gurur duyuyoruz. Zira Mısır'a gitmek önümüzdeki yakın gelecekte pek mümkün görünmüyor sanki.
MISIR :   Hayalimde timsahlarla dolu bir Nil vardı...

Kalbiniz kuş tüyünden hafif olsun

Mısır'dan giderken: Gazele kaç deve?

Aylardan Nisan.
Şu doğumgünü çocuğu işini ailenin bütün bireylerine aşılamam pek iyi olmadı. Şimdi herkes özel birşeyler bekler oldu doğumgününde. 

STOMP yıllar sonra yeniden Paris'te. Anneye bundan daha güzel bir doğumgünü hediyesi düşünemiyorum.
Hemen 6 bilet alıyoruz. Ben yine büyüleniyorum. Bu gösteri kaçmaz. Hangi şehirdeyseniz, şehir rehberinize bir bakın bulunduğunuz şehirde STOMP'un gösterisi var mı diye, ve mutlaka izleyin. Benim izlediğim en etkileyici gösterilerin başında geliyor.

STOMP: Kaçırırsanız çok şey kaçırırsınız...


Aylardan Mayıs.
En sevdiğim yazarlardan Murathan Mungan'ın Aşkın Cep defteri adlı kitabını 1 yıl gecikmeli olarak daha yeni okuyorum. Aşka dair tüm bildiklerinizi ve bilmediklerinizi gözden geçireceğiniz harika bir kitap:  
Aşkın Cep Defteri

Ve mayıs ayında Paris'te bir sürü yeni yer keşfediyorum. Bir  tanesi burnumuzun dibinde, evimize yürüyerek 5 dakika. Yeniden gitmek için sabirsızlanıyorum. Bu mekanı gördüğüm anda karar veriyorum. Özüme dönüyorum. Herkesin gittiği kalabalık yerleri sevmiyorum. Gürültülü yerleri sevmiyorum.
Kaliteli, rafine ve insanların kendini göstermek amacıyla gelmediği hakiki yerleri seviyorum:
MAMA SHELTER

Ve öyle bir yer var ki küçük dilinizi yutacaksınız. Bel Canto. Biz yıldönümüzü kutlamak için gittik. Bence böyle özel günlere çok yakışacak bir mekan. Bir yer düşünün ki size yemek servisi yapanlar birer opera sanatçısı. Masa aralarında dolaşırken ve bize servis yaparken aynı zamanda Carmen'i seslendiriyorlar mesela canlı canlı... Müthiş bir deneyim.
BEL CANTO

Bir gün spor salonundayım, spor bittikten sonra en sevdiğim keyiferden biri saunada toksinlerden kurtulmak ve kendimi soğuk suyun altına bırakmak. Saunaya girdiğim anda kızlardan birinin kullandığı yeni bir ürünle tanışıyorum. Verdiği bir parça karite yağlı özel peelingi kullanıyorum. Bütün vücudumun kadife gibi olduğunu hissediyorum. Yumuşacık bir his. Ve o gece, bebek gibi uyuyorum. Bu nasıl muhteşem bir ürün böyle. Ertesi gün derhal gidip alıyorum: COPPACABANA.
Lush ile Coppacabanaya yolculuk


Aylardan Haziran.
Kimsenin hayatında bu ay birşey olmadı ve hiçbirimiz hiçbir zaman bu kadar korkmadık, endişe duymadık, tanımadığımız insanlarla aynı şeyleri hissedip onlar için ağlamadık...
Dünyanın neresinde olursak olalım Gezi olaylarına kilitlendik ve bir ülkenin nasıl böyle çıkmaza sürüklendiğini hele hele bunun kendi ülkemiz olduğunu bilerek acıyla izledik. Komşular bizim için neler diyor diye dış basını taradık. Her türlü ekranın başından ayrılamadık...

Aylardan Temmuz.
Temmuzun adı bile kulağıma bir başka hoş geliyor. Sadece 28 Temmuzu değil, bütün temmuz ayını sahipleniyorum sanki.
 HER YAŞTA DOĞUMGÜNÜ ÇOCUĞUYUM
 
Bu seneki doğumgünümde olağanüstü bir tesadüfle LAS VEGAS'tayız. Daha güzel bir doğumgünü hafta sonu düşünemiyorum. Hayatta en sevdiğim insanla dünyanın bir numaralı eğlence merkezinde bir doğumgünü haftasındayım...
Ayağımın tozuyla David Copperfıald'ı görmeye gidiyorum. Birşey diyim mi? Ben de o trenin içinde olabilirdim. Ama çok önemli birşey yapmam gerekir ve ben onu yapamam, adam herkesi kaybeder bir de bakmışsın ben sahnede kalmışım diye korktuğumdan çıkmadım sahneye...
Las Vegas again: DAVID COPPERFİELD

Aylardan Ağustos.
Ağustos ayında tatile çıkmam ben. Hatta hiç sevmem. Her yer çok kalabalık, hava aşırı sıcak ne gerek var, güzelim haziran ve eylül varken ağustosta tatile çıkana ya deli derler ya başka seçeneği yokmuş derler... Hem ben çok seviyorum Paris'i ağustos ayında. Şehir boşalıyor. Parisliler yerini turistlere, yeni gelen öğrencilere, expatlara bırakıyor. Hava tam kıvamında oluyor. Sokak konserleri, aktiviteleri artıyor. Ev partileri coşuyor. Sokak aperoları her gün bir yerde bitiyor. Bizim poker geceleri de birbiri ardına geliyor.    Poker geceleri
Anlayacağınız ağustosta Paris'te tatilde olmaya bayılıyorum ben...
Bu arada, Pop sanatını sevip sevmediğime tam karar verememişken Roy Linchtenstein sergisi çok iyi geldi bana. Londra'daki Tate müzesinde kaçırmıştık. Paris'e gelmişken kaçırmadık. Yağmurlu bir pazar sabahı erkenden kalkıp gittik...
Roy Linchetenstein Sergisi

Aylardan Eylül.
Kürkçü dükkanına döndük yine... En sevdiğim şehir... Beni dinlendiren, dillendiren, dinginleştiren, kendimi biriktirdiğim, hatıralarımı yenilediğim o efsane şehirdeyim yine, İzmir'deyim. İzmir'in yazı bir başka güzel kışı bir başka. Ben en çok eylülde seviyorum, hem sıcak hem serin, hem dinlendirici hem derin...
Eski defterlerim, anılarım, çocukluğum, gençliğim hepsi İzmir'de saklı. Bir hazine sanki taşı toprağı bir yıkılsa kaybedeceğim sanki tüm hayatımı, bütün kayıtlarımı...

Bu sene bir güzellik yaptık.
Yunan Adalarına aktık... Önce Rodos'u fethettik. Ardından Samos'u.
Ama o Rodos yok mu Rodos... Aklım kaldı, içimde kaldı. Tekrar dönmek farz oldu. Hem daha çıplaklar kampı var gitmediğim...
Nasıl olsa komşu kapısı. Yine gideriz... Ve yine gideceğiz...

Rodos: Kışkırtıcı bir kadın...
Lindos: Burada zaman durmuş
Faliraki. Kumlarına uzanmaya geldim.



Aylardan Ekim.
Ekim, iş, çalışma, üretme sezonunun tam olarak başladığı ay demek. Normal hayat tempomuzun
yerine geldiği, bol bol spor yapıldığı, hafta sonları arkadaşlarla yemekler yendiği, sinemaların, sergilerin arşınlandığı, filmlerin indirildiği bir ay. En mutlu olduğum anlardan birisi dışarıda kış kıyamet elimde bir fincan kahve, bir parça çikolata bir film indirip izlemek...
Başka Dilde Aşk
Aşk Tesadüfleri Sever
Benim Dünyam

Ekim ayının son günlerinde elime bir davetiye geçti. Gidemem... Ama gitmemezlik hiç edemem... Bir Nadal maçına kim nasıl sırt çevirebilir? Sırt demişken... neyse demiyim yazıyı okuyun. İş günüymüş. Gün içindeymiş... Bulunur bir yolu. Bu minare illa ki çalınacak, uydurulacak bir kılıf. Ve atlanılacak bu bilete, bir Nadal maçına. BNP Paribas Masters...
Gerçi bu Nadal'ı dünya gözüyle ikinci görüşüm. İlki tabi ki bir Roland Garros'ta...
Nadal'ı ikinci kez dünya gözüyle gördüm.

Bir sergi daha sıkıştırdık araya çok sevgili ressam arkadaşım Gökçe'yle. D'Orsay müzesindeki MASCULIN sergisi. Bilen biriyle sergi gezmek gibisi yok. Her durduğumuz tablonun önünde anlatıyor, bilgilendiriyor beni Gökçe'cim. Özel rehber gibi. Şans böyle birşey işte. Böyle güzel insanlarla kuşatılmış olmak. En beğendiğimiz eser Ron Mueck'inki oldu. Babasının, yerdeki çıplak ölü bedenini konu aldığı eseri.

Bu ay bir de Robin Hood müzikaline daveti edildim. Müzikalde bir konu vardı, ama yine de herkesin dansın zirvesinde olduğu, vücutlarını Cirque du Soleil akrobatı gibi kullandıkları bir showdu. Yerlerde sürünür gibi dans eden o iki zencinin gösterisi zirvedeydi. Bir de yine halata bağlanmış dans edenlerin gösterisi. Bir de baktım ipte dört kişi varmış... Gösteride baş dansçılardan olduğunu saydığım sarışın kıza da hayran oldum. birşey dikkatimi çekti çoğu yerde dansçılar diz boyunda hareket ediyorlar ayağa kalkmadan. Harika bir gösteriydi. Bu gösteriye beni davet eden sevgili arkadaşım Cedric'e teşekkürler.

Aylardan Kasım
Kasımin ilk hafta sonunun tatil olmasını fırsat bilip soluğu anında kendimizi çok iyi hissettiğimiz bir şehirde alıyoruz: AMBOİSE. Evlendiğimiz şehire, evlendiğimiz şatoya baka baka, soğuk bir kasım gününde sıcak çikolatalarımızı yudumlayarak birbirimize sarılıyoruz. Mtululuğun tarifi bu kadar basit aslında.
Fazla söze gerek yok...

Chateau de Chenonceau.



Kasım ayında birşey daha oldu...
Farkındalık; bu hayattaki en büyük hazinelerden biri.
Kibirli Gerçek

Bu devrin insanı değil o. Herkesten iyi kalpli. Herkesten hesapsız. Herkesten verici. Herkesten cömert...
O kadar tertemiz ve kirlenmemiş ki onun zihni, hiç kir tutmaz. Kin tutmaz...
En iyi arkadaşlarının hesapladığı onun aklının köşesine dahi uğramaz.
Yakın arkadaşım dediği herkesi kayıtsız şartsız mutlu etmek ister o, hayatlarına artı değer katmak ister. Ve bunu ondan daha iyi yapan da çıkmadı çıkmaz...
Sadece kendi arkadaşına değil dokunabiliyorsa yedi kuşak sülalesine yardım elini uzatır o.
Kocaman onun yüreği, çok zengin onun kalbi... Zenginliğin ne kadar sahip olduğunla değil ne kadar verebildiğinle ilgili olduğunu bir bilse, hadi bir bilse diyelim, yine de en zenginin kendisinin olduğunu, çevresindeki herkesin fakirlikten kuruduğunu anlamaz.
Hesapsızdır o. Güvenir. Ne söylersen inanır. Kendi gibi tertemiz sanar çünkü herkesi. Olmadığını bilmez.
İnsanlar bulanık, onun gibi dupduru değil. Onun kıyılarında çakıltaşı yok. Acıtmaz.
Bugün kime iyilik yapsam diye düşünür durur, bir yolunu bulur ve mutlaka yapar o. Birisi onun için birşey yapmış mı bu hayatta? O beklemez. Kimse onun gibi değil. O bilmez.
Onun arkadaşlığı çok değerli.
Çünkü onun dünya gözü herkesten açık. O herkesten zeki. Onun vizyonu herkesten geniş...
Vizyon... Bugün kimlere nasıl bir dünya vizyonu kazandırdığının ne alem farkında, ne kendisi farkında.
Ben farkındayım.
Onun dostluğu herkesinkinden değerli. En değerli. Bunu kendisi bile bilmez. Neden biliyor musunuz?
Çevresinde arkadaşlığı onunkisi kadar değerli bir kişi daha yok ta o yüzden...
"En değerli, en verici sensin" derim, ona bile kızar. Bu kadar da asildir...

Onun değeri de zaten buradan gelir. Tüm olağanüstü kişilik özelliklerinin onun için olağan olmasında...

Aylardan Aralık.
Aralığın ikinci günü sevgilimin doğumgünü...
Diyorum ya şu doğumgünü çocuğu meselesini abartıp tüm aileye bulaştırdım.
Sevgilimin doğumgünü bahane, bir hafta sonu İtalya kaçamağı şahane diyerek atladık NAPOLİ'ye uçtuk.
Napoli. İtalya'nın asi çocuğu...

Napoli'nin enfes Teatro di San Carlo sahnesinde canlı canli Aida operasını izledik. Nefesimizi tuttuk. Bıraktığımızda şöyle dedik:
Artık operadan zevk alıyoruz. Bence endişelenmeye şimdi başlasak iyi ederiz...
Teatro di San Carlo: Aida

Napoli bir yana Pompei bir yana... Ah küçükken seyretmeye doyamadığım Pompei'nin son günleri dizisi... O günden beri aklımda. Eski Yunan veya Roma hikayelerini seviyorsanız Pompei bunun kalbi. İnanılmaz etkileyici bir antik kent. Hele bir de kulağınızda bir autoguide varsa tarihin dehlizlerine iniyorsunuz resmen. Yeni bir volkan patlaması olmadan fırsatınız varsa gidin görün mutlaka.

Pompei'nin Son Günleri



Aralık ortası hem Prof. dahi arkadaşımı ziyarete, hem de Lille şehrini keşfe gittik. Burnumuzun dibindeki güzellikleri kaçırdığımıza yeni bir örnek daha. Lille Paris'ten sadece 1 saat uzakta ve biz ilk defa bu sene gittik. Düşünebiliyor musunuz? İnanılmaz... Ama çok beğendik. 1 saat içinde tamamen başka bir ülkedeyiz hissiyatı veriyor. Zira daha çok Flaman etkisinde bir şehir Lille.

Ne yazık ki Lille'in yazısı yarım kaldı. Nedeni Gezi olayları yüzünden haziranın boş geçmesi gibi.
Ülkede bir yolsuzluk iddiası. bir rüşvet skandalı... Hoooppp yine tüm gündemimiz siyaset. Yine ülkede ne olup ne bittiğiyle yatar onunla kalkar olduk. Ama burada ondan bahsetmeyeceğim. Zaten hepimiz herşeyi izliyoruz. Aralık ayım o kadar güzel ki, onu kirletmeyeceğim...


Aralık demek Noel demek. Yeni yıl heyecanı demek. Kime ne hediye alsam diye panik halde ordan oraya koşuşturmak, eve gelip onları paketlemekle uğraşmak demek. Noel bahanesiyle bir sürü yere davet edilmek, bütün ay sarhoş sarhoş dolaşmak demek... Noel'in o sımsıcak insani içine alıveren etkisine girmemek elde değil.
Noelde en çok Paris'in giyinmesini seviyorum.
Şehir resmen kıyafet değiştiriyor. Daha ışıltılı, pırıltılı, kırmızılarla bezenmiş harika bir tuvalet giyiyor. Ve biz Lunapark gibi bu şehirde lunaparktaki dans eden kızın eteğine binip şehri başımız dönerek ve uçarak izlediğimiz gibi izliyoruz. Seyretmeye doyamıyoruz.
Işıkların yanınca ve Noel süslerini giyince bir başka güzel oluyorsun Paris...

Noel Babanın var olduğuna ben hala inanıyorum...
Noel çocuğuyum
Noel Yemeği


Noel hediyelerimizden biri de bir sirk gösterisiydi.
Hayvanlı sirkleri sevmiyorum. Sadece hayvanları kullandıkları için prensip olarak karşı olmak değil olayım, sahiden eğlenceli de bulmuyorum hayvanlı gösterileri. Bende bir imajı olan güçlü, karizmatik hayvanların maymuna dönüştürülmesini, klasik koşullanmayla, bilhassa zayıf noktalarını bularak ödül yöntemiyle istediklerini yaptırmalarını görmeyi sevmiyorum. Hayvanlı gösterilerin onaylayabileceğim tek yanı çocukların bu hayvanları yakından ve gerçeğini görmelerinin hayalgüçleri açısından iyi olabileceği. O kadar.
Pinder Sirki en azından sadece hayvanlardan oluşmuyordu. Akrobatlar, trapezden atlayanlar sıçrayanlar, inanılmaz dansçılar, sihirbazlık gösterileri, jonglörler, ölüm çarkında dönene ve yuzlerce kişinin gözünü kapayarak izlediği gösteriler... Global olarak çok beğendim. Ama şu hayvanlar da olmasa...
Cirque Pinder


Aralık ayında erkes birilerini nasıl mutlu edeceğini düşünerek geziniyor. En yakın arkadaşlarımdan Emilia ve Paolo, Noel zamanı İtalya'ya gittiler, 26'sında Napoli'den o yöreye özgü büyük bir pastayla döndüler. Ve o pastayı küçük dilimlere ayırdılar. Yaldızlı simli tabaklar aldılar. Kestikleri her bir dilimi sarıp sarmalayıp üzerini süslediler. Büyük bir torbada en az 30 hediye paketiyle spor salonuna geldiler yılın son pazar günü. Ve herkesi hem şaşırtıp hem mutlu ettiler... Birşey diyeyim mi? Böyle birşey yapmak içim Akdesniz sularında büyümüş olmak lazım. Yine de Emilia bu konuda 7. seviye...
                                                   












Aralık ayının bomba olaylarından birisi de son günlerinde başımıza gelen güzel bir olay.

Ben onu aslında tanımıyorum. Yani aslında gayet iyi tanıyorum da tanımıyorum.
Ben ona hiç dokunmadım. Ama onu, dokunduğum birçok insandan daha çok seviyorum.
Ben ilk görüşte aşka inanıyorum. Her alanda...
Birşey hayatımıza düştüğü anda, içimize çektiğimiz ilk nefeste o şeye karşı ilk hissimiz oluşuyor.
O ilk his, ya da sezgi, ya da içgüdü var ya, o ilk his işte o bizim fenerimiz. Daha akıl devreye girmeden, onu tanımadan, ince eleyip sık dokumadan, en çok hangi rengi sever, hangi yemeği yemez bilmeden, daha sesinin rengini bilmeden...
Bir de bakmışsınız o kişi sizin arkadaşınız olmuş. Hem de az zamanda çok yukarılara tırmanmış.
Yürekler açılmış. En özel duygular, hayatlardan kesitler paylaşılmış. Filtresiz, dobra dobra...
Bütün bunları yaptıran işte o ilk hismiş...
Ben hayatımda kimi özel saydıysam hep o ilk nefesteki içgüdülerimle o ilk hissi duyduğum için...
Onu duyduysam, akla iş düşer, karar vermek düşmez.
O his çıkar şöyle der. Seni hiç tanımıyorum. Ama en iyi arkadaşlarımdan ilan ediyorum. Aklın buna karar vermesi zaman alacak. Çünkü o benim kadar hızlı değil. Ama gün gelecek o da dediğime varacak, ve bunu ilan edecek....

Benim bir arkadaşım var.
Ben onu tanımıyorum. Tanıyorum da tanımıyorum. 
Ve aralık ayının son güzel haberi onun doğum haberiyle geldi. Berlin'de güzel bir bebek dünyaya getirdi. Noel bebeği dedik ona...

Can bebek, daha uzun yıllar beraber oluruz inşallah, büyümene tanık olmak, sana oyuncaklar almak, hikayeler anlatmak, bitmeyen sorularına cevaplar bulmak nasip olur...
Çünkü bir gün sana şöyle demek istiyorum:
Senin değil dünyaya geldiğin günü, senin dünyaya gelme olasılığın üzerine yaptığımız sohbetlerde senin henüz bir "fikir" olduğun günleri biliyorum ben...

Yeni yıl hediyesi gibi geldin, yeni yıla hayat verdin Can bebek.

Hoşgeldin.



Yeniyıl dileklerim 2014



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder